Uzun süredir yazmak istiyordum Kanada hakkında, belki de haddim olmayarak. Üç yıla yakın bir süredir buradayım… Aslında bir yere alışmak için yeterli ancak “oralı” olmak için kısa bir süre bu. Nitekim, hala eski alışkanlıklarım devam ediyor. Belki bir Kanadalı gibi hareket ediyorum ancak asla onun gibi düşünemiyorum. Bundan şikayetçi de değilim doğrusu. Neticede, içinde yoğrulduğum kültürün güzelliklerini temsil etmek, bunun takdir edildiğini görmek hoşuma gitmiyor değil.
Kanada bir göçmen ülkesi. Oluşturduğu ve günün şartlarına bağlı olarak geliştirdiği, değiştirdiği kriterler ağına uygun bulduklarına, meşakkatli bir süreç sonunda oturum izni veriyor. Dünyanın dört bir tarafından o kadar çok talep alıyor ki, kıstaslara uygun olanı bulmak hem zor hem de zaman alıcı. Sistem o kadar güzel oturmuş ki, bırakın etki etmeyi, “içeriden” haber almak dahi mümkün değil. Başvuru sahiplerini bekleyen, sabırla sınadıkları bir süreç.
Bu süreç “onay” ile birlikte bitmiyor aslında. Her şey yeni başlıyor. Bu aşamaya gelmiş başvuru sahiplerinin, nasıl bir işe kalkıştıkları konusunda bilgi ve fikir sahibi olduklarını sanırsınız. Öyle de olmalı! Gelin görün ki, özellikle son dönemde ülkemizden böylesi bir girişimde bulunanların çoğu, kendilerini bekleyenlere hazırlıklı değiller.
Farklı ortamlarla kaynaşabilmenin ön şartı dil bilmekten geçiyor. Dil bilmemenin getirdiği gettolaşma kültürü hem göçmen için hem de göçülen ülke için önemli sorunlara neden oluyor. Kendi dilini konuşanların arasına sıkışıp kalmak, etrafla iletişim kuramamak insanı geri bırakıyor. Oysa kişi, göçmen ülkesinin dinamiklerinden yararlanabilse, topluma entegre olabilse, çok daha başarılı olacak, çok daha müreffeh bir yaşam sürecek.
Tabii ki entegrasyon meselesi Kanada’yı da yormaya aday. Bunun önemi teorik olarak bilinse de, yaşamın kıvrımları içinde ıskalanıyor. Her toplumun günlerini kendi arka bahçesinde götürmeye çalışması, neşesini ve kederini kendi içinde yaşamayı öncelemesi, ülke için hiç de iyi değil.
Geleceğin perspektifinde kara bulutların görülmeye başlaması, on yıllar önce buraya göçmüş ailelerin Kanadalı olarak dünyaya gelen çocukları tarafından endişe ile izleniyor. Altmışlarına, yetmişlerine gelen bu ikinci (ya da bazen üçüncü nesil) göçmenden inme Kanadalılar, “bizim gençliğimizde buralar çok daha yaşanası yerlerdi…” gibi bir tespitte bulunmaktan geri kalmıyorlar.
Uzakdoğu’dan, Güney ve Orta Amerika’dan, Doğu Avrupa’dan ve Ortadoğu’dan gelenleri ile yerlileri ile Büyük Savaş nedeni ile göçmüş olanları ile büyük bir aile Kanada. Ve her ailede olduğu gibi, anlaşmazlıklar, husumetler, kavgalar, ve hatta daha ötesi, yok değil. Herkesin, bir yerde, yabancı olduğu bir ortamda, yabancı düşmanlığına, ırkçılığa son derece hassas bir toplum. Gelin görün ki, son aylarda, başta Toronto olmak üzere, birçok kentte, ırkçılığın hatırı sayılır şekilde arttığına tanık oluyoruz.
