Ben çaycıyım arkadaş. Çay mı kahve mi derseniz tereddütsüz çay derim. Hele demini iyi almışsa değme keyfime. Benim öyle alelade demlenmiş çayla da işim olmaz. Bir kere dem iyi olacak. Yalnızca dem mi? Bardak da iyi olacak, bardak altlığı da çaydanlık da.
İçinizden “canım ne var, sonuçta kaynatıyorsun suyu, ne önemi var çaydanlığın” diyenler olabilir. Hiç öyle değil. Bunun emayesi var, çelik olanı var, camdan olanı porseleni var. Aparatlarının, ibriğinin farklı farklı özellikleri var. Gövdesi bombeli olan var, dar uzun olanı var, sapı metal olan var, tek parça olan var. Var da var işte, böyle uzar gider. Çaydanlık dediğin öyle sıradan bir mevzu değil…
Şimdi yazıya böyle başlayınca konuyu Karadeniz’de çayın taban fiyatından memnun olmayan üreticilere bağlayacağımı düşünenler olabilir. Yok yok konumuz o değil. Açık söylemek gerekirse beni onların hali de pek ilgilendirmiyor. Sorunu kendi elleriyle yarattılar, otursunlar bir zahmet kendileri çözsünler. Ya da dizlerini mi döverler birbirlerini mi orasını bilmem.
Ben çaydanlık üzerine yazacağım. Ama öyle sıradan bir çaydanlık konusunda değil. Russell’ın çaydanlığından bahsedeceğim…
Bertrand Russell yakın dönem düşünürlerden, İngiliz matematikçi ve tarihçi. Ana akım toplumsal kabulleri, basmakalıp değerleri karşısına almış sıra dışı bir karakter. Dileyenler çok daha ayrıntılı bilgiyi internet ortamında bulabilir.
Russell da yaşadığı dönemin etkisi altında birçok düşünür gibi dogma konusuna kafayı takmış birisi. Nasıl takmasın? İkinci Dünya Savaşı’na sebep olan dogmatik fikirler ve bu fikirlerin peşine sorgusuzca katılmış milyonları görseniz, yaratılan yıkıma, insanların diri diri yakıldığına siz de tanık olsanız pek farklı düşünmezdiniz, emin olun.
Ve bu kafadayken dönemi için dahi cesaret isteyen bir soruyu sorar. Tıpkı geçmişin karanlık dönemlerinde öne atılan aydınlar gibi o da bir adım ileri çıkar ve kamuoyu vicdanına ses verir: “Bir Tanrı Var mı?”
Dinlerin yanlışlanamaz savlarının yanlışlanması görevinin neden kuşkuculara düştüğü görüşünü çürütmek amacıyla ortaya bir analoji koymuş olur. Değil mi ama? Hep sorgulayan, kuşkucular iteklenip kakılmasın nihayetinde…
Sonra oturup aynı adla yazısını kaleme alır. Şimdi “böyle bir soru olabilir mi arkadaş?” diye içinden geçirenleri buradan görür gibiyim. Öyle ya tartışılmaz konular yaratmış bugünün din tüccarları egemenliğindeki toplum aklında zinhar böyle şeyler olamaz.
Russell, koşulsuz Tanrı inancı, sorgulamadan inanmak ve topluluğun düşüncesini kabullenmek üzerinden eleştiriler ortaya koyar yazısında. O vakitler 1952 yılında Illustrated adlı bir dergi yazıyı içeriğine katar ama sanırım yemez, yayınlamazlar. Her devirde işler aynı. “Düşünme, tartışma, olduğu gibi kabul et” baskısı demek o zamanlarda da etkili…
Yazısında şunları söyler:
“Eğer ben Dünya ve Mars arasında eliptik bir yörüngede Güneş’in etrafında dönen porselen bir çaydanlık olduğunu öne sürseydim ve bu çaydanlığın en güçlü teleskoplarımızla bile tespit edilemeyecek kadar küçük olduğunu ekleyecek kadar da dikkatli olsaydım, kimse bu görüşümün tersini kanıtlayamazdı. Ama devam edip de bu savımın yanlışlanamaz nitelikte olduğunu, insan aklının ondan kuşku duymasının kabul edilemez bir küstahlık olacağını söyleseydim, herkes haklı olarak saçmaladığımı düşünürdü. Ancak, eğer böyle bir çaydanlığın varlığı eski kitaplarca onaylansaydı, her pazar günü kilisede kutsal gerçeklik olarak öğretilseydi ve okullarda çocukların beynine kazınsaydı, onun varlığından kuşku duymak bir gariplik belirtisi olarak görülür ve o kuşkuyu duyan kişi, yakınçağda bir ruh doktoruyla, daha önceki çağlarda ise bir engizisyon yargıcıyla görüştürülürdü.”
Dört dörtlük bir tespit.
