Doğrusu uzun bir aradan sonra tekrar buluştuğumuz için mutluydum. Sinema alanında eğitim almak, işler yapmak için yıllar önce ABD’ye gitmişti. Yaşadığı onca engel, meşakkate rağmen başarmış, kendi film şirketini kurmuş, ABD’nin önde gelen sanatçıları, yönetmenleriyle bir araya gelme fırsatı bularak dünyanın en büyük film endüstrisinde kendine yer edinmişti.
Kolay olmadığı kesin ama iyi yaptığını düşünüyorum. Burada kalsa şu an edindiği yeri asla edinemezdi.
Son filminin post prodüksiyon işleri için İstanbul’daydı. Ekonominin hali malum, bir dolar bilmem kaç Türk lirası ediyor. O da durumun farkında. Maliyetler daha ucuza geleceğinden çekim sonrası teknik işler için burayı tercih etmişti.
Uzun bir ayrılığın ardından hasret gideriyoruz, ilkin geçmişten laflıyoruz. Türkiye’ye geldiğinden bu yana altı üstü bir haftada başından geçen talihsiz olaylardan söz ediyor. Ben pek şaşırmıyorum tabi ama onun için öyle değil. Bu gelişinde fazla kalacağı için otel tercih etmemiş, ev kiralamış. Sonra olanlar olmuş. Soyulmuş. Bildiğin eve hırsız girmiş, nesi var nesi yok çalmışlar. Neyse ki o bir ABD vatandaşı. Birkaç yere telefon etmek yetiyor. İki gün içinde emniyetimiz imdadına yetişip, hırsız yakalıyor. “Bana çok ilgi gösterdiler, çok iyi davrandılar” diyerek ekliyor. Keşke herkese öyle olsalar. Üstünden birkaç gün geçtikten sonra da bu kez bir restoranda yediği yemekten dolayı zehirlendiğini anlatıyor. Hem öyle sıradan bir yerde değil ha. Ortak bir arkadaşımız apar topar hastaneye götürmüş. “Götürmese durumum pek iyi olmayabilirdi” diyor. Epey ağır geçirmiş. “Görüyorsun, buralarda şansa ihtiyacın var” diyorum. Gülüyor…
Ortak arkadaşları anıyoruz. Yapabileceğimiz işleri konuşuyoruz. Sonra laf dönüp dolaşıp hazırladığı son filme geliyor. Heyecanı gözlerinden okunuyor.
Film Körfez Savaşı sırasında bir Amerikan askerinin Iraklı sivil insanlarla yaşadığı ilişkileri, olayları içeriyor. Malum biliyorsunuz, ABD Irak’ı işgal etmiş milyonlarca sivil ölmüştü. Gerçeklerden hareketle bir kurgu olarak uyarlamış çalışmasını. Oyunculardan, Kuzey Irak’ta çekim esnasında yaşadıklarından dem vuruyor. Kahramanın başından geçen olayları anlatırken, filmin aslında savaş karşıtı ve ABD’yi de eleştiren bir boyut içerdiğinden söz ediyor. Hem de öyle sıradan bir eleştiri değil.
“Gerçekten mi?” diyorum. Doğrusu buralarda böyle bir iş yapmak yürek ister. “Evet” diyor “hatta film için ABD’de bir kamu yapısından maddi destek de talep ettik, bekliyoruz” şeklinde sözlerini tamamlıyor. “Yok artık” diye içimden geçiriyorum. “Nasıl yani ABD’yi eleştiren, savaş karşıtı bir film yapıyorsun ve üstelik bunun için maddi yardım talep edebiliyorsun. Doğru mu duydum?” diyorum. Gayet sakin ve gülümseyerek başıyla onaylıyor.
“Sen şimdi böyle bir filmi burada yapabilir miydin? Yani misal Suriye’nin kuzeyindeki gelişmelerden hareketle hem devleti, hükümeti hem de askeri uygulamaları eleştiren, savaş karşıtı bir film yapıp bunun için de Kültür Bakanlığı’ndan destek alabilir miydin?”
Manalı manalı bakıyor, gülümsüyor. “Mümkün mü hiç!”
