Beni bilenler sol fikirlere sahip olduğumu ve politik olarak sol eğilimli olduğumu düşünürler. Haksız da sayılmazlar. Neticede işçi bir babanın çocuğuydum ve bir işçi mahallesinde, Allah’ın her günü güneşin kendini sakladığı saatlerde yollara düşen her akşam düşük omuzları, kederli yüzleriyle varoş mahallesine dönen emekçilerin içinde büyüdüm. Anlayacağınız ötekinin hayatını, sıkıntılarının neler olduğunu yalnızca gören değil yaşayan biriydim. Bundan dolayı benden başka bir şey beklenmemeli.
Lakin baştan söyleyeyim, öyle sanıldığı gibi bir solcu falan da değilim. Hani şu herkesin sol deyince aklında oluşan, birtakım olumsuz yakıştırmalarla algılatılmaya çalışılan, bugünün kapitalist kitle iletişim araçları üzerinden düzenli olarak karalanan, ideolojik tutucu karakterlerden değilim.
Ha yeri gelmişken hemen altını çizeyim, kapitalist de diyemezsiniz benim için. Hiç mümkün değil. Hem kapitalizm hem de sosyalizmin yalnızca emek-sermaye ilişkisi ve çelişkisine dayalı ekonomi-politik anlayışlar olması ve her ikisinin de bu iki kavrama indirgenmiş bir devlet gücünü; insan için değil yalnızca belli sınıfların çıkarları için iş gören devletleri yaratmasından dolayı bugünün dünyasında bir karşılığının olmadığını düşünenlerdenim.
Eh arkadaş hayat durmuyor neticede. Üretim ve tüketim ekonomisi biçim değiştiriyor, sol ve sağ politik fikirlere kaynaklık eden endüstri devriminin ürünü fabrikalar, işçiler de değişiyor. Madem her şey değişiyor neden sol ve sağ kavramlarına indirgenmiş politik fikirler değişemiyor?
Bir kere körü körüne fikirlere saplanacak kadar bağnaz, tutucu biri olmamalı doğrusu. Akıl denilen bir şey var. Araştırır, incelersin. Eni konu bakarsın, çağa uygun mu insanlığa uygun mu dünyaya yaşama doğaya uygun mu diye sorgularsın. Uymuyorsa neden savunayım, deli miyim?
Geçmişin kavgasını bitirememiş olanlar kavgalarına devam etsinler. Beni hiç ilgilendirmiyorlar. Geleceğe bakmasını bilmeyenlerle işim olmaz zaten. Diğer politik kesimlerin bağnazları nasıl gerici, gereksiz görünüyorsa gözüme solun da bağnazları aynı görünüyor sonuçta.
Türkiye’nin içinde bulunduğu en temel politik sorun bence bu. Hala “geri kafalı, tutucu şahsiyetleriz vesselam” desem sanırım az söylemiş olurum.
Farkındalığı gelişmemiş bir halkın durumundan faydalanarak çoktan ölmüş de bir türlü gömülememiş fikirleri, inanç ve değerleri hala diri tutmaya çalışan ve kendi siyasi kariyerlerini, egemen konumlarını, güç ve servet sahipliğini devam ettirmek isteyen uyanıklarla, bu kendine faydası olmayan politik görüşlerden bir medet uman, yaşadıkları hayatın nedenlerini göremeyen yığınların hem ülkenin ve hem de toplumun gelişimine büyük bir takoz koyduklarını galiba çok azımız görebiliyor.
Sorunun en başında bir saptamayı da yapmalıyım. Bu bahsettiğim kitle çoğunlukla yaşı ileri diyeceğimiz kesimlerden oluşuyor. Şimdilerde 60-70 model politik fikirlerle devlet yöneten ve devletin, toplumun çağın gerisinde kalmasına sebep olanlar ile “bunların ülkeye çözüm getireceklerine” inanıp savunanların büyük bir kesimi ileri yaş nüfustan oluşuyor. Anlayacağınız değişimin uğramadığı tutucu tipler. Gençlerin ve aklı genç olanların yaşananlara bakışı çok farklı.
Bugünün egemenleri çağın temsilleri değil.
