2021 tatsız başlamıştı. Pandemi, işleri ve çalışma imkanları elinden alınan müzisyenler, evimiz ve (hala varsa) iş arasında sıkışan yarı açık cezaevi hayatımızın içinde günleri öldürüp daha güzel günleri bekler halde yaşamaya devam edecek, bu yeni yılda bizi bu cendereden kurtaracak mucizeyi bekleyecektik. Ancak, 2021 kötü havadislerini de beraberinde getirdi. Bu yılın Ocak ayında özellikle rock dünyası üzerine haber yapan tüm dergilerde küçük bir ölüm haberi göründü. Rock dünyasının belki de gelmiş geçmiş en büyük bas gitaristlerinden biri (ki ben en iyisi diye tanımlarım) kanserle olan savaşını kaybederek ölmüştü.
Tim Bogert ismi bu yazıyı okuyan birçok kişi için yabancı bir isim olacaktır. Sanırım ölümü 70’li yılların sonu ya da 80’li yılların başında gerçekleşmiş olsaydı kuru birkaç kibar yazı, taziye mesajları ile geçiştirilmez, merkez medyada da yer bulurdu. Sahne işi yapanların makus talihidir bu gerçi. Ne kadar spotların altında iseniz ya da sahneden indikten sonra daha ne kadar para kazandırabiliyor, efsaneleşebiliyorsanız o kadar dikkat çekersiniz. O yüzden Tim Bogert gibi heavy metal’in doğuşunda temel kazanlardan birisi bile olsanız artık sadece ölümünüzde kısa bir haber ve taziye mesajları ile hatırlanırsınız.
Şimdi, “Kim yahu bu Tim Bogert denen adam? Neden durup dururken yazı konusu etmeye karar verdin ki?” diyeceksinizdir. Onun için size biraz kimdir bu adam, neden yapmıştır, yaptıkları kimleri, nasıl etkilemiştir anlatmama izin verin. Merak etmeyin, benim için her ne kadar zor olsa da benden beklediğiniz kadar uzun olmayacak. Hem kendisini size eşlik edecek müziğiyle, siz yazıyı okurken.
Tim Bogert 1944’de doğmuş bir New York çocuğu. 60’ların ortasında rock müziğin bence Jon Lord’la birlikte en büyük Hammond orgcusu Mark Stein ile karşılaşıyor ve birlikte müzik yapmaya başlıyorlar. Ekibe gitarist Vince Martell ve bir davulcu ekleyerek The Electric Pigeons isimli bir grup olarak New York’da sahne almaya başlıyorlar. Bu sırada, bir gece Tim Bogert gittiği bir mekanda genç bir davulcuyu görüp çalışına bayılıyor. Bu davulcu Carmine Appice. Gruba Carmine Appice’i dahil edip eski davulcu ile yollar ayrıldıktan bir süre sonra 1966’da gruba bir Türk eli değiyor. Atlantic Records ile anlaşan grubun ismini duyan Ahmet Ertegün, “Böyle isim mi olur yahu. Değiştirin şu ismi.” Diyor ve grup bir taraftan kayıtlara başlarken diğer taraftan yeni bir isim aramaya koyuluyor. İşte bu doğum sancıları sonrasında heavy metal’in belki de ilk gruplarından biri olacak, rock müziğin en enteresan gruplarından biri doğuyor; Vanilla Fudge.
Vanilla Fudge, Mark Stein’in o güne kadar kimsenin akıl etmediği şekilde kullandığı Hammond orgu, Tim Bogert ve Carmine Appice’in birbirini eksiksiz tamamlayan saykodelik ritm ve melodileri ile bir anda tüm dünyada rock müziği yapan grupların dikkatini çekiyor ve etkiliyor. Öyle ki, grup bir anda İngiliz istilası altındaki Amerikan müziğinin içinde yepyeni bir soluk haline gelir. Grup 1967’de grupla aynı ismi taşıyan Vanilla Fudge albümünü çıkardığında yer yerinden oynar ve albüm listelerinde 6.lığa kadar yükselir. Ahmet Ertegün yine turnayı gözünden vurur ve Amerikan saykodelik rockunun belki de en önemli albümlerinden birini bizlere kazanadırmış olur. Aslında bu albüm, Türkiye’de rock müzik dinlemeyenlerin de oldukça bildiği bir albümdür diğer taraftan. Zira, 60’ların sonu ve 70’lerin başında yapılan bir çok Türk filminin ev partisi ya da disko sahnelerinde bu albümden de şarkılar yer alacaktır.