Hani eleştirilerin en büyüğünü yaptığımız, yeri gelince yerden yere vurduğumuz kapitalist ABD’deki liberal demokratik ortam ile burası arasındaki farkı açıklamak adına tam bir örnek olduğunu düşünüyorum. “Ama zaten bunu bilmiyor muyduk?” diye içinden geçirenler olabilir. “Kaç kişisiniz?” diye sorarım o zaman, ona göre!
Egemen Sınırlar
Bu gavurların Netflix adında dijital bir film platformu var. Bilmeyen yoktur herhalde. Orada “The Last Czars” adıyla bir dizi yapım yayınlandı. Dönemin modern fikirlerini reddederek otokrasiye sarılmış ve ailesiyle birlikte öldürülen son Rus çarı II. Nikolay’ın hayatını konu alan dizi. Kaçıncı bölümdü hatırlamıyorum, görüntü bir tren vagonunda çarın bir kadının üzerinde çırılçıplak halde sevişmesiyle başlamıştı. Hani öyle sıradan bir görsellikle de değildi. O an “böyle benzer bir tarihi kişilik, illaki özel yaşamında böyle halleri olmuştur, bizde de bu şekilde çekilse, gösterilse” diye içimden geçirdiğimi hatırlıyorum. Tövbe estağfurullah neler düşünmüşüm.
Bizim gibi ülkelerde böyle şeyleri değil film yapmak düşünmek dahi sorun yaratır. Başkaca konular da sorun olur mutlaka. Mesela Nixon gibi ABD başkanlarını yerden yere vuran politik filmler yapıldı, halen de yapılıyor. Ya da baskıcı ABD rejiminin zamanında siyahilere neler yaptıklarını, karanlık politik çatışmaları, mafyayı, her iki Kennedy suikastını gösteren, Vietnam’da yaptıkları suçları sergileyen filmler. Hani bizde de böyle filmler yapılsa, devletin başında görev almış zatların şahsi menfaatleri uğruna neler yaptıklarını ortaya koyan işler yapılsa. Nasıl olurdu diyorum? Akıldan bile geçirmemeli, soluğu nerede alacağımız belli olmaz.
Ya da toplumda neredeyse aksi düşünülemeyecek halde belletilmiş, tabu haline getirilmiş bir konu, bir kişilik film olarak işlense. Dijital platformlarda tüm dünyaya gösterilse. Mesela bir dini bütün tarikat üyesinin erkek çocuklara yaptığı cinsel istismar işlense, bu istismara siyasilerin verdiği tepkiler konu olsa, toplumun bu tür olaylar karşısındaki duruşu, tavrı sergilense. Yazınca bile birilerinin ta bir yerlerden “höst” dediğini duyar gibiyim.
Hele bazı meseleler var ki film yapmayı geçtim, yazmak, çizmek, dile getirmek için bile yürek ister. Sen misin kendini demokratik bir ülkede sanan? Aman aman… Toplumsal akla belletilmiş fikirlerin aksini düşünemeyecek şekilde ele geçirildiğimiz bir coğrafyadayız. Burası acı ama gerçek.
Zaten sinema endüstrisi ve diğer medya alanları bizim gibi ülkelerde hem piyasa ilişkileri bakımından hem de demokratik rejimimiz tarafından kontrol altına alınmış durumdadır. Herkes öyle kafasına göre piyasaya giremez, girse de yapacağı işler kitlelere ulaşamaz. Adı konulmamış bir sansür mutlaka işler. Sadece sansür mü?
Ne politik ne toplumsal ne de kişisel anlamda eleştirel içerikler üretmek mümkün değil buralarda. Sonuç: biz demokratik, liberal bir ülke değiliz. Aşılamaz yükseklikteki kırılmaz camdan duvarlar her yeri sarmış durumda. Dahası küresel manipülatörlerin kontrolü altındayız ama bunu da başka bir yazının konusu yapalım.
Bir film sektörü üzerinden açtığım mevzuyu siz alın adına piyasa denen diğer alanlar üzerinden düşünün. Tabi düşünebilirseniz. Mesela eğitimi ve yarattığı eşitsizlikleri, mesela sözde hukuku ve gasp edilen insan haklarını, mesela piyasacı üretim ve ekonominin yarattığı dramları.
