Meursius’un Girit, Rodos ve Kıbrıs Kitabı Üzerine
…
Taşı Beyaz Adamın yükünü—
Barış adına yürütülen vahşi savaşları,
Besle açlığı doyasıya,
Ve hastalığa son ver;
Ve hedefin en yakınındayken,
Başkaları adına erişilecek sona,
Tembellik ve pagan budalalık çökecek üstüne,
Ve tüm umutlarını yerle bir edecek.
…
The White Man’s Burden
(Beyaz Adam’ın Yükümlülüğü)
Rudyard Kipling (1899)
Bu metin, 17. yüzyıl Avrupa’sında yeniden şekillenmekte olan Doğu-Batı çatışması, sömürgeciliğin entelektüel temelleri ve modernizmin erken ideolojik kurgusu bağlamında alternatif ipuçları sunan bir kitap üzerine yazıldı. Bu kitap, Hollandalı hümanist ve klasik filolog Joannes Meursius’un ölümünden sonra 1675’de Amsterdam’da Latince yayımlanan “Creta, Rhodus et Cyprus” (Girit, Rodos ve Kıbrıs) adlı eseridir. Bu nadir kitabın eksiksiz bir nüshası, bugün Arkhe Lefkoşa koleksiyonunda yer almakta olup, yalnızca antik coğrafyalara dair bir tarih anlatısı değil, aynı zamanda Avrupa’nın kendi kimliğini geçmişin taşıyıcısı ve geleceğin kurucusu olarak inşa ettiği erken modern döneme ait oldukça ilginç bir zihin haritasıdır. Meursius’un metni ve Joannes Georgius Graevius’un 1675 tarihli ithaf önsözü, Batı’nın Doğu’ya yönelik kurduğu tarihsel üstünlük söylemini, yıkılmış uygarlık merkezleriyle – ilerleyen Kuzey Avrupa’nın karşılaştırması üzerinden kurguluyor. Bu metin, medeniyetin merkezinin güneşli Akdeniz’den kuzeyin soğuk topraklarına doğru “yükseldiği” iddiasını, modernizmin ilk kodları olarak okuyabileceğimiz bir dil içinde sunuyor. Kitap, döneme ait diğer seyahatname ya da gözlem metinlerinden daha farklı bir konuma sahip; erken modern Avrupa-merkezciliğin ideolojik yapısı ve kültürel sömürgeciliğin düşünsel altyapısı için ‘arkeoloji’ konteksi üzerinden alternatif bir söylem geliştiriyor.
Malum Avrupa’da Ortaçağ sonrası antik döneme ve antik eserlere olan ilgi Rönesans ile başladı. Rönesans dönemi, Avrupa’da antik Yunan ve Roma uygarlıklarına yönelik estetik ve entelektüel ilginin yoğunlaştığı bir çağ – nitekim Antik Yunan ve Roma dönemi reprodüksiyonları da Rönesans sanat algısının önemli bir kısmını oluşturuyor. Ancak bu dönemde antik eserlerle kurulan ilişki, sistemli koruma ya da bağlamsal anlamlandırmadan ziyade koleksiyonerlik faaliyetleri üzerinden gelişmiştir. Antik heykeller, yazıtlar ve mimari unsurlar, çoğunlukla soyluların, din adamlarının ya da sarayların özel mülkleri haline gelirken, bu eserlerin tarihsel veya kültürel bağlamları göz ardı edilmiştir.
