Hasta oluyorum şu televizyon programlarına. Neymiş “benzer benzeri çekermiş”, neymiş “düşüncelerine sınır koymamalıymışsın” neymiş “evrene olumlu mesaj göndermeliymişiz”, “yıldızlar bize bizi söylüyormuş”. Astroloji uzmanı mıymış, yaşam rehberi miymiş, burç yorumcusu muymuş, neyse ne işte.
Her kanalda birbirinden beter, birbirinden saçma, birbirine benzer programlar. Abartılı bir makyaj, rüküş kıyafetler içinde kadınlar birbirlerine laf yetiştiriyor. Onlara bakarsan insanların yaşadıkları zorlukların çözümü yine kendi ellerinde. Kendi başlarına tüm sorunlardan kendi olanaklarıyla kurtulabilir, içinde bulundukları dertleri kolaylıkla çözebilirlermiş. Ağız dolusu zırvalıklar… Biraz magazin, biraz ilgi çekici, süslü püslü birkaç kelime, fonda dramatik müzikler, renkli bir sahne. Gelsin fakirlere masallar… Gecekondularda, çadırlarda, kışın orta yerinde sobası yanmayan, zavallılığa, umutsuzluğa mahkûm insanları avlama düzeni…
Toplumsal düzen ve ilişkileri, sınıfları, yaşam biçimlerini, egemenlerin dayattığı sömürmeyi kolaylaştırıcı sözde fikirleri göz ardı ederek, her zorluğun bir çözümü olduğu, bunun da bizatihi insanın kendi elinde olduğu yalanını yayan boş lakırdılar… Sanki nitelikli eğitime, nitelikli sağlığa o yoksullukla erişebileceklermiş gibi, sanki herkes için eşit yaşam olanakları varmış gibi orta yere saçılan yalanlar… İnsanların hülyalarını boş hayallerle dolduran şarlatanlar…
Kapitalist bir ekonomi-politik düzende medyanın egemen sınıfın bir güç aracı, şu zenginlerin, devlet mekanizmasını elinde bulunduranların bir silahı olduğunu söylemekten dilimizde tüy bitti vesselam…
“Ooo Muzaffer Abi hoş geldin.”
“Hoş bulduk hocam, hoş bulduk. Valla bu saatte kimseyi görmem sanıyordum burada ama…”
“Ne yapalım abi, kafa dinlemek için bu saatler daha iyi. Gel hele bir otur, asıl haberler sende, epeydir yoktun.”
“Hollanda’ya gittik hanımla. Bizim kızın yanına. Biraz da tatil olsun dedik, kaçtık anlayacağın.”
“Gözün aydın, nihayet görüştünüz. Nasıl durumlar? Alışmış mı üniversiteye?”
“Hayatından çok memnun. Ne yalan diyeyim, hani orayı görünce bizde mi oraya yerleşsek dedik kimi zaman.”
“Buralara benzemiyor değil mi?”
“Adamlar işi bitirmiş.”
“Ama deme öyle Muzaffer abi şimdi. Bana o kadar laf etmiştin geçmişte. Bizim memleket gibisi yok, bizim insanımız gibisi yok, bizim köyün üstüne yok diye…”
“Ya bizim memleket bize memleket. Alışmışız biz… Ama işte maalesef ne hukuk var ne adalet ne de düzen. Adamlar yüzyıllar öncesinden çözmüşler. Yaşam standartları zaten bizle kıyas edilecek gibi değil. Ama her insan devlete uyumlu, kuralı biliyor, ona göre yaşıyor. Refahtan herkes payına bir şeyler alıyor.”
“Orada da gelir dağılımı uçurumu vardır ama.”
“Var tabi. Zengin yine zengin. Nihayetinde kapitalizm bu. Ama herkes her şeye erişebiliyor. Zengin fakir ayrımını sokakta hissetmiyorsun. Minimum standartlar sağlanmış bir kere. Sağlık, eğitim, sosyal imkanlar…”
“Eh o zaman durduğunuz kabahat.”
“Öyle kolay mı bizler için yahu? Bizim yaşlar ilerledi, oralara uyum sağlamak zor. Ama gençler gitsin. Bak oğlum Almanya’da uzun zamandır. Kız da üniversiteyi bitirince Hollanda’da kalabilir, belki başka bir Avrupa ülkesinde de olabilir. Bu gidişimde konuştum onunla. Eğer istiyorsan seni destekleriz dedim.”
“Ama Muzaffer abi o gidecek bu gidecek, kim kalacak bu ülke için?”