Bir kere şunu görmek gerekiyor. İçinde yaşadığımız dönemin egemen politik fikirleri ve bu fikirlerin yarattığı siyasi temsiller ve devlet kurumları hala ya tarım ya da endüstri çağının ürünü. Yani üretim ve yarattığı ekonominin aynı zamanda egemen politik yapıları, kurum ve iktidarları, sosyal güçleri belirlediğini söylemekle kalmıyorum, aynı zamanda üretim anlayışlarının değişimine karşın egemen politik yapıların, iktidarların ve sosyal güçlerin ısrarla değişmemek için direndiğine işaret ediyorum.
Feodal çağ olarak adlandırılan uzun bir tarihsel süreç içinde üretim tarıma dayalıydı, ekonomi ve politik kurumlar tarıma göre ayar almıştı. Feodal çağı bitiren modern çağa kaynaklık eden egemen üretim ve paylaşım yöntemlerinin değişimiyle yani fabrikanın ortaya çıkışıyla birlikte her şey değişti.
Özetlemek gerekirse bugün neyi ele alıp analiz etmek, yorumlamak isterseniz isteyin, bu ister aile denilen yapı olsun ister eğitim ister arkadaşlık ister aşk gibi duygusal bir kavram, ister moda, isterseniz oturduğunuz koltuğun biçimi, kumaşı olsun, ne olursa olsun her şey ama her şey ekonomi-politik bir toplumsal düzenin konusudur. Bu kavramların feodal toplumdaki anlam karşılıkları ile son yüz elli yıllık endüstri toplumundaki anlam karşılıkları farklıdır.
Bugün bildiğimiz tüm kavramlar bir kere daha anlam değişimi yaşıyor. Henüz değişimin içindeyiz, bu yüzden hepimizin aklı epey bir karışık. Ne kadar şanslıyız ki bir çağın değişime tanıklık ediyor, eşiğinden geçiyoruz. Ama çok azımızın gördüğü de aşikâr!
Kimileri yaşadığı anı dahi çözümleyemiyor, kimileri toplumdaki egemen ilişkileri anlayamayacak kadar bilinçsiz. Kimileri ise iktidar gücünün nereden kaynaklandığını göremeyecek kadar miyop. Değişimi, değişeni göremiyorlar işte. Oysa tarihe bir bakılsa…
Misal, ta 1500’lü yıllar. Hani şu dünya tarihine adını yazdırmış İtalyan hezarfen, filozof, astronom, mimar, mucit Leonardo da Vinci var. Avrupa henüz taassubun esiri, karanlık döneminde. Leonardo işte öyle bir Avrupa’da; dinin, katı, bükülmez, kırılmaz gerici değerlerin egemen olduğu bir Avrupa’da ileriye doğru mücadelesini veriyor.
Bir gün bizim padişaha mektup yazıyor. Ne gerek varsa artık! Sofu lakaplı Sultan 2. Beyazıt mektubu alıyor. Şöyle yazmış:
“Ben kulunuz, İstanbul’dan Galata’ya uzanan bir köprü yapmak istediğinizi, yapabilecek biri bulunamadığı için köprüyü yapamadığınızı duydum… Ben kulunuz, nasıl yapılacağını biliyorum… Öyle bir köprü yapacağım ki, yelkenleri fora olsa bile bir gemi altından geçebilecek… Allah sizi bu sözlere inandırsın ve bu kulunuzun her zaman hizmetinizde olduğunu bilin…”
Alman Türkolog Franz Babinger’in, 1952 yılında yazdığı makaleyle gün ışığına çıkardığı bu tarihi mektup sonunda ne olmuş dersiniz?
Kılıç gücüne ve dine kaptırmış Osmanlı’nın padişahı bu kafirin mektubunu reddediyor tabii ki… Nihayetinde Avrupa Leonardo gibilerinin yarattığı bir rönesansı yaşıyor, pozitif bilimler yükseliyor ve değişim geçiriyor, bizimkiler ise dünyadan bihaber.
Değişime uymazsan yok olursun, gerçek bu sonuçta.
Feodal dönem tarımı konusuna biraz açıklık getirmeli. Sonuçta bu tarım bugünün tarımı değil. Kas gücüne, hayvan gücüne dayalı bir iş. Çetin doğa koşullarıyla mücadele halindeki tarımdan bahsediyorum. Dolayısıyla böylesi zorlu bir üretim için de zorlu ve acımasız bir yönetim kaçınılmaz.