Rönesans’taki bu “toplayıcı” yaklaşım, sanatın ve ihtişamın yeniden canlandırılması amacıyla işlevselleştirilmiş; eserler bir tür estetik sermaye olarak değerlendirilmiştir. Bu bağlamda ortaya çıkan nadire kabineleri (Wunderkammer / Cabinet of Curiosities), modern müzeciliğin temellerini atan ilk sistematik koleksiyon girişimleri olarak kabul edilir. Doğal objelerden antik kalıntılara, egzotik hayvan iskeletlerinden bilimsel aletlere kadar çeşitli nesnelerin bir araya getirildiği bu kabinler, yalnızca görsel hayranlık uyandırmayı değil, aynı zamanda evrenin çeşitliliğini temsil etmeyi amaçlamıştır. Bu koleksiyonlar, doğayı ve tarihi tek bir mekânda temsil etmeye yönelik epistemolojik bir arayışı yansıtırken, bilgiye olan bütüncül yaklaşımın da somut bir göstergesi olmuştur (ki bu kabin kültürü coğrafi keşifler ve sonrası gelen sömürgecilik eylemleriyle de ilişkilidir). Nadire kabineleri, soylular ve entelektüeller için birer prestij nesnesi olmanın ötesinde, bilgiye maddi biçimler kazandıran araçlar olarak işlev görmüş; 17. yüzyıldan itibaren ise bu özel koleksiyonlar kamusal sergileme ve sınıflandırma yoluyla müze kurumuna dönüşmeye başlamıştır. Bu geçiş, bireysel merak ve zenginliğin bir göstergesi olan koleksiyonerlikten, toplumsal hafızayı inşa eden kamusal bir bilgi alanı olan müzeciliğe doğru evrimleşmenin temelini oluşturmuştur. Bahsettiğim Girit, Rodos ve Kıbrıs kitabının önemi de burada devreye giriyor.
17. yüzyıla gelindiğinde Avrupa’daki düşünsel iklimde belirgin bir dönüşüm meydana gelmiştir. Özellikle milliyetçi düşünce biçimlerinin yaygınlaşması ve merkezi devlet yapılarının güç kazanmasıyla birlikte, antik eserler yalnızca sanat objesi değil, aynı zamanda milletin tarihsel kimliğinin ve kolektif hafızasının kanıtı olarak görülmeye başlanmıştır. Bu dönüşüm, kültürel mirasın korunmasına yönelik ilk yasal çerçevelerin oluşmasına da zemin hazırlamıştır. 1666 yılında İsveç’te yayımlanan Kraliyet Fermanı (Placat), bu bağlamda oldukça önemli bir belge. İsveç Kralı XI. Karl adına yayımlanan bu ferman, runik taşlar, tümülüsler, kale kalıntıları ve benzeri yapıların (yani Viking mirasının) tahribatını yasaklamış; bu tür eserlerin taşınması, satılması ya da inşaat malzemesi olarak kullanılması suç kapsamında değerlendirilmiştir. Fermanın yalnızca fiziksel korumayı değil, bu kalıntıların bilimsel, tarihi ve kültürel değerlerini de esas alan bir perspektife sahip olması, onu döneminin ötesine taşıyan önemli bir belge hâline getirmektedir.
Bu yeni yaklaşım, Avrupa’nın kültürel hiyerarşilerinin yeniden kurulmasında da etkili olmuştur. 17. yüzyıl Avrupa’sında, coğrafi keşiflerin ve sömürgeciliğin yaygınlaştığı bir ortamda, Batı kendisini bilgi üretiminin ve kültürel ilerlemenin merkezi olarak konumlandırırken; Doğu ve Güney bölgeleri, yıkılmış uygarlıkların kalıntılarıyla anılmaya başlanmıştır. Joannes Meursius’un “Girit, Rodos ve Kıbrıs” adlı çalışmasının ölümünden sonra yayımlanıp 1675 yılında XI. Karl’a ithaf edilmesi, bu paradigmanın düşünsel boyutta nasıl şekillendiğini gösteren oldukça önemli bir örnektir. Kitabın önsözünde kitabın editörü Alman klasik filolog Joannes Georgius Graevius’un kaleme aldığı ifadeler, tarihsel hafızanın coğrafi olarak kuzeye kaydığına işaret eder. Bu Avrupa içinde de kültür açısından ilginç bir paradigma dönüşümü olarak görülebilir. Neticede Kuzey toprakları yani Viking dünyası, Avrupa için çok uzun süre barbarlığın, dinsizliğin, vandallığın dünyasıydı. Deleuze ve Guattari’nin Anti-Ödip ve Bin Yayla içinde tartıştıkları “göçebelik” ve “savaş makinesi” kavramları üzerinden okuyacak olursak; Vikinglerin akınları, Avrupa’da mevcut yerleşik düzenleri sarsarak yeni toplumsal ve ekonomik yapıların oluşmasına zemin hazırlamıştır. Vikinglerin yağmaları ve ticaret faaliyetleri, Avrupa’da para ekonomisinin canlanmasına katkıda bulunmuş, bu da feodal yapının dönüşümüne etki etmiştir.