Vanilla Fudge – a. STRA (Illusion of My Childhood – Part One) / b. You Keep Me Hanging On / c. WBER (Illusions of My Childhood-Part Two)
O yıllarda her ne kadar The Beatles, The Yardbirds, Cream gibi gruplar Amerikan müzik piyasalarını hallaç pamuğu gibi atıyor olsa da, 3 The Beatles düzenlemesi olan (ki çok acaip düzenlemelerdir bunlar) Vanilla Fudge’nin bu ilk albümü Amerika müziğini ikinci kez istila etmeye hazırlanan yeni İngiliz grupların tüm müzik yapış şekillerini derinden etkiler. Öyle ki daha sonra Heavy Metal’in kurucusu olarak kabul edilen 3 İngiliz grubundan biri olan Deep Purple ilk yıllarında Richie Blackmore’un deyimiyle tam bir Vanilla Fudge klounu olmayı hedefler. Hatta, Vanilla Fudge’den bir yıl sonra, 1968’de, çıkardıkları ilk albümleri Shades of Deep Purple’da kaydettikleri The Beatles’in Help’ini dinlerken bu etkiyi buram buram hissedersiniz. Aynı Deep Purple, Led Zeppelin ve Black Sabbath ile birlikte bundan çok değil bir iki yıl sonra 1969 ve 1970’de Amerikan müzik piyasasını yeniden hallaç pamuğu gibi atacaktır. Onların ortaya çıkardığı müziğe de Heavy Metal olarak yeni bir ad verilecektir. İşte Vanilla Fudge’nin bu ağır saykodelik albümü aslında bambaşka kapıların açılmasına fırsat verir.
Vanilla Fudge 1967’den 1970’e kadar 4 yıl aktiftir aslında. Bu süre içinde 5 albüm yaparlar. Bu albümlerin hepsi listelerde başarı elde eder. O kadar önemli bir grup haline gelmişlerdir ki, 1969’daki Amerika turnelerinin ön grubu Led Zeppelin’dir. Vanilla Fudge bu dönemde sadece saykodelik rock içinde yer edinmekle kalmaz hem klavye, hem bas gitar hem de davul için yeni sesler ve tarzların oluşması için ilk adımları da atar. Carmine Appice, Ginger Baker ile bir çok kişi tarafından heavy metal davulunun başlangıcı kabul edilirken Mark Stein ve Jon Lord ile birlikte rock ve metal klavyelerinin nasıl olacağının haritasını çizmiştir. Tim Bogert ise bas gitara gitar distorsion bağlayarak ve farklı amfi sistemleri deneyerek bas gitar seslerinin yeniden keşfedilmesini sağlar. Onun gittiği yoldan yıllar sonra Lemmy Kilmister isimli bir İngiliz devam edecek ve heavy metal’in belki de en kült grubu Motörhead’ın o kemik gibi gitarla ayırt edilemeyen bas gitar sesi doğacaktır.
Vanilla Fudge – The Sky Cried When I Was a Boy
1969’a gelindiğinde Bogert ve Appice farklı şeyler denemek, yeni sulara açılmak için bir gitar efsanesiyle ortak işler yapaya karar verirler. Bu gitar efsanesi Jeff Beck’dir. Aslında bu üçlü 1967-1968’de ilk kez karşılaştıklarında bir araya geleceklerinin farkına varırlar hem Bogert ve Appice, hem Beck o dönemde farklı işler yapaktadır ve böyle bir değişikliğe hazır değildir. Ancak, bu proje hemen gerçekleşemez. Zira, Jeff Beck o dönemde el bileğini çok ölümcül bir kazası sonucu kırınca, Tim Bogert ve Carmine Appice Jimmy McCarthy isimli bir blues rock gitaristi ve Rusty Day isimli bir vokalist ile yeni bir grup kurarak yollarına devam ederler. Grubun ismi Cactus’tür. Bu sefer gümbür gümbür hard rock ve blues rock yaparlar ve bunu gerçekten şahane gerçekleştirirler. Öyle iyidirler ki gruba Amerikan Led Zeppelin’i denmeye başlar. Tim Bogert, Cactus ile 1969 ile 1972 yılları arasında 4 albüm çıkartır. Ancak, ertelenmiş bir projeleri vardır ve bu projeyi uzun süredir yapmayı istemektedirler. Cactus içindeki sorunlar önce gitarist McCarthy’in gruptan ayrılması sonrasında da vokalist Rusty Dan’i de gruptan kovulması ile büyür ve Cactus macerası Tim Bogert için biter. Grup 1972’de dağılır.
