Manda Yuva Yapmış Senin Dalına!

0
200

Tarabya yokuşundan aşağıya doğru gidiyoruz. Ama ne gidiş? Böyle hız mı yapılır kardeşim. Ya freni patlarsa…

Otobüsün içi balık istifi. Aklım gibi… Hava sıcak mı sıcak… Şu yüzlere bak hele, şu vücut dillerine… Öylesine kolay anlaşılıyor ki, sanki her biri bir robot.

“Nasıl gidiyor asistanlık? Pek bir sessizsin bugün.”

“Hiç sorma. Akademi akademi değilmiş, onu gördüm. Nereden geçtim diye söylenip duruyorum.”

“Sen de her şeyden şikayetçisin be birader. Neyini beğenmedin yine?

“Bak, şimdi sana nasıl anlatayım? Bir kere ikimizin hayata bakışı çok farklı. Ben topluma bakarken sınıfsal ilişkiler görüyorum. Egemen sınıfın toplumu, devleti elinde nasıl tuttuğunu, sahip olduğu araçlarla şu gördüğün insanlar üzerinde nasıl sömürüyü ve tahakkümü sürdürdüğünü görüyorum. Şu insanları bulundukları sınıfta tutan egemen toplum değerleri ve toplumsal güçlerin üzerlerinde kurdukları etkiyi görebiliyorum. Sen ise olan biten her şeyin insanların tercihi, hayatın akışı, verili bir düzenin sonuçları veya kader falan diyerek geçiştiriyorsun.

Üniversite falan fark etmez. Her yer, her ortam öyle. Orada da işler aynı. Bütün bunları yaratan güçlü, ideolojik bir yönetim düzeni, algıları kontrol eden bir iletişim düzeni var. Medya var, okullar var, din kurumları var… Nasıl düşüneceksin, neyi nasıl anlayacak, nasıl göreceksin? Bütün bunları belirleyen kelimeler dünyası, kitaplar, filmler, müzikler, gazeteler, dergiler var…

Akademik ortamdaki asistanlara bakıyorum, dünya yansa umurunda olmayan, toplumu anlama derdinden uzak, okumaları bizim gibi olmayan, varlıklı oldukları her hallerinden belli kişiler görüyorum. Hayata tutunmaya çalışan, zeki, parlak ancak kullanılmaya elverişli oldukları her hallerinden belli kişilerin de olduğunu görüyorum.  

Sonra biraz daha dikkatli bakıyorum. Eşitsiz ilişkileri görmeye başlıyorum. Bu ikinci sınıfta olanların üniversitelere alınma sebeplerini daha iyi anlıyorum… Birinci sınıftakilerin kendi tercihleriyle girdikleri bu yapılara ikinci sınıftakiler neden elene elene seçilerek alınsınlar ki! Yani kıssadan hisse, bu düzende de ırgatlara ihtiyaç var.

İlk sınıftan olanlar köşeleri tutuyor. Geldikleri ailelerden, nüfuz sahibi çevrelerden olacak her zaman koruma altındalar. Kendilerine hep hizmet ediliyor gibi. Yurtdışı bursları alanlara bakıyorum, musluğu elinde tutanlar açıkça görünüyor. Çoğunun bu meslekte edineceği kazanca zerre kadar ihtiyacı yok. Belli ki bir unvan, belki sonrasında yine daha iyi yerler… Düzenin devamlılığı, mevcut sahiplik düzeninin, egemen sınıfın varlığının devamlılığı için varlar. O kadar…

Diğerlerine gelince…Eğer itiraz etmezlerse belki biraz daha yol alabilirler. Ama bir sınırları var. O da çok açıkça görünüyor. Öyle egemen sınıfın dünyasıyla karşılaşacak kadar gitmeleri mümkün değil. Belli ki uyumsuzlar… Zaten bir an gelir itiraz ederlerse, asla affedilmezler. Bunu üniversitelerde değil tüm toplumsal düzende, kamusal alandaki yapılarda görebilirsin…”

“Çok takıntılısın bu tür konulara.”

“Senin kadar rahat olabilsem keşke…”

“Bak gazetede okudum. Senin dekan da TRT genel müdürlüğü için adaylar listesindeymiş.”

“Evet, doğru. Gördün mü fotoğrafı?”

“Evet evet… Başbakanın önünde diz çökmüş olan fotoyu diyorsun herhalde.”

“Nasıl ama… Efendisine ricada bulunan orta çağ lordu gibi.”

“Ne diyorsun? Olur mu?”

“Herhalde. Şüphen mi var?”

“Ama nasıl bu kadar emin olabilirsin?”