Duralıyor ister istemez. O da biliyor imkânı olmayanların kalacağını. O da biliyor imkânı olsa her gencin gitmek istediğini. Bitişikteki cama eliyle bir iki kez vuruyor. Sitenin sosyal tesisinde ikimizden başka kimse yok bu akşam. Kafe işleticisi ve çalışmaya iyeni başlamış şu genç kız dışında. Eliyle işaret yaparak “iki kişilik çay mı” diye soruyor. Muzaffer abi başıyla onaylıyor.
“Bak görüyorsun o gidemeyecek nihayetinde.”
“Bu ülkede hakkın, hukukun, özgür düşüncenin olmadığını bilirsin” diyerek söze giriyor. Sonra devam ediyor: “Eğitime, sağlığa herkes eşit olarak erişiyor mu? Hayır. Herkes düşüncesini ortaya koyabiliyor mu? Hayır. Bak yüzyıllar geçmiş, Cumhuriyet kurulmuş ama halen insanlar tarikatların, cemaatlerin ipinden tutuyor. Cehalet esir almış bizi…”
İyi de Muzaffer abi, okumuş aydınlanmış gençler ülkede kalmazsa, medeni dünyadan koptuğumuzun farkında olanlar mücadele vermezse nasıl olacak şu değişim dediğin şey?”
“Nasıl olabilir?.. Sen okumuşsun da ilim adamı olmuşsun da ne olmuş? Bak ülkenin her yerinde tarikatlar yüzbinleri peşine takmış. Seni kaç kişi takip eder. Yahu sahiden merak ettiğim bir konu bu biliyor musun? Altı üstü orta ölçek kırk elli adamlık bir şirketim var, hiçbirine laf geçiremiyorum. İçlerinde mühendisi var, mali müşaviri var, teknisyeni var. Yani anlayacağın okumuş akıllı adamlar. Maaşlarını veriyorum, işin ekonomik yükü bende. Çalışsınlar diye gönüllerini hoş tutmaya çalışıyorum. Ama yine de lafım geçmiyor. Öte tarafta ilkokul mezunu bile olduğu şüpheli birileri, ne iş yaptıkları, meslekleri olup olmadığı şüpheli birileri var. Bir bakıyorsun yüzbinler peşinde. Ben mühendise lafımı dinletemiyorum o mühendis gidip bunların peşinde, salya sümük ağlıyor, eteklerini öpüyor. Anlayamıyorum bu işi gerçekten. Biz bir yerde yanlış yapıyoruz ya neresi anlamıyorum.”
“Abi anlamayacak ne var. Ortada dönen bir ekonomi, güç ilişkileri var. İşin tiyatrosu o görünenler. Arkada ne dolaplar dönüyor tahmin edebilirsin. Bazılarının ajan olduğunu da göreceğiz bak ileride. Yaz bir kenara…”
“Ya iyi de o adamların böyle olduğunu millet nasıl görmez. Nasıl olurda peşlerine düşer yüzbinler, milyonlar? Nasıl bir ikna sistemi ne veriyorlar ne vaat ediyorlar, nasıl bir düzendir bu?”
“Din ya da dogmatik fikirler böyle işte Muzaffer abi. İnsanı içine alır, hapseder. Bak Hollanda deyince aklıma geldi, sana anlatayım. Oradan pay çıkar şu konuştuklarımız için. Galileo’yu bilirsin. Hani ‘dünya yuvarlak, güneşin etrafında dönüyor’ demişti de canından oluyordu. Onun evrenle ilgili saptamalarının başlangıç hikayesi Hollanda’ya dayanıyor. Bilir misin?”
“Yapma ya?”
“Şimdi bu evren araştırmaları için teleskopu İtalya’da ilk olarak Galileo geliştiriyor. Ancak olayın başlangıcı Hans Lippershey adında Hollanda’lı bir mercek imalatçısına dayanıyor. Bu adam dürbünü icat eden kişi. İlk çıktığında oyuncak olarak satılmış o dürbünler Hollanda’da. Nasıl ama?”
“Hadi canım?”
“Öyle. Ama o oyuncağın kaderini Galileo değiştiriyor. İcadın önemini hemen kavrıyor. Askeri anlamda kabul göreceğini düşünüyor. Hızla üzerinde çalışmaya başlıyor. Mercek taşlama ve cilalamayı öğreniyor. Galileo sıradan bir adam değil. Sonra ürettiği dürbünü Venedik’in ileri gelenlerinin, askeri ve yerel yöneticilerinin önünde sergiliyor, onlara gösteriyor. Böylelikle daha sonraları teleskop adını alacak olan bu cihaz ile bir anda ordunun ve ileri gelenlerin gözüne giriyor.
