- “Görüyor musun?”
- “Görüyorum.”
- “Ama aynı şeyi görmediğimize bahse girerim.”
- “Nedenmiş?”
- “Öylesine farklı bir geçmişten geliyoruz ki aynı şeyleri görmemiz mümkün değil.”
- “Doğru siz şehirli bir akademisyen bense taşrada bir öğrenci.”
- “Bunu kastetmemiştim… Ancak haklısın.”
Karton bardaktan da çay mı içilir arkadaş, güzelim cam bardaklar varken nereden çıktı bu şimdi? Hiç de tat vermiyor doğrusu!
Ne yalan söyleyeyim böyle bir yanıt beklemiyordum. Şaşkınlığımı hemen atamadım. Kısa bir sessizlik anıydı sanırım… Aramızda çok fazla fark vardı ve aynı şeyleri görmemiz zaten imkansızdı. Onca yaş farkı, eğitim, kültürel deneyim… Nasıl desem, bizi var eden kelimeler dahi farklıydı. Yani bana göre…
John Berger’e rahmet, dediğinde hakkı vardı. Nesneler gibi insanlar da bizim onlara yüklediğimiz anlamlardan ibaretti…
Değil mi ama?
Uzaklarda, ufuk çizgisinin kızıllığına, havanın kasvetine ve burun direğini sızlatan o berbat kokunun kaynağına bakıyorduk ikimiz de. Aynı şeye bakıyorduk orası kesin. Ama aynı şeyi görmüyorduk. Bu da kesindi…
- “Gösterge nedir bilir misin?”
- “Derse başladık mı?”
- “Hayır hayır. Ama yerinde bir espriydi… Ona daha yirmi dakika var. Yalnızca fikrini merak ettim.”
- “Şu gördüğümüz her şeydir herhalde. Yanılıyor muyum?”
- “Yanılmıyorsun. Belki biraz ihtiyat payı bırakabilirim… Gördüğümüz ne varsa her şey, bu doğru. Ama sadece gözle gördüklerimizi kastetmiyorum burada. Duyduğumuz, kokladığımız, duyularımızla algıladığımız her şey. Var olan her şey bir şey gösterir. Canlı cansız her şey. Ama ne alımlarız ne anlam çıkarırız konusu ayrı tabi…”
- “Anlıyorum.”
- “Şimdi sen ve ben şu an aynı şeylere, yani göstergelere bakıyoruz. Ama o göstergelerin gösterdikleri yani işaret ettiği şeyler ikimiz için aynı değil.”
- “Ne yani siz de benim gördüğümü görmüyor musunuz?”
- “Hayır görmüyorum.”
- “Peki anlatın o zaman. Orada ne görüyorsunuz?”
- “Buradaki, taşradaki hayatı görüyorum. Evet burada yaşamıyorum belki ama işaretleri görüyorum, çoğunlukla senden farklı olduğunu düşündüğüm anlamlar üretiyorum. Gözle görülenin ötesinde bir şeyler görüyorum. Misal bacaları patlamış gibi zehir saçan bu fabrika nedeniyle ortalığa saçtığı kirin ötesini, orada yaşanmış olası bir takım kirli ilişkileri de görebiliyorum.
Muhtemelen o fabrikanın denetimleri yapılmıyor ya da yapılıyorsa da görmezden geliniyor. Buradaki belediye ile valilik ya da kaymakamlıkla ilişkileri sanırım bizim ilişkilerimiz gibi değil. Sen ben gitsek kapıdan girebilir miyiz bilemem ama buranın sahipleri bizden daha iyi karşılanır. Büyük ihtimalle o fabrika eskiden aşiret olan bir ağanın soyuna ya da ilişkili birilerine ait. Bölgenin sosyal yapısına bakıldığında, yani sana baktığımda şu bulunduğumuz mekana, duvarlarına, etraftaki insanlara, insanların konuşma biçimlerine baktığımda, yani aklına ne gelirse işte hepsi, burada böyle bir düzenin varlığını görmemem mümkün değil. Sahipleri öyle birileri değilse bile mutlaka bu tür ilişkilerden geçmiş olmalı. Cemaatvari, dışa kapalı duvarlar arkasında kurulmuş ilişkilerden… Bu tarz toplum ilişkilerini anlarsın sanırım.
- Bunu anlıyorum.