Geçmişi şöyle bir hatırlayalım isterseniz. Ne görüyorsunuz? Dinlerin eseri tartışılmaz, katı ve sorgulanamaz fikirleri, ilahi addedilen kelimeler üzerinden birtakım insanların kendileri için yarattıkları iktidar adalarını, diğerleri üzerinde acımasızca yaptıkları şeyleri, din marifetiyle orta çağ karanlığında insanların yakıldığını, zincirlere vurulduğunu…
Öyle çok geçmişe de gitmenize gerek yok hani. Bugünün Ortadoğu coğrafyası ve dinin etkili olduğu politik rejimlere bir göz atın bakalım. Neler gördünüz?
Russell’ın yazısının üzerinden bir süre geçer. Onun bu görüşlerini okuyan ve etkilenen evrimsel biyolog Richard Dawkins bir kitap yayınlar: “Bir Şeytanın Papazı”.
Dawkins kitabında Russell’ın çaydanlık fikrini daha da ileri götürür. Şu satırlara yer verir:
“Organize dinlerin, açık düşmanlığımızı hak etmesinin nedeni şudur ki, Russell’ın çaydanlığına olan bir inancın aksine, din güçlüdür, etkilidir, vergiden muaftır ve kendini korumaktan aciz küçük çocuklara sistematik biçimde aşılanır. Çocuklar gelişim yıllarını çaydanlıklar hakkında manyakça kitaplar ezberleyerek harcamaya zorlanmazlar. Devletin okulları, ana babaları yanlış biçimdeki çaydanlıklara inanmayı tercih eden çocukları okul sisteminin dışında tutmaz. Çaydanlığa inananlar, çaydanlığa inanmayanları ya da çaydanlık kâfirlerini veya çaydanlık sapkınlarını hatta çaydanlığı inkâr edenleri ölümüne taşlamaz. Anneler çocuklarını, bir değil de üç çaydanlığa inanan çaydanlık-gâvuru eşlerle evlenmemeleri için uyarmaz. Önce sütü koyanlar, önce çayı koyanların dizlerini parçalamaz.”
İşte yaşadığımız dünyanın içinde bulunduğu akıl halinin, organize dinlerin yarattığı düzenin bir özetidir bu.
Sen modern dönem olarak adlandırılan son yüz elli yıllık geçmişte onca deneyim yaşa, dini politik yönetim aracı olmaktan çıkar, insanlık tarihinde bağnaz iktidarların yarattığı felaketleri görerek hukukun ve insani değerlerin temelinde yeni bir dünya inşa et, bütün bunlar için onca kavga ver ve sonra gel yine aynı bataklığa gömül. Olacak şey değil doğrusu…
Russell’ın çaydanlığının peşine düşmüş, körü körüne inanmış bağnazlarla dolu bir dünyadayız vesselam. Çaydanlığa inanmanın organize dinler tarafından nasıl yürütüldüğüne, inananların nasıl şartlandırıldığına, küçük yaşta bağnazlığın nasıl yaratıldığına tanık oluyoruz hala. Üstelik Dawkins’in deyişiyle bir zorlama, bir cezalandırma düzeni olmadan. Modern dönemin araçları, kurumları içinde.
Demek ki mücadele hala bitmemiş!
Hal böyle olunca da dinlerin ya da bağnaz düşüncelerin devamlı olarak insanları yönlendirdiği dünyamızda içinde bulunduğumuz toplumsal sorunlara, politik kaosa ve ibretlik olaylara tanıklık etmemek imkânsız.
Orta çağdan çıktık ama hiç çıkmamışız gibi olağan dışı taassubun izlerini görüyoruz. Din ve dogmatik fikirlerle bezenmiş güçlerin sivil katliamlarına, insan hakları, yaşam hakları temelinde edinilmiş birçok kazanımın gözümüzün önünde yok oluşuna tanık oluyoruz.
Newton’un çok sevdiğim bir sözü var. Kendinden önceki bilim insanlarını yücelten bir söz. Şöyle der: “Eğer daha uzağı görebiliyorsam, bu benden önceki devlerin omuzlarında durduğum içindir.”
Şurası bir gerçek, aydınlanmanın, pozitif bilimlerin yükseldiği bir dönem olmasaydı, bilimsel bakış gelişmeseydi dünya hala skolastik düşünce ve bu düşüncelerin etrafında toplaşmış bağnaz politik egemenlerin etkisi altında olacaktı. Ancak Newton’un da dahil olduğu devrimci gelişmeler dünyayı değiştirdi.
Öyle kolay gelmedi tabi aydınlanma. Ne kavgalar ne mücadeleler verildi, kimler hayatlarından oldu, kimler nelerini kaybetti.
Ama bugün anlıyoruz ki aydınlanma maalesef görüldüğü üzere her yere ulaşmamış.
Kendinden önceki devleri görüp onların omuzlarında yerini almayan toplumlar, halklar, devletler dünyayı çürütmeye devam ediyor. Bağnazlık dünyanın her yerinde halen diri ve yıkıcı bir araç olarak etkisini sürdürüyor.