Joannes Meursius’un “Girit, Rodos ve Kıbrıs” kitabının önsözünün çevirisine bakalım, neticede birçok argümanı anlamak için bu metnin tamamı önemli;
“En yüce ve en kudretli, İsveçlilerin, Gotların ve Vandalların Kralı,
En iyi ve en büyük hükümdar XI. Karl’a,
Sadık hizmetkârı Joannes Georgius Graevius’tan selam ve saygılar.“
İnsan işlerindeki inanılmaz çeşitlilik ve kararsızlık üzerine düşündüğümde, kesin olan tek şeyin belirsizlik olduğu sonucuna varıyorum. Her şeyin geçici olduğu dünyada, kalıcı olan hiçbir şey yoktur. Ne kadar zenginlik, görkem ve ihtişam olursa olsun, zamanla silinip gider. Bunun en iyi örnekleri, Akdeniz’in üç büyük adasında (muhtemelen Girit, Rodos ve Kıbrıs) görülür. Bu yerler bir zamanlar uygarlığın merkezleriydi, ama şimdi harabe halindeler. Oysa bugün, sizin krallığınızda bilim ve sanatlar yeniden yükselişte. Eskiden zenginlik, silah gücü ve insan sayısı açısından öne çıkan bu adalar — Girit, Rodos ve Kıbrıs — bugün harap durumdalar. Oysa kuzeyin soğuk ve vahşi olarak bilinen bölgeleri, özellikle sizin hüküm sürdüğünüz Goth krallığı, artık kültür ve bilgiyle parlıyor. Eskiden barbarlıkla anılan bu yerler, şimdi öğrenimin ve erdemin merkezleri haline geldi.
Bugün, sizin krallığınızda pek çok okul, ünlü hocalar, hukuk ve beşeri bilimler alanında önemli çalışmalar yapan akademisyenler bulunmaktadır. Öğrenciler, tıpkı bir zamanlar Atina, İskenderiye ve Beyrut’ta olduğu gibi, bu merkezlerde toplanmaktadır.
Bu başarılar, sizin bilgeliğinizin ve öğrenime verdiğiniz önemin bir sonucudur. Bilimlere olan bu cömert yaklaşımınızın en açık kanıtı, sarayınızdaki zengin kütüphanedir. Bu yalnızca vatandaşlarınız için değil, dünyanın dört bir yanındaki insanlar için de büyük bir hazinedir.
Bize, ünlü Joannes Meursius’un el yazması bir eserinin nüshasını büyük bir cömertlikle gönderdiğinizde, bu ilminize olan bağlılığınızı gösterdiniz. Biz, sizin bu cömertliğinizi hakkıyla övemeyiz; ama sizi tanıyan ve bilime gönül vermiş herkes daima sizi yüceltecek ve dua edecektir: Tanrı sizi uzun ömürle ödüllendirsin ki, bilimlerin ve bilginin büyümesine önderlik etmeye devam edesiniz.
Trajectum Batavorum (Utrecht), Mayıs ayının ilk günü, 1675”
Metnin aslında en keskin iddiası şu; antik dönemde uygarlığın merkezleri olan Girit, Rodos ve Kıbrıs’ın bugün harabe hâline gelmişken, eskiden “soğuk ve vahşi” olarak bilinen kuzey coğrafyalarının, özellikle İsveç’in, artık bilim, sanat ve öğrenimin merkezine dönüşmüştür.