“Bak yine aynı şeyi yaşıyoruz. Biraz önce ne anlattım.”

“Amma abarttın. Her şey böyle mi oluyor?”

“Gerçekten bazen seninle neden konuşuyorum diye kendime kızıyorum. Çenemi yorduğuma değmiyorsun. Adam uzun yıllar ABD’de bulunmuş, eğitimi oradan. Karısı için oralı olduğu söyleniyor. Hatta oranın emniyet mi, istihbarat mı nedir bir teşkilatındanmış. Üstelik şu an ülkenin başındaki kadın da oralardan gelme. Hani şu yalısından ülkeyi yöneten…

Biraz dikkatlice etrafına baksana be kardeşim. Sokaktaki, mağazalardaki tabelalara, televizyonlardaki içeriklere, gazetelerdeki dile, şu gençlerin konuşmalarına… Giyim, kuşam, hal hareket… Ülke olmuş küçük Amerika… Daha dünkü darbeyi yapan “bizim çocukların” dönemini yaşıyoruz arkadaş… Devlet dediğin şu yapıya bir bak. Üst düzeydekilerin her birinin özgeçmişini biraz kurcala. Neler göreceksin neler. Bunu nasıl göremiyorsunuz anlayamıyorum… Ülke adı konmamış bir manda olmuş. İddia ediyorum bak, ülkedeki genel müdür ve üstü kadroların hepsi bu zibidilerin onayından sonra atanıyordur.”

“Saçmalama, abartıyorsun.”

“Ya zaten sizin gibiler yüzünden derdimizi anlatamadık ya yıllardır. Şu saplantılı cehaletinizle yıldırdınız… Göreceksin genel müdürlüğe bu zat atanacak.”

“İddiaya var mısın? Olmazsa ne kazanıyorum?”

“Boğazda yemek diyelim o zaman. Acımam ama…”

….

Aradan geçti 30 küsur yıl… Dile kolay, nereden nereye. Ama hiçbir şey değişmemiş işte!

Dün Meclis’ten geçen sansür yasası döndü dolaştı bu olayı aklıma getirdi. Şimdi “ne alaka” der gibi içinizden geçirdiğinizi sezinliyorum.

Çok alaka hem de…

İktidar partisinden bir milletvekili Meclis’ten geçen “sansür” yasasıyla ilgili konuşma yapıyor. Cümleler aynen şöyle:

“Biz, Meclis kapanmadan önceki dönemde, bu konuya ilgi duyan Amerikalı ilgililerle bu yasayı ve özellikle 29’uncu maddeyi konuştuk. Amerikan Büyükelçiliği Başmüşaviri, Uluslararası Politikalar Şefi… Onlar bizimle bu yasayı görüşmek istediler.”

Uluslararası politikalar şefi zaten ABD’nin uç beyi. Kontrolündeki ülkelerde olan biten her konudan haberdar olup gerekli müdahaleleri yapan kişi… Eskiden daha üst düzeylerin denetiminden geçerdik, iş bu seviyeye kadar düşmüş demek ki! Sonra devam ediyor:

“Sebebini de söyleyelim. Belki bu konuyu merak edenler vardır. Biz dünyada şu anda çok kullanılmayan, mevzuatı çok olmayan ama bütün insanların imkânlarından faydalandığı bir alana ilişkin düzenleme yapıyoruz. Bu yaptığımız düzenleme birçok ülkeye örnek olacak. Dolayısıyla bunu merak ettikleri için bizimle görüşmek istediler. Biz de bu yasanın içeriğini, özellikle 29’uncu maddeyi Amerikalılara anlattık. Sonunda şunu söylediler, konuşmalar kayıt altında, evraklara bakabilirsiniz: ‘Bizim dezenformasyon yasamızla sizin yasanız birebir örtüşüyor’ dediler, toplantıyı öyle bitirdik.”

Arkadaş acemi işte. Neyi nerede konuşacağını bilmemezliğinin kurbanı olmuş. Ya da artık açıktan yapsak da fark etmiyor, ülke öyle cahil ki kimse olan biteni anlayacak kafada değil zaten deyip geçiyor, umursamıyor.

“İcazet aldık, onların istediği gibi her şeyi yapıyor, yönetiyoruz” demiş olsa ne fark ederdi acaba…

Biraz bakışınızı değiştirin, eğer yapabilirseniz. Daha neler göreceksiniz…

Ha, şu iddiaya gelince… Kazandım tabi. Ama boğazda yemeği yiyemedik. Zaten o yemek de kursağımda kalırdı. Sanki ısmarlayabilecek parası vardı, sanki boğazda yemek yiyebilecek adamlardık!

Kapak Görseli: Kelli Dougal/Unsplash