Bu topraklarda her ne düşünüyorsanız bilin ki bir egemen düzen ideolojisiyle biçimlenmiştir ve onun gözetimindedir. Devleti elinde tutan bir avuç siyasinin manipülasyonuyla toplum aklı oluşturulur, yönlendirilir. Tabular, korkular, yasaklar, sınırlar zihinlere ekilir. Toplum bir zaman sonra hiçbir konuda aksini düşünemez, konuşamaz, eleştiremez hale gelir. İnsanlar egemen sınıfın dayattığı değerlere sıkı sıkıya bağlı bir nefere döner.
Hal böyleyken sormadan edemiyorum. Birader bir deyiverin artık, neye dokunamıyoruz, neyi konuşamıyoruz, neyi düşünemiyoruz? Sınırlarımız ne? Şu hür düşünce, demokrasi martavalını sanki sahipleniyormuş gibi tekrar edip durmayın, size zahmet bir kenara koyun olsun bitsin. Hatta mümkünse bir ara liste oluşturup yayınlayın. Yani durup dururken yanlışımız olmasın.
Kaçınılmaz Değişim
Ama ne mutlu ki engellenemez bir değişimin eşiğindeyiz. Belki soğuk savaş yıllarından dolayı olabilir, küresel egemen güçlerin Sovyetlere karşı verilen mücadele nedeniyle borçlu hissettiği (belki söz verdiği) ve gerek ekonomik gerekse politik olarak sömürebilmek adına da işlerine gelen, ülkemiz gibi birçok farklı ülkede iktidar olmalarını onayladıkları zamanı geçmiş politik temsilleri son kez göreceğimizden söz ediyorum. Süreci az biraz daha uzatabilirler. Söz verdikleri başka temsiller de çıkabilir tabi. Ama değişimi engellemek mümkün değil.
İtalya’da milattan önce 49 yılında Roma Cumhuriyeti’nin kuzey sınırını belirleyen bir nehir bulunuyordu. Rubicon… Bugün bahsi geçen bu nehrin tam olarak hangisi olduğu bilinmemekle birlikte İtalya’nın kuzeyinde Adriyatik denizine akan Pisciatello olduğu kabul ediliyor.
Tarihçi Suetonius’un aktardığına göre Rubicon o dönemler Roma Cumhuriyeti generallerinin lejyonlarıyla birlikte geçmesinin yasak olduğu bir nehir. Ama Sezar bu, dinler mi? Yasağı çiğniyor ve Rubicon nehrini geçiyor. Eh tabi bir iç savaşa da neden oluyor.
Sezar “geri dönüşü olmayan bir noktadan ileri gitmek” anlamına gelen “Rubicon çoktan geçildi” deyimini iddialara göre ilk kez bu olay nedeniyle kullanıyor. Biz de “ok yaydan çıktı” veya “zarlar atıldı” anlamına denk gelen bir deyim.
Demem o ki yasaklarla bir yere varmak mümkün değil. Tabularla, toplum aklına salınan korkularla düşünceler bastırılamaz. Bugünün devletlerine bakıldığında yaşanan onca değişim deneyimine karşın çağın gerektirdiği devletler olmadıkları kolayca anlaşılır. Düşünmeyen, konuşmayan, yalnızca itaat eden, aklı ve bilimi reddeden sığ kafalar üreten bir ekonomi politik düzeninin kontrolünde tuttuğu şeyin bir devlet olduğu düşüncesine kapılmış olanlar büyük bir yanılgı içindedirler.
Devlet denilen soyut ama yapılarıyla somut olan kurumlar bütünü nihayetinde halk için var. Yani “önce devlet vardı sonra halkı oldu” diye bir düşünce ne kadar saçma ise “halkın devlet için ve dolayısıyla devleti ele geçirmiş küçük zümreler için var olduğu” düşüncesi de o kadar saçmadır.
Bugünün devleti yüzyıllar boyunca yaşanmış toplumsal ekonomi politik değişimlerin sonucunda ulaştığımız bir devlettir. İnsan değişmiştir, ihtiyaçlar değişmiştir, toplumsal yapılar değişmiştir, devletler de değişmiştir. Buna rağmen, insanın değişimine, toplumların değişimine ket vurmaya çalışmakla çağ dışı bir devlet anlayışını koruyabileceğini sanmak büyük bir aptallıktan öte bir şey değildir.