Bu icadı karşılığında ne oluyor dersin? Maaşına zam ve Padova Üniversitesi’nde ömür boyu çalışma garantisi… Bu önemli bir şey, küçümseme… Zira bu üniversite o zamanlar Avrupa’nın en özgürlükçü üniversitelerinden biri. Daha önce çalıştığı Pisa’daki üniversiteden, oranın bürokratik ve geleneksel yapısına ters düştüğü için atılmış biri Galileo. Sonra buraya geliyor. Üstelik çok zor maddi koşullar içindeyken yüz elli kilometreyi bulan bir yolu yürüyerek geliyor. Eh öyle kolay iş değil bilim insanı olmak…
Zaman içinde teleskopu geliştiriyor. İnsan gözünden otuz kat daha güçlü gösteren bir alet elde ediyor. Ve tabii ki hemen gökyüzünü incelemeye başlıyor. Ay, Jüpiter, Venüs, Satürn. Hepsini inceliyor. Gökyüzünde çıplak gözle görülenden çok daha fazla yıldız olduğunu fark ediyor. Dünyanın dışında gezegenler olduğunu görüyor. Bugüne ismini taşıyan keşfini ise Jüpiter ile yapıyor. Bu gezegenin etrafında dönen uyduları fark ediyor.
O vakitler Aristo’dan beri süregelen ve İncil’de de kabul görmüş olan bir düşünce hâkim: Dünya evrenin merkezi. Tam bir din despotizmi her yeri sarmış, öyle düşün…
Gülümseyerek sözümü kesiyor: “Bugünün Türkiye’si desene.”
‘Sorma… Ama onlar bizim gibi değil, inatla bilim demişler… Jüpiter’in etrafında dönen uydular neden dünyayı merkez almamış olabilir?’ diye soruyor kendine. Venüs’ün güneşin yörüngesinde döndüğünü keşfettiğinde ise kendinden emin oluyor. Artık onun için dünya evrenin merkezi değil… Bugünden bakıldığında ilkel olan o teleskop ile birçok keşfi yapıyor ve her şeyi bir kitapta topluyor.
Adı Sidereus Nuncius, yani “Yıldızlardan Gelen Haber”
“Desene adam zamanının çok önünde gitmiş.”
“Öyle abi. Ama zamanın önünde gitmek kolay iş değil. Önden gidenler geleceği görür ve diğerlerine söyler. Ancak egemen toplum aklı bu erken haber vericilere hep sorun olmuştur. Hele bir de 1600’lü yıllardan, engizisyondan, güçlü bir Katolik Vatikan’dan bahsedersek ilericiliğin kolay olmayacağını tahmin edebilirsin.
Galileo ile gözlemsel astronomi başlıyor. Tabi onun çalışmaları kısa sürede kilisenin de dikkatini çekiyor. Güneş merkezli evren fikri düpedüz İncil’e meydan okumak, kafirlik demek o vakitler. Dinin egemen olduğu bu coğrafyada bilim o güne kadar dokunulmaz olan her şeye meydan okuyor. Rönesans ve reformlar çok zor koşullarda gerçekleşiyor anlayacağın, burayı unutmayalım.
Galileo’dan önce de böyle bir evren fikrini ortaya koyanlar var. Kopernik ve Giordano Bruno en bilinenleri. Ama Galileo gözlemsel çalışmalarıyla bunu ispat eden kişi.
“Desene biz adamlardan yüzyıllar sonra aynı sorunları yaşıyoruz.”
“Herhalde abi. Biz rönesansımızı yaşayamadık ki aydınlanalım. Esas olan dindar sınıfın aydınlanması. Kopernik de Giordano Bruno da dindar sınıftan hatta din adına çalışan insanlardı… Galileo da dindar biri bu arada. İncil’de yazanlarla yaptığı bilimsel gerçeklerin çelişmemesi düşüncesi onda hâkimdi.
Kilise Galileo’yu güneş merkezli evren fikrinden vazgeçmesi için zorluyor tabi. Eğer kurallara uymazsa hakkında suç duyurusunda bulunacağını açıklıyor. Çaresizlik içindeki Galileo kabul ediyor. Bu arada Kopernik kitabı da yasaklanıyor.
Bu süreçte Galileo uzaklara bakmak yerine mikroskobuyla küçük canlıları incelemeyi tercih ediyor. Tam o dönemlerde Papa değişiyor. Bilim konusunda daha ileri biri olan Sekizinci Urban Papa oluyor. Bu arada bu papa Galileo’nun çalışmalarını takip eden biri.