Cactus – Parchman Farm
1969’da gerçekleşmeyen Bogert, Appice ve Jeff Beck birleşmesi 1973’e kadar beklemek zorunda kalacaktır. Zira, Jeff Beck iyileştiğinde Tim Bogert ve Carmine Appice Cactus ile yoluna devam etmektedir. 1971’de denemek isterler ama bu sırada Tim Bogert bir motorsiklet kazası yapıp bacağını kırınca konu yine ertelenir. 1973’de ise artık sakatlıklar, kazalardan arınmış bir şekilde bu üçlü sonunda bir süper grup olarak arz-ı endam eder; Beck, Bogert & Appice (BBA). Grup herkeste büyük heyecan yaratmıştır. Albümde çok enteresan bir Superstition düzenlemesi de vardır ve beğenilir. Çıkan albüm sonrası konserleri TV’lerde yayınlanır, herkes bu süper grubu izlemek için konser salonlarını doldurur. Ancak, grup tek bir albüm çıkartır ve 1974’de ikinci bir albüm için kayda girmişlerken dağılıverir. Bu yayınlanmayan kayıtlar yıllar sonra Jeff Beck antoloji kayıtlarında yer alacaktır.
Beck, Bogert & Appice – Lady (Live in Japan, 1973)
BBA’nın dağılması sonrası Tim Bogert, bir çok rock yıldızı ile birlikte Bo Diddley’in 20. Rock’n Roll Kutlama albümünde yer alır. Ardından Grateful Dead’in gitaristi Bob Weir’in yan grubu Bobby and the Midnightes adlı bir grupta çalmaya başlar. Ancak, daha grubun ilk albümü çıkmadan buradan ayrılır ve Boxer isimli bir İngiliz gruba dahil olur. 70’lerin ortasından 80’lerin başına kadar bu savrulmalar devam eder. Bu sırada Amerikalıların meşhur gitaristi Rick Derringer’in grubu ile tura çıkar ve 1981’de Progression ve 1983’de Master’s Brew isimli 2 solo albüm yapar. Daha sonra Vanilla Fudge’nin 80’ler ve 90’lardaki birleşmelerinde de yer alır. Ancak Vanilla Fudge birleşmeleri uzun ömürlü birleşmeler değildir. Bu dönemde Pata gibi Japon gitarislerin albümlerinde ve gruplarında yer alır. 1999’da ise Tim Bogert’in ismi Hollywood Rock Ünlüler Sokağına eklenir. 2000’lerde ise bu sefer Cactus tekrar bir araya gelir ve Cactus’un 2006’daki V albümünde yer alır. Hatta Rick Derringer, Carmine Appice ile Derringer, Bogert, Appice (DBA) isimli bir süper grup kurup kurup 2001’de bir albüm de yayınlarlar. DBA o dönemde Vanilla Fudge birleşmeleri sonrası Vanilal Fudge ile birlikte sahne alır. Tim Bogert her iki grubun konserlerinde de Carmine Appice ile sahnededir. Yine de, Bogert için 2000’li yıllar pek keyifli geçmez. 2006’da çok ciddi bir başka motorsiklet kazası yapar ve uzun süre hastanede kalır. İyileştikten sonra da kalan hasarlar nedeniyle artık turne yapamaz hale gelir ve stüdyo müzisyenliği yapmaya ve müzik okullarında eğitim vermeye başlar. Son kayıtlarından biri ise 2014’de ise klavyede Don Airley, davullarda Carmine Appice’in kardeşi Vinnie Appice, Iron Maiden’in ilk vokalisti Paul Di’Anno ve onun grubunun Fransız gitaristi Steph Honde ile birilkte Hollywood Monsters’in Big Trouble albümü olur.
Tim Bogert’in son dönemleri kanserle savaşmakla geçer ve işte bu yazıya konu ölüm de kanser nedeniyle tam da 2021’in başında 13 Ocak günü gerçekleşir. Ancak, yarattığı müzik ve gruplar yaşamaya devam ediyor. Tim Bogert’in ölüm haberinden kısa bir süre sonra Carmine Appice ile birlikte kurdukları Cactus, 5 yıl sonra yeni bir albüm çıkartacağını duyurdu. Yeni Cactus albümü Tightrope bu yılın Nisan ayı içinde piyasaya çıktı. Açıkçası bu albüm, son zamanlarda duyunca heyecanlandığım nadir albümlerden biriydi ve beni pek yanıltmadı. Rock müziğin alternatif rock ve indie müzik ile death metal ve benzer sert metal grupları arasında sıkışmış üretimi içinde eski usul, köklerine bağlı, iyi çalınmış ve keyifli bir albümü özlemişim. Cactus tıpkı 1969’da kurulduğu ve Tim Bogert’li kadrosu ne yapıyorsa aynısını bugüne uydurarak yapmaya devam ediyor ve yenilik arayışları içinde sesini ve tonlarını kaybetmeye başlamış rock müziğine o kökleri hatırlatıyor.