Anlaşılacağı üzere; Graevius’un önsözü yalnızca bir teşekkür yazısı değil, aynı zamanda Batı düşüncesinin Doğu’ya bakışını da yeniden kuran bir metindir. Meursius’un eserinin bütününe yayılmış iddiaları da özetlemektedir. Zamanın geçiciliği ve zenginliğin kalıcılığının olmaması üzerinden yapılan tarihsel muhasebe, Doğu’nun geçmişteki ihtişamı ile bugünkü çöküşü arasındaki dramatik bir kopuşun altını çizerken, İsveç gibi Viking mirasını taşıyan bir ülkeyi de medeniyetin yükselen yeri olarak sunmaktadır. Kral XI. Karl’ın bilime olan ilgisi, zengin kütüphanesi, akademik kurumlara verdiği destek ve Meursius’un el yazmasını Batı Avrupa’ya ulaştırmadaki rolü, onu yalnızca bir hükümdar değil, aynı zamanda bir kültür, sanat, bilim hamisi olarak tanımlamaktadır. Bu anlatı, Avrupa’nın kendisini bir tür tarihsel sürekliliğin varisi ve koruyucusu olarak konumlandırmasının erken örneklerinden biridir. Burada krala atfedilen patronajın Rönesans patronajından çok daha farklı bir konuma sahip olduğunu da atlamayalım.
Joannes Meursius’un eseri, XI. Karl’a ithaf edilerek yalnızca bilimsel bir takdim gerçekleştirilmemekte, aynı zamanda kuzey Avrupa’nın kültürel üstünlüğü sembolik olarak tescillenmektedir. Bu bağlamda, İsveç gibi ülkelerin ulusal kimliklerini antik geçmişin mirasçısı olarak inşa etmeleri, aynı anda hem entelektüel bir strateji hem de siyasi bir meşruiyet aracı haline gelmiştir. Doğu’nun çökmüş uygarlıkları karşısında Batı’nın yükselişi, yalnızca siyasi değil, kültürel bir anlatı olarak da işlenmeye başlamıştır.
Joannes Meursius olarak bilinen Johannes van Meurs, Hollandalı bir hümanist, tarihçi, filolog ve antik çağ uzmanı. Özellikle Yunan ve Roma tarihi, mitolojisi ve kültürü üzerine yaptığı filolojik çalışmalarla tanınır. 17. yüzyıl başlarında Avrupa’da klasik filolojiye yön veren en etkili isimlerden biridir. Yunan tarihi ve mitolojisi üzerine çok sayıda Latince eser yayınladı. 1625’te Danimarka Kralı IV. Christian tarafından Danimarka’ya davet edildi ve Sorø Akademisi’nde rektörlük yaptı. IV. Christian da Kuzey’in yükselişi için önemli bir kral. XI. Karl’ın dedesi Gustav’ın düşmanı olan bu kralın reformları ve entelektüel hamleleri, XI. Karl’ı etkilemiştir. Viking mirası Danimarka ve Norveç kralı olarak hüküm süren IV. Christian; kuzey Avrupa’nın erken modernleşme döneminde ciddi reformlara imza attı. Öncelikle Sorø Akademisi’ni yeniden kurdu. Devlet destekli matbaalar kuruldu, özellikle Danca İncil ve Katolik karşıtı polemik metinleri basılmasını sağladı. Akademik eserlerin basımı ve dağıtımı için fonlar oluşturuldu; özellikle Latin klasiklerinin ve Danimarka tarihine yönelik metinlerin basımına ağırlık verildi. Christian, Martin Luther’in mirasını temel alan ve hümanist gelenekle bütünleşen