Galileo yeni papaya Kopernik’in çalışmaları üzerindeki yasağın kalkıp kalkamayacağı konusunda danışıyor. Sekizinci Urban bunu yapamayacağını ancak Kopernik’in çalışmasının tartışmaya açılmasını sağlayabileceğini söylüyor. Ama Galileo’yu kitap konusunda da uyarıyor. “Yazacaklarına dikkat et” diyor. Teorilerinin kanıtlanmamış bir iddia olduğunu yazmasını salık veriyor.
Galileo bu gazla kitabını hazırlıyor. “İki Büyük Dünya Sistemi Hakkında Diyalog” adlı yeni eseri Papa ve engizisyon izniyle basılıyor. Basılmasına basılıyor ancak Papa’nın uyarısı dikkate alınmamış. Katolik kilisesi şak diye dava açıyor. Artık hayatı tehlikedeki yaşlı adam sağlığı nedeniyle af diliyor. Engizisyon “Kopernik’in iddialarının yanlış olduğunu” söylemesi durumunda ve söylediklerinden dönme koşuluyla affedileceğini kendisine iletiyor. Mahkemenin dördüncü gününde bir itirafname önüne konuyor. Dünyanın güneşin etrafında dönmediğini içeren bu belgeyi herkesin huzurunda okuması isteniyor. O da çaresizce hayatta kalmak için yapıyor. Kilise kararını açıklıyor. İbret olsun diye yine de ceza veriyorlar ve ömrünün sonuna kadar ev hapsine mahkûm ediyorlar.
Kitaplarının, yazılarının toplanıp yakılmasına karar veriliyor. Kitap yazması yasaklanıyor. Karar meydanlarda okunuyor, üniversitelere gönderiliyor. Evi artık hücresi oluyor. Ama suskun kalıyor mu Galileo? Mümkün değil. Hareketin ve maddenin fiziği üzerine bir kitap yazıyor. Bu son kitabı.
İtalya’dan gizilce çıkmasını sağlıyor kitabın ve nereye gönderiyor dersin? Hollanda’ya…
İşte senin Hollanda öyle bir özgürlük ortamında ve Avrupa’da her bakımdan özgür düşüncenin yaşadığı en iyi yer. “İki Yeni Bilim Üzerine Diyaloglar” adlı eseri burada yayınlanıyor. Geleceğin bilim insanlarına ışık tutuyor eser. Kendisi tutsak olsa da fikirleri dünyanın her yerine yayılıyor. Bugün senin kızın okuduğu üniversite işte öyle bir geçmişten geliyor Muzaffer abi.”
“Gerçekten şimdi daha iyi anlıyorum. Taassubun, karanlık düşüncelerin hâkim olduğu topraklarda özgür, bilimsel ve eleştirel düşünceler yeşeremez tabi. Hollanda bizden ileride olmasın da kim olsun?”
“Abi düşünsene. Karanlık bir Avrupa aydınlanmayla bugünlere ulaşıyor, biz ise hala bugün koyu bir taassubun, tarikatların elindeki bir toplumun nasıl kurtulabileceğini konuşuyoruz. Galileo ile gelişen bu düşüncelere Avrupa’da din direnmemiş mi? Direnmiş tabi. Değişim öyle kolay bir iş değil… 1700’lü yıllarda güneş merkezli evren fikri yavaş yavaş kabul görmeye başlıyor. Vatikan 1800’lü yıllarda Galileo ve Kopernik üzerindeki yasakları kaldırıyor. Dahası 1990’ların başında Papa ikinci John Paul kilisenin Galileo’ya karşı hatalı davranışını kabul ediyor ve pişmanlık duyduğunu açıklıyor.”
“Komedi gerçekten.”
“Komedi tabi. Anlayacağın üzere bu ülkede gençler özgür ve güvende olmadıklarını bildikleri için gitmek istiyor. Biliyorlar ki ancak bu şekilde geleceklerini kurtarabilecekler. Aksi halde, kokuşmuş, taassup içindeki bir toplumun ve onlar üzerinde yer edinmiş tarikatlara dayalı iktidarların dediklerine boyun eğecekler. Sen olsan ne yapardın? Adam dört yüz yıl öncesinden, yıldızlardan gelen bilimin haberini getirmiş. Bilimle gelişecek bir dünyayı müjdelemiş. Bizim medya şarlatanları da tarikat zavallıları da yıldızlardan yalan dolan getirmekle meşgul. Gel de isyan etme.”