Cactus’un bu yeni kadrosunda ilk kadrodan sadece Carmine Appice var. Bas gitarda James Caputo, gitarda daha önce Rod Steward, Tina Turner ve Joe Cocker ile çalışmış Paul Warren gruba eklenmiş. Grubun 2000’lerde yeniden kurulması ile vokalisti olan Jimmy Kurnes ve harmonikacı Randy Pratt grupla yoluna devam ediyor. Albümde bence çok iyi bir Papa Was a Rolling Stone düzenlemesi var. Ben çok beğendim. Açılış şarkısı olan ve albüme adını veren Tightrope’da bence iyi şarkı. Ancak albümün kesinlikle en şahane şarkısı Poison in Paradise. Çok iyi bir blues rock şarkısı. Albümde grubun ilk gitaristi Jimmy McCarty’de bir şarkıda misafir. Ayrıca, Tim Bogert’in son motorsiklet kazası sonrası hem Cactus hem de Vanilla Fudge’e yerini devrettiği Pete Bremy’de albüme konuk olmuş. Albümün son iki şarkısı Headed for a Fall ve Wear It Out’da onları da dinleyebilirsiniz. Headed for a Fall’ı Cactus’un 70’lerdeki albümlerine koysanız sırıtmaz. Öyle keyifli şarkı. Albümü bence bir dinleyin. Eğer rock müzik dinlemeyi seviyorsanız ve 70’ler rock ve hard rock’unu özlemişseniz seveceğinizi düşünüyorum. Albümde yeni bir şeyler aramayın. Zira yok. Zaten öyle bir şeye de bence gerek yok. Bazen, eski ama güzel olanla yola devam etmek güzeldir.
Cactus – Poison in Paradise
Peki Tim Bogert’in hikayesini niye bu kadar uzun uzun anlattım? Çok sevdiğimden ve saygı duyduğumdan mı? Evet, tabii ki o da var. Tim Bogert, bence hayatta olduğu sürece en büyük bas gitarcılardan biriydi ve bu şekilde bir anma yazısını sonuna kadar hak ediyor. Sizlere özellikle Vanilla Fudge ve Cactus döneminde yaptığı işleri dinlemenizi öneririm. Her iki grubun hiç bir albümünü ayırmadan önerebilirim ama Vanilla Fudge’de favorim Renaissance ve Near the Beginning albümleridir. Cactus döneminde ise ilk dört albüm arasında ayırım yapmak ayıp olur. Hepsini ayrı ayrı önerebilirim. BBA dönemi zaten rock müzik tarihinin önemli işlerinden.
Ancak, sadece bunun için yazmadım bu yazıyı. Reportare’deki ilk yazımda değindiğim konuyla da ilgili aslında bu ölüm ve onun duyulma şekli. Bu kadar büyük işler yapmış, bas gitarın çalınma şeklinin ve rock müzik içindeki yerinin değişmesine büyük etkisi olmuş, Hollywood ünlüler caddesine adı kazınmış biri bile bu şekilde gözlerden uzak ve unutulmuş şekilde ölebiliyorsa şu 14 aylık pandemi döneminde açlıktan ve işsizlikten yorulup ölmeyi “tercih eden” 102 müzisyene insan daha çok üzülmüyor mu? Bu konuda fikri takip yapmaz, 14 ayın tümü için verilen 3000 TL’yi yeterli görürsek bu insanların nasıl dayanmasını bekleyebiliriz? Türkiye’den binlerce kilometre uzakta, günümüzden 50 yıl önce müziğe katkı sağlamış ama son 30 yıldır spotların uzağında kalmış birisine en azından bu kadarlık bir yazı yazılabilirken o 102 insanın hikayesini kim merak edecek, kim araştıracak ve kim yazacak?
Tim Bogert’i anarken ve onu güzelliklere uğurlarken kendi çöplüğümüzde de aynı uğurlamayı yapabileceğimiz günleri görebiliriz umarım.