Hamas’ın “Süpernova Müzik Festivali”ni basıp yüzlerce sivil insanın ölümüne sebep olmasıyla Refah’ta Filistinli çoluk çocuk kadınların sığındığı kampa bomba yağdıran İsrail aklı arasında bir fark yok. Hangisine sorsan “trajik hata” diyerek konuyu geçiştirmeye çalışıyor. Ama bu eylemlerin arkasında bağnaz fikirler, dogmatik akıllar yatıyor, hepimiz biliyoruz.
İnsanlık tarihi güçlünün zayıf üzerine, bağnazca inanışlara, saplantılı fikirlere dayanarak, istilacı bir akılla uyguladığı acımasız katliamlarla doludur. Büyük İskender’in, Cesar’ın yaptığı katliamlar, Perslilerin, Moğolların, Ortadoğu’da İslam devletlerin, Mısırlıların, İspanyolların… Orta çağ ve öncesi Avrupa’yı ve dünyanın herhangi bir yerinde yaşanan trajedileri anlatmaya burada satırlar yetmez.
Ama o geçmişle bugünü birbirinden ayıran çok temel bir gelişme var. İnsanlık feodal dönemi bitirdi, modern dönemin politik yapısını inşa etti. Gücün değil hukukun temelinde yeni bir dünya yarattı. Geçmişin güce dayalı politik dünyasından köklü bir şekilde ayrıldı. Öylesi savaşlar ve katliamlar bugünün dünyasında kabul edilebilir bir şey değil.
Ancak görüyoruz ki çok da bitirememişiz o dönemin etkisini. Yakın dönem dünya savaşlarında, Bosna’da, Kuzey Irak’ta, Sincan Uygur bölgesinde yaşanan sivil katliamları ayrı bir dram. Yaz yaz bitmez. Zira insanlık tarihi sivil insanların katledilmesini içeren yüzlerce, binlerce trajediyle dolu.
Yalnızca başka ülkeler değil kendi ülke vatandaşlarına da insanlık suçları işleyen dogmatik fikirlere saplanmış iktidarlar gördü bu dünya. Şili, Arjantin, İspanya, El Salvador ve bizimki gibi yüzlerce ülkede yaşanmış askeri darbe ve sonrası gelişen acı verici olaylar hala hafızalarda.
Savaştayız gerekçesiyle yaşanan sivil katliamları durmak bilmedi. Vietnam’da 16 Mart 1968 tarihinde, tam da benim doğduğum yılda, çoluk çocuk, kadın yaşlı demeden 347 sivilin ABD askerlerince katledildiği My Lai katliamı. Biliyor musunuz bilmem katliamı yapan hiçbir asker ceza almadı. 1969 yılının Ocak ayında ABD büyükelçisi olarak ODTÜ’ye ziyarette bulunan Vietnam Kasabı lakaplı Robert William Komer’in cadillac marka arabasının yakılması hadisesinin arkasında işte bu katliam için ders verme düşüncesi bu yatar. Eylemi yapan Sinan Cemgil, Ulaş Bardakçı, Tuncay Çelen ve İbrahim Seven adlı öğrencilere dogmatik fikirlerin esiri iktidarlar tarafından neler yapıldığını hiç unutmadık.
“Yankee go home” sloganlarına sebep olan ABD’nin karnesinin ne kadar berbat olduğunu da unutmadık tabi. Irak’ta yüzbinlerce sivilin öldürülmesi, Afganistan’da yaşanan trajik olaylar…
Sivillerin savaş hallerinde korunması, savaşlarda sivillere yönelik şiddet uygulamalarının sonlandırılması için yapılan tüm çabalar son yüz elli yıllık tarihin eseridir. İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımına tanık olan insanlık 1949 senesinde Sivil Halkın Korunması ile ilgili olan IV. Cenevre Sözleşmesi’ni hayata geçirmiştir. 1977’de “abi bu yetmez” denilerek ilave protokoller imzalanmış, savaşlarda sivil yani savaşmayan, silahsız halkın korunması amacıyla sivil hedefler ve askeri hedefler arasındaki fark açıkça vurgulanmıştır. Vurgulanmıştır vurgulanmasına ama uyan kim?
Yani anlayacağınız üzere o aydınlanma süreci yaşanmamış olsaydı savaş hukuku ve sivillere yönelik düzenlemeler de gelmeyecekti. Ancak görünen o ki aydınlanma ile elde edilen kazanımların, aklın ve bilimin eseri yeni dünyanın değerleri giderayak yok ediliyor. Göksel çaydanlığın peşinde koşan, koşulsuz, sorgusuz inanma kolaycılığıyla hareket ederek aklı bastıran dogmatik kafalı sosyal ve politik iktidarlar insanlığı bir kere daha kaosa sürüklüyor.
Sizi bilmem ama ben artık yazıya nokta koyup mutfağa geçiyorum. Bu kadar yazdık bir çay demlemezsem içim rahat etmeyecek. Malum çayı çok severim. Ve çaydanlığı da yalnızca çay için kullanırım…