bir yaklaşıma sahipti. Burada şunu da anımsamak lazım; reform ve hümanizm Katoliklik ile çatıştı ve bu dönemde Hollanda ile İskandinavya, Katolik Avrupa’ya karşı yeni entelektüel coğrafya haline geldi. Leiden Üniversitesi’nin kurulumu burada önemli. Ayrıca Hollanda, Vatikan baskısından kaçan düşünürlerin sığındığı özgür bir alana dönüştü, aklıma ilk gelen Spinoza. Bir başka önemli referans da şu bugün hala uluslararası akademik yayıncılığın birçok markasını elinde tutan Elzevir yayınlarının kuruluşu. Elzevir ailesi, 17. yüzyılda Leiden’da bir matbaa-yayınevi kurdu. Katolik kilisesinin baskı, yasak ve sansürlerine karşı Galileo’nun, Descartes’ın, Spinoza’nın ve diğer “tehlikeli” görülen yazarların eserleri Avrupa’da Elzevir basımlarıyla dolaşıma girdi. Vatikan, Index Librorum Prohibitorum (Yasak Kitaplar Dizini) 1559’dan itibaren düzenli olarak yayınlamaya başlamıştı, bu nedenle bu listenin büyük çoğunluğunun Hollanda matbaaları tarafından basıldığını görüyoruz. Genelde Ortaçağ ile özdeşleşen Engizisyon’un 16. ve 17. yüzyıl, Katolik dünyada yeniden yükseldiğini ve bilgi üzerindeki kilise kontrolünün sertleştiğini de atlamayalım. Öte yandan cadı avlarının zirve dönemi de 1580–1650 arasındaki mezhep bölünmesinin başladığı bu döneme aittir.
Yeniden Joannes Meursius’a dönelim. Meursius’un kritik önemi, antik eserleri tarihsel bağlamı içinde anlamlandırmasındaki ısrarıdır. Meursius’un yaptığı gibi metin analiziyle antik döneme ait mekanlar, ritüeller, şehir yapıları ve gelenekler üzerine yazmak, antik eserlerin bir medeniyet sistemine ait olduğunu ve yorumlanmaları gerektiğini ilk kez gündeme getirmektedir. Bu yaklaşım, ilerleyen yüzyıllarda yalnızca arkeolojik kazıların değil, epigrafi, ikonografi, karşılaştırmalı dinler tarihi gibi alanların doğmasına da katkı sağladı. Özellikle antik metinlere dayalı yorumlama yöntemi, 18. ve 19. yüzyılda Batı Avrupa’daki büyük arkeolojik seferlerin kuramsal temelini oluşturmuştur. Bu bakımdan Meursius, modern arkeolojinin filolojik öncüsü de sayılabilir.
Avrupa’nın bu dönemde Asya, Afrika ve Amerika kıtalarında yürüttüğü sömürgecilik, yalnızca ekonomik değil, kültürel bir genişleme sürecini de ajandasına dahil etti. Bu genişleme, Avrupalıların kendi geçmişlerini ve kimliklerini nasıl tanımladıklarını da yeniden şekillendirdi. Bu Rönesans’taki antik döneme olan hayranlıktan çok daha farklı bir ideolojiye sahiptir, yazının girişinde bahsettiğim milliyetçilik ve kültürel miras kurgusuna aittir. Meursius’un Yunan medeniyetini detaylandıran çalışmaları, Batı’nın “medeniyetin mirasçısı” olduğu söylemini pekiştirmiştir. Bu da Beyaz Adam Miti ve Beyaz Adam’ın Yükümlülüğü gibi sömürgecilik literatüründe ileride tartışılacak kavramlara farklı açılardan zemin hazırlamıştır.