- Herkes ilişkilerini ve konumunu güce göre belirler böylesi sosyal yapılarda… Ve gücün yanında rol almaya çalışır. Muhtemel sen de hayatın boyunca burada böylesi ilişkiler yaşamışsındır. Soy, inanç, aşiret gibi faktörler egemen olmuştur ilişkilerinize… Fabrikada çalışanlar dahi buna göre belirlenmiştir. Büyük ihtimalle düşük ücretle istihdam yapabilmek için oraya kurulmuş olmalı. Baksana, buradan bile yerinin ne kadar yanlış olduğu anlaşılıyor. Hemen dibinde bir köy var, tarlalar var, akmasa da bir deresi var. Sanırım o köydekiler erken yaşta gider bu dünyadan… Ortalama insan ömrünü bulamazlar. Bölge insanı asgari ücretin de altında çalışmaya razı olmalı. Muhtemelen çoğu sosyal güvenceden de yoksundur. Fabrikanın dışı böyleyse içindeki sağlık koşulları daha da kötü olmalı. Yine böylesi bir kirliliği ürettiği halde rahat hareket edebiliyorlarsa fabrika buraya teşvik alınarak kurulmuş olabilir. Yani para da arazide iktidar ilişkileriyle gelmiştir. Uzun zamandır buradaydı diyordun. Büyük ihtimalle buradan beslenen epey büyükçe bir çıkar zinciri olmuştur zaman içinde. Yine büyük ihtimalle sahipleri ya da yakınları içinden bir milletvekili üyeleri de bulunabilir.”
- “Amma da abarttınız!”
- “Göstergeler diyorum, herkese aynı şeyleri söylemez!”
Çok uzun sürecek bir konuşmanın başında olduğumuz kesin. Eh kolay mı? İnsan maruz kaldığı göstergeler sonucu hangi anlamlara yolculuk yaptığını değerlendiremeyecek kadar yoksunsa ve dahası kendine dayatılan göstergelerin taşıdığı anlam tuzaklarına düşerek egemen düzenin isteklerine boyun eğmiş ve öylece uzun bir yaşam sürdürmüşse… Gel de çık işin içinden!
Gösterge kavramının kullanımı çok eskilere uzanıyor. Ta Antik Yunan dönemine kadar. Kelimenin kökeni, işaret, iz, belirti anlamını da taşıyan “semeion”dan geliyor. Hipokrat dile getirmiş ilk olarak bu kelimeyi. Corpus Hippocraticum adlı eserinde “tesirli göstergeler” ifadesiyle kullanmış. Tabi bugün anladığımız anlama ulaşması için epey zamana ihtiyaç var.
Yine o dönemde “Hiçbir şey yoktur”, “Bir şey varsa bile bilinemez”, “Bilinse bile başkalarına bildirilemez” olarak bilinen ünlü üç argümanıyla “hiçliğin” ve “kuşkuculuğun” savunucusu olan konuşma ustası Yunanlı filozof Gorgias “sihirli sözler” ya da “büyü” olarak da ifade etmeye çalışmış göstergeyi.
Ama bugün anladığımız anlama gelişi Aristoteles sayesinde olmuş. Aristoteles’te kavram, birbirine gönderme yapan iki nesne, iki durum, iki düşünce ya da iki olaydan söz etmek için kullanılmaya başlanmış. “Yerini tutma/ikame etme” anlamıyla ilk kez Aristoteles tarafından ortaya konmuş. Böylelikle gösterge “dilsel ifadelerin, psikolojik durumların ve/veya düşüncelerin sembolleri” haline gelmiş.
İşte o dönemde ortaya konmasına karşın kavram çok ama çok sonraları bilimsel anlamda bir gelişim sürecine giriyor.
Neredeyse bir yüz, yüz elli yıl kadar önce, uzak ufuklarda, ABD’de, “Gösterge bir şeyin yerini tutan, o şeyi üreten ya da niteleyen bir düşüncedir” diyerek göstergebilim kuramına “Görüntüsel Gösterge, Belirti, Sembol” kavramlarını kazandıran, pragmatizm akımının isim babası Charles Sanders Peirce ile yine aynı dönemlerde Fransa’da dilsel göstergeler üzerine çalışmalar yapmış ve dili “kavramları belirten bir göstergeler dizgesi” olarak tanımlamış olan dilbilimin babası Ferdinand de Saussure konuya bilimsel bir boyut kazandırıyorlar.
Üstelik iletişim bilimleri bakımından da çok önemli olan yaklaşımlar…
Çok karmaşıklaştırmadan biraz basitçe söylemek gerekirse; anlamın ortaya çıkışında ister dilsel ister düşünsel, nasıl bir incelemeyle bakılırsa bakılsın, bir nesne, durum, duygu, kısaca bir varoluş hali yani gösteren var; o gösterenin işaret ettiği, temsil ettiği bir şey, bir işaret yani gösterge var ve o göstergeyi alan, açan, yorumlayan yani gösterilen var. Bu üçünün ilişkisinden de ortaya çıkan bir anlam üretimi söz konusu. Özeti bu.
Ama her şey bununla sınırlı değil işte. Göstergenin işaret ettiği o ne menem olan şey var ya, işte orada kopuyor dananın kuyruğu…
Göstergebilime yani anlamın oluşumunu inceleyen bilim dalına Roland Barthes bıçağı saplıyor. Anlamı düz anlam ve yan anlam olarak ikiye ayırıyor. Düz anlam göstergenin neyi temsil ettiğiyle ilgilidir, yan anlam ise göstergenin nasıl temsil edildiğini açıklamak için kullanılır diyor.