Yahudi işyerlerini boykot etmek, Yahudi işyerlerindeki müşterileri taciz etmek; Yahudi işyerlerine, kurumlarına maddi hasarlı saldırılarda bulunmak, Yahudilerin yaşadıkları evlere tacizde bulunmak, işyeri ve evlerin fotoğraflarını çekmek, Yahudi okullarına saldırılarda bulunmak, Yahudi gençlerden oluşan spor takımlarına tacizde bulunmak, Yahudi toplumu üyelerine saldırı hazırlığı içinde olmak, ticaret ve alış-veriş merkezlerinde, lise ve üniversitelerde Yahudi aleyhtarı sloganlar atmak, İsrail’in varlığını tartışmaya açarak yok edilmesi gerektiğini sloganlaştırmak, Yahudilerin yok edilmesi gerektiğini sloganlaştırmak, Hitler’i övmek, Hamas’ın 7 Ekim saldırısını haklı bulmak ve bunun mutlaka tekrar edilmesi gerektiğini sloganlaştırmak, gösterilerde Kanada bayrağına saldırmak, güvenlik güçleri ve polise karşı gelmek, kentin meydan ve ana caddelerini işgal etmek, Araçlara, kent mobilyasına zarar vermek ve daha niceleri sosyal medyada karşımıza çıkıyor.
Bu anlamda 7 Ekim’in bir dönüm noktası teşkil ettiğini söylemek yanlış olmaz. Yapılan gösterilerin neredeyse hiç birinin İsrail Elçiliği veya Konsoloslukları önünde yapılmaması, ülkedeki Yahudi toplumunun ve yaşantısının hedef alınması, Yahudi düşmanı hareketin, Filistin meselesini kaldıraç olarak kullandığını ortaya koyuyor.
Kitleleri motive eden, onları sokağa döken Gazze’de olup bitenler değil. Şiddet içeren ya da içerebilecek gösteriler, biraz da federal ve yerel hükümetlerin Filistin yanlısı gösterilere sessiz kalmasından kaynaklanıyor. Ottawa’nın, derhal ateşkes isteyen Birleşmiş Milletler Genel Kurul kararına destek vermesi, Hamas liderliğinin Kanada’yı bundan dolayı kutlaması, daha önceden yaşanmamış bir süreci işaret ediyor.
ABD ve Fransa’dan sonra diasporada yaşayan en büyük Yahudi toplumu Kanada’da bulunuyor. Ülkenin gelişmesine katkı sunan ve siyasi/sosyal açıdan tamamen entegre olmuş toplumun ilk baştaki şaşkınlığı şu anda Trudeau hükümetine ve Liberallere karşı öfkeye dönüşmüş durumda. Hatta belki şaka yollu da olsa, Kanada’dan göç etmeyi düşünenler de yok değil.
Buradaki İsrail karşıtı tepkilerin ardında genellemede bulunmadan, gittikçe genişleyen Arap nüfusun rolünü yadsımak mümkün değil. Neredeyse her hafta düzenli şekilde programlanan gösteriler, uzun soluklu hazırlıkları gerektiriyor diye düşünüyorum. İşin içinde finans kaynaklarının seferber edilmesi dahil, ön çalışmaların akademide ve gençler arasında karşılık bulduğunu da eklemek gerek. Bu anlamda, insani duyguların istismar edildiği, mantıktan çok derin duygulara hitap eden “mazlum” imgesinin ön plana sürüldüğü ve ironik olarak ilerici solun, LGBT hareketinin sempatisini kazanan bir propagandadan söz etmek mümkün.
Geçtiğimiz aylar gösterdi ki Kanada bu konuda yalnız değil. Fransa uzunca bir süredir Yahudi karşıtı gösterilere hatta saldırılara, cinayetlere sahne oluyor. Ülkedeki antisemit olayların kaynağı yine on yıllardır buraya yerleşmiş Arap nüfus. Güvenlik güçlerinin giremediği, kentleri yakıp yıkan nefretle harmanlanmış kızgınlığı, Filistin bağımsızlığı ile bağdaştırmak nasıl mümkün olabilir? Buradaki Müslüman Arap nüfusun eski Fransız sömürgelerinden geldiklerini göz önüne alırsak, kendilerinden önceki nesillerin yaşamış oldukları muamelenin buna neden olduğunu öne sürebiliriz. Eğer durum böyleyse, o zaman Yahudi düşmanlığını bunun neresine koymak gerekir? Bu soruya verilecek yanıt basit: Bırakın Yahudi’nin olduğu yerde, olmadığı yerde dahi antisemitizm vardır. Bugün de bunun şampiyonluğunu radikal İslami akımlar yapmakta.