İlter’in dediği gibi;
“Avrupalı sömürgecilerin sömürgeciliklerini anlaşılır kılmak ve haklı çıkarmak için sömürgeleştirdikleri ötekileri aslında adam ettiklerini, uygarlaştırdıklarını, kalkındırdıklarını, tarihin rayına oturttuklarını savunurken başvurdukları “beyaz adamın yük(ümlülüğ)ü” (white man’s burden) açıklaması bunun bir örneği. Aynı şekilde ABD’yi kuranların Kızılderili ötekileri yok sayarak ve yok ederek Batı’ya ilerleyişini, (telos’u kaçınılmaz olan) “kaderin kendi omuzlarına yüklediği bir görev” (manifest destiny) olarak açıklamaları da bir başka örnek. Kendi kendilerine böyle bir görev atfetmeleri onların Tarihin/Aklın öznesi olarak, yani hükümran özne olarak kurgulandıklarının bir başka göstergesi…”
Girit, Rodos ve Kıbrıs gibi coğrafyaların “çöküşte” olduğu ve İsveç gibi kuzey coğrafyalarının ise kültürel ilerleme yaşadığı yönündeki yorumlar, Doğu’nun durağanlığına karşı Batı’nın ilerlemeciliğini ortaya koyan oryantalist tarih anlayışının erken örneklerindendir. Pekala eserin kaleme alındığı ve yazıldığı dönemde üç adanın da Osmanlı kontrolünde olduğunu unutmamak lazım. Bir noktada burada kurulan; çöken Doğu’ya karşı ilerleyen Batı (bu da ileride modernitenin teleoloji ilkesine dönüşecek) fikrinin yeni ötekisi olarak karşımızda Osmanlı var. Belki kimi tarihçileri kızdıracak ama Avrupa için 17. Yüzyıl’da bir zamanlar Vikingler’e atfedilen bütün niteliklerin yeni öznesi Avrupa için Osmanlı olmuştur. 1529 ve 1683 arasında yani iki Viyana kuşatması arasında Batı’daki Osmanlı paranoyası da bu fikri pekiştirdi. Buradaki ikililiği yaratan bir başka olgu da; Batı’nın medeniyetinin kökeni olarak ilişkilendirdiği Antik Yunan medeniyetinin de artık Osmanlı himayesinde olması.
Meursius’un söylemleri, sömürgecilik faaliyetlerini meşrulaştıran kültürel kodlara bolca ilham vermiştir: Avrupalıların antik dünyanın mirasçıları ve yeniden kurucuları olduğu fikri, Batı dışı toplumları “tarihi yitirmiş” veya “geride kalmış” olarak tanımlama stratejisinin parçasıdır. Meursius’un yazdıkları bu anlamda, sömürgeciliğin kültürel-entelektüel temelleri arasında önemli ve alternatif bir yere sahiptir.
REFERANSLAR
Bal, B. (2012, Nisan 21). Rönesans’ın nadire kabinelerinden çağımızın tüketim kabinelerine: “Mutluluk Fabrikaları” sergisi. e-skop. https://www.e-skop.com/skopbulten/ronesansin-nadire-kabinelerinden-cagimizin-tuketim-kabinelerine-mutluluk-fabrikalari-sergisi/681
Bloch, M. (2004). Feodal Avrupa (Çev. M. Ali Kılıçbay). Doğu Batı Yayınları.
Chisholm, H. (Ed.). (1911). Elzevir. In Encyclopædia Britannica (11th ed., Vol. 9, pp. 293–294). Cambridge University Press.
İlter, T. (2006). Modernizm, postmodernizm, postkolonyalizm: Ben-öteki ilişkileri ve etnosantrizm. Küresel İletişim Dergisi, (1), Bahar 2006.
May, T. (2005). Gilles Deleuze. Stanford Encyclopedia of Philosophy. E. N. Zalta (Ed.). https://plato.stanford.edu/entries/deleuze/?utm_source=chatgpt.com
Meurs, J. van. (1675). Creta, Cyprus, Rhodus: Theseus sive de Ejus. Amsterdam: Apud Abrahamum Wolfgangum. Not: Metnin birebir filolojik çevirisi değil, yorumlayıcı bir ara dilden aktarımıdır.
Ökten, K. H. (2000). Hıristiyanlıkta inancın yenilenmesi: Luther’in teolojik tezleri ve toplumsal yansımaları. Mavi Ada Yayıncılık.