Krallık, imparatorluk, padişahlık ya da sultanlık, adına ne derseniz deyin hiyerarşik olarak dikey, emir komuta içinde kılıcı elinde tutanların yönettiği bir toplum düzeni bu dönemin politik özelliği olarak ortaya çıkıyor. Üretim ve ekonomiyi elinde bulunduranlar toplumu da buna göre şekillendiriyor. Kölelik mesela, çok önemli bu dönemde. Zira tarlada, çetin doğa koşullarında çalışacak kölelere ihtiyaç var. O zaman köleliği de kabul edecek bir akla getirmek zorundasınız toplumu. Ve bunları yapacak ve uygulatacak politik kurumlar lazım. Din bu bakımdan en kullanışlı araçlardan biri olarak yükseliyor. Böylece karşınıza tek adam ya da aile rejimleri çıkıyor.
Fabrika üretim koşulları tarımdaki gibi değil. Üretim teknik bilgi, beceri ve aynı zamanda iş birliği ilişkilerini zorunlu kılıyor. İlişkiler hiyerarşik, dikey işleyen bir dinamikten kopuyor. O güzelim tek adam rejimi, emir-komuta düzeni ister istemez sarsılıyor. Derken sözleşmeye, karşılıklı rızaya, hak ve hukuka dayalı ilişkiler dönemi başlıyor. Toplum sözleşmesini keşfediyor insanlık! Hal böyle olunca da her şey değişiyor, insanın toplum içindeki yeri değişiyor. Karşılıklı onamaya, mutabakata dayalı toplum düzeninde güç tek adamdan güçlerin ayrıldığı politik kurumlara doğru bir değişim geçiriyor. İnsanın doğuştan hakları olduğu kabul görüyor. Kölelik kalkıyor.
Ve bugün dijitalin yarattığı yeni bir üretim, dağıtım ve paylaşım düzeni geldi önümüze. Her şey bir kere daha değişimden geçiyor. Politik kurumlar ve toplum da değişim sürecine dahil oluyor.
Günlük pratiklere baktığımızda değiştiğimizi kolayca anlayabiliriz aslında. Ama şu aklımızı işgal eden belletilmiş, çivi gibi çakılmış, karşı çıkamadığımız, dokunmaya dahi korktuğumuz çağdışı düşünceler yok mu?
Tüm bu yaşanılan durumun müsebbibi tabii ki egemen politik sınıf. Bu sınıfın temsilleri kendi iktidarlarını kaybetmemek için inanılmaz bir boyutta direniyor. Toplum aklının değişmemesi için takoz rolü görüyorlar. Bilinen tüm bilinç araçlarını; kitle iletişimi, eğitim ve din kurumlarını toplumun üzerine salıyorlar. Tam bir propaganda düzeni acımasızca işliyor. Aklın gelişimini durdurmak, yeni dünyaya gitmek isteyenlerin, politik temsillerin önünü tıkamak için var güçleriyle savaşıyorlar.
Tarıma dayalı üretimin yarattığı tekelci iktidarlar insan haklarının, halkın yönetime katılacağı rejimlerin, demokrasinin önünü tıkamıştı. Endüstri çağının yarattığı mekanik ve plastik yeni devletin kurumları ve egemen sınıflar ise sivil demokrasinin, doğal hakların önüne takoz oldu.
Bugünün dünyasında üretim, tüketim ve ekonomide yeniden bir değişim yaşanıyor. Yeni paradigmanın adı dijitaldir. Dijital önüne kattığı her şeyi değiştiriyor, insan bilincini köklü bir biçimde etkiliyor. Antonio Gramsci’nin dediği üzere “eskinin öldüğü ama yeninin henüz doğmadığı canavarlar zamanındayız!”
Yeni dünyayı görebilenler önünü tıkayan takozlardan kurtulmak istiyor, sivilleşmek, demokrasinin kurallarını yeniden tanımlamak istiyor. İnsan hakları yeniden tanım bulmak istiyor, orta çağdan kalma köhne kurumsal yapıların tuğlaları bir bir sökün ediyor. Ne kadar direnilirse direnilsin değişim kaçınılmaz. Zaman kazanarak menfaatini korumak isteyen kim varsa esasen kendi sonunu hazırlıyor, geleceğini yok ediyor.