Son Rus Çarı II. Nikolay’ın büyük büyük babası I. Nikolay döneminde yaşamış ve Avrupa’da hızla yayılan 1848 ihtilalleri sırasında Avusturya’da tutuklanarak Rusya’ya iade edilmiş olan Mikhail Alexandrovich Bakunin’in dönemin devlet anlayışına getirdiği eleştirileri hatırlamamak mümkün değil.
Sürgün edildiği Sibirya’dan kaçarak Avrupa’da Rus rejimini eleştiren ve devrim için yazılar kaleme alan Bakunin’e göre devlet insanlığın en olumsuz ve en süslü biçimde ifade edildiği kurumdu. Bakunin’in yerden yere vurduğu devlet feodal düzenin devletiydi. Bazı insanların geride kalanları yıkmak, fethetmek ve köleleştirmek için kullandıkları bir araçtı. Sadece kendi vatandaşlarını koruyan, insan hakları, insanlık ve uygarlık gibi değerlere ancak kendi sınırları içinde önem veren bir kurumdu. İşte modern çağın devletini doğuran fikirler Bakunin’in yaşadığı yıllarda dile gelmeye başlamış, yaklaşık 70 yıl sonra kendi memleketinde son çar II. Nikolay’ı deviren gelişmelere neden olmuştu.
Artık Rubicon geçilmiştir.
İnsan ve toplum aklının değişimini engelleyen geçmiş yüzyılların devlet yapıları, kalıp fikirler bir kere daha yıkılmıştır. İtaat ilişkilerine dayalı feodal toplumu yıkan modern toplumla sözleşme ilişkileri ve rızaya dayalı toplum ilişkileri inşa olmuş, bugün ve gelecekte de bizi fayda temelli ilişkilerin hâkim olacağı meta toplumu gerçeği beklemektedir. Toplumu bir araya getiren ortak değerler, kabullerin kaynakları değişmiştir. Din temelli hiyerarşik feodal topluma ait değerler, kutsallar, kabuller yerini toplumsal uzlaşmaya dayalı ahlak değerlerine bırakırken gelecekte de tüketim toplumu anlayışının dayattığı fayda ilişkilerinden doğacak yeni değerlerin hâkim olacağı görülmektedir.
Aslında bu değişimlerin kaynağı üretim ilişkileri ve ekonomidir. Tarıma dayalı ekonomi yerini sanayiye bırakırken, bu ekonomi modeli de dijitalin yarattığı yeni ekonomik yapılara yol vermiştir. Tarım ürünlerinin birikimine dayalı birikim ekonomisi anlayışı önce hammadde ve sermaye birikimine dayalı bir modele evrilmiş gelecekte de bizi veri birikimine dayalı yeni bir ekonomi anlayışına taşımaktadır. Bu açıklamalar tarım ya da sanayinin olmayacağı olarak anlaşılmasın. Ancak ekonomide karar vericilerin değişimine vurgu yapmak amacıyla bu açıklamayı getiriyorum. Ekonomide sahipliğin temeli de değişiyor haliyle. Toprağa sahiplik, sermayeye sahiplik derken veriye sahiplik giderek önem kazanıyor.
Ticarete ve sermayeye yön verenler, feodal güç sahipleri, din sınıfı ve silahlı güçlerden oluşurken modern toplumla birlikte bu sınıf yönetici teknokratlara, uzmanlara ve işletmecilere doğru evrilmişti. Gelecekte ise insan ve toplum bilim alanından gelecek yeni bir sınıfın ticaret ve sermayeye yön veren olarak öne çıkacağı tahmin ediliyor. Bilginin sahipliği din sınıfından bilim sınıfına doğru değişim yaşamıştı bugün veri yönetimine ilişkin yeni bir sınıf doğuyor. Yaşam biçimi metanın yarattığı etkiye göre yeniden evriliyor.
Devlet artık feodal dönemdeki gibi kutsal değil. Sanayi devriminin yarattığı sözleşme devleti de artık toplumsal ilişkilere dair beklenen çözümleri getiremiyor.
İşler değişiyor. Bildiğimiz kutsallar, yüceler, dokunulmaz, kırılmaz sanılan kalıplar, değerler bir bir parçalanıyor. Devlet de değişecek, toplum da. Tabi kim ne kadar durumun farkındaysa…