İşte öyle bir dünyada yaşıyoruz ki baktığımız, okuduğumuz, duyduğumuz şeylerden aynı anlamları çıkaramıyoruz. Bizi birbirimizden farklı anlamaya iten bir var oluşun içindeyiz. Yani metni yazan, filmi çeken, tiyatroyu sahneleyenin aklındaki anlam değildir alımladığımız, bizler yaşadığımız dünyanın gerçekliğini farklı şekillerde tatmış basit insanlar olarak yazarın vermek istediği anlamı değil aynı göstergelere baktığımız halde kendi anlamlarımızı üretiriz. Ve Barthes böylelikle yazarı öldürüyor. Anlamı belirleyen metin değil, alımlayan kişidir diyor…
Çok akademik, teknik bir anlatıma girmek istemiyorum. Birazdan derste zaten yeterince akademik bilgiyi paylaşacağım. Ancak sana şunu da söylemek durumundayım.
Senin bilincin, bildiğin ne varsa, hayatı nasıl görüyorsan, şu yaşadığın tüm egemen ilişki biçimleri göstergelerin taşıdığı anlamlarla şekilleniyor. Ben eğer burada egemen bir karakter isem benim bu rolümü algılamanı sağlayan göstergelerle donanmış olduğumdandır. Mülkiyet ilişkileri de böyle sonuçta… Sen bu dersin sahibi olarak beni göreceksin, zira iyi bir notla geçmen ya da en azından kalmaman bu dersten alacağın nota bağlı. Dolayısıyla dersin mülk sahibi ben oluyorum bu durumda. Yani bunu sana gösteren çok fazla gösterge ile tanışıksın zaten burada, değil mi? Demek ki neymiş? İletişim ideolojik bir konuymuş. Zira senin egemen düzenin amaçları doğrultusunda politik bir akla sahip olman için bütün göstergeler düzenli bir şekilde çalışıyor.
İletişimde göstergeleri alman için sana temas eden şeye biz “kod” diyoruz. İster insandan insana ister insandan makineye -mesela telefonla konuşman gibi- isterse de makineden makineye iletişim olsun, bu kodlara ve kodların taşıdığı sinyallere bağlıdır her şey. Yazılımdaki kodlar bir makinenin istenilen zamanda çalışmasını sağlıyorsa makineden makineye iletişim oluyor demektir. O kodu biliyorsa bir diğeri harekete geçiyor. Sen benim bu konuşmamı anlıyorsun zira sana gönderdiğim bu kodları açabiliyorsun, çözümleyebiliyorsun. Burada kod olarak ifade ettiğim şey kullandığım sözcüklerdir. Sözcükleri oluşturan sinyaller yani “ses” var. Bu sinyallerin bileşimi sözcüğü yani kodu oluşturuyor. Eğer sen bu sözcüğün ait olduğu dili yani “metni” bilmeseydin kodu açamazdın ve anlayamazdın.
Neyse lafı çok dolandırdım. Ancak anlayacağın o ki her yerde her ortamda maruz kaldığın iletişim içerikleri ve uygulamaları sana göstergeler üzerinden kodları aktarır. Çoğunlukla bu kodları alımlama konusunda direnebilirsin. Bu yüzden iletişim ve medya endüstrisi çareyi bulur. Sana toplumsallaşmanın bir aracı olarak kendini dayatır ve içerikleriyle seni kodları almaya çağırır. Dizi filmlerde izlediğin sahneleri bir düşün… Karakterleri, konuşmalarını, sözleri, giyimleri, kuşamları, sahnede geçen nesneleri, oturulan evi, kullanılan arabayı ve temsil ettiklerini… Zenginliği ya da yoksulluğu, ezen ya da ezileni, rolleri, kabulleri, değerleri…
Her şey ama her şey senin düşünsel alanını politik olarak biçimlendiren birer karınca ordusu gibi çalışır. Seni her biri birbirine benzeyen düşüncelere sahip yığınlara, büyük bir kitleye çevirir. Foucault’nun dediği gibi öyle bir an gelir ki “herkesin birbirine benzediği ve artık kimsenin olmadığı” bir yer doğar sonuçta.
- Bütün bu anlattıklarınız, anlattıklarınızla sınırlı olmayan çok şey düşündürttü… Ama her zamanki gibi daldınız gitti. Derse geç kalıyorsunuz…
- Ya niye kesmedin. Kalk kalk hemen geçelim.
- Şu yaşadıklarımızın böylesine göstere göstere oluyor olması çok üzücü değil mi?
- Sence kim farkında?
Görsel : Tolga Ulkan, unsplash.com