Fransa böyle de İngiltere çok farklı mı? Gazze savaşının ilk haftalarında Londra’da yapılan İsrail karşıtı mitinglere katılan kalabalığı hatırladıkça, Britanya başkentinin demografik yapısı hakkındaki iddialar aklıma geldi. Hal böyle iken ırkçılığa karşı Almanya’da alınan önlemleri, Hollanda seçimlerinden sağcı/ırkçı partinin zaferle çıkması gibi sonuçları yadırgamamak gerek.
İnsan hakları, düşünce özgürlüğü, toplanma hürriyeti gibi kavramlar batı uygarlığının olmazla olmazlarıdır. Bunları önceleyen toplumlar, sonuca varmak için ağır bedeller ödemişler, yüzyıllar boyunca birbirleri ile savaşmışlar, ihtilaller yapmışlar, kan ve gözyaşı ile medeniyetlerini kurmuşlardır. Bu gerçeği teslim ederek, uygar yaşamın dengesini dinamitleyecek, gündelik yaşantının içine kavgayı, savaşı, vahşeti koymak isteyeceklere kapıların önceki kadar cömertçe açık tutulmayacağını da görmek gerekir. Bugün olan da budur!
Kanada’ya dönecek olursak. 2025 yılının Ekim ayında yapılması beklenen genel seçimlerde Trudeau ve Liberallere şans tanıyanların sayısı gittikçe azalıyor. Bunda ekonomik unsurların olduğu kadar göçmen politikasının, konut sorunun, sağlık sistemindeki problemlerin de rolü var. Bir de Ukrayna’ya yapılan askeri yardımlar, İsrail-Hamas savaşında takınılan tavır var ki bu hususların yakın gelecekte gittikçe artan tempoda dile getirileceğini düşünüyorum. Özellikle ikincisinde Trudeau ve Liberallerin deyim yerindeyse, “ne Musa’ya ne İsa’ya” yaranamadıkları sıkça dile getiriliyor. Filistin yanlıları Kanada’nın İsrail’e olan desteğinden dem vururken, Yahudiler ise yukarıda bir kesitini vermeye çalıştığım somutlaşan antisemitizmden yakınıyor, kentlerinde artık güvende olmadıklarını haykırıyorlar.
Son tahlilde umuyorum ki herkesin bir birine saygı ile yaklaştığı, ön yargıların davranış kodunda yer almadığı Kanada, Batı Avrupa’nın kirlenmiş havasının mahkumu olmaz.
İngiltere ve başkent Londra’da geçmiş aylarda yapılan Filistin yanlısı gösteriler için de bunu söylemek yanlış olmaz.
Oysa bu olayların, İsrail – Hamas savaşına bir katkısı yok. Zaten Hamas’ın son dönemlerdeki uzlaşmaz tavrı, meselenin Filistin’in geleceği ile ilgili olmadığını ortaya koyuyor. Rehineler, bugün itibarı ile doksan günü aşkın bir süredir Gazze’nin dehlizlerinde tutuluyor. Halk, 8 Ekim’den bu yana savaşın ortasında yaşam mücadelesi veriyor. Gelin görün ki Hamas hala İsrail’e roket atıyor, liderleri hala savaşa devam edeceklerini ve 7 Ekim’e benzer saldırılarda bulunacaklarını açıklıyorlar. Devletler topluluğu ise İsrail’i kınamak için harcadığı zamanın onda birini Hamas’a bir an önce İsrail’e roket saldırılarını durdurması çağrısı için harcamıyor.
Hamas, Filistin halkı için verdiğini söylediği mücadeleyi dünyaya yayıyor. Gazze’de alacağı bir yenilgi bu anlamda onun için oyunun sonu olmayacak. Kâh Yahudi hedeflerine, kâh “kendi tarif ettiği İslam’a” karşı duracaklara gelecekte zor anlar yaşatacağını düşünüyorum. Ve bunun kendi halkına bir getirisi olmayacağı da gerçek.
Batı ile zaten başı dertte olan Rusya ve iki eksenli olmasını arzu ettiği dünya düzeninde kendine yer açmaya çalışan Çin’in bu hareketlere çok da fazla karşı çıkacağını da öngörmüyorum. Zaten şu andaki sessizlikleri de bu durumu kanıtlıyor.