Labirent-Kent
Kent ve Dil arasında, metafor-ötesi bir bağ, bir benzeşlik ilişkisi kurulabilir. Bu ilişki, hayat ve hakikat üzerinde her zaman amaçlanmamış, kimi zaman da paradoksal etkileri olan ideal kent ve ideal dil tasarımları (kurmacaları, ütopyaları) için geçerli olduğu gibi, kökenlerine inme çabalarının genellikle hipotez sınırlarını aşamadığı yaşayan (ya da yaşamış) kentler ve diller için de geçerlidir.
Bağ, yalnızca ‘yapı’ (insan yapısı), ‘kurgu’, ‘düzen’, ‘anlam’, ‘iletişim’ gibi nosyonlarla sınırlanmaz. Kent ve dil üzerine üretilen düşüncelerin tarihi, bu bağın daha derinlere gittiği yolunda bazı ipuçları verir. Her ikisini de rasyonel bir sistem olarak açıklamak, anlamlandırmak, dahası kurmak eğilimine sıklıkla rastlanır; kodlanmış imlerin dolayımlarla çözülerek iletiminin oluşturduğu dilsel ağların, kent planlarının grafizminde görselleşen fizik iletişim şebekeleriyle benzeştiği doğrudur; yazının fiziksel hakikati graphein alanında yeniden-temsil yeteneğiyle, coğrafi haritaların, kent planlarının, kartografinin fiziksel mekanı yeniden-temsil yeteneği arasında daha doğrudan bir ilişki vardır. Ama şu çok çekici ‘sistem’ sözcüğünü dile getirmeden önce, rasyonel hipotezlerimizin bağlı olduğu ipuçlarının karanlıkta kaybolduğu, hiç de bir kökü tamamlamayabileceğini unutmamak gerek. Kök/köken nostaljisi ve her şeye bir ata bulma hastalığı, Oedipus’laştırıcı bir paranoyanın doğurabileceği tehlikeli sonuçlara açıktır (Deleuze-Guattari). İmleyenin tiran olduğu bir dil sistemi, dilin kendisine tekabül etmeyen kapalı bir yapısalcı sistemde anlam bulabilir ancak ve yalnızca kendisini açıklayabilir.
Bilgi’den daha derindir dil kuyusu. Örneğin harfin canlılığı nosyonu, metaforun ta kendisidir, hatta dilin kökenine metaforu yerleştirir : Metaforun koşulları, öte-metafor, Varlık ve Hiçlik hiç bir zaman kendi anlamlarına gelmezler. “Metafor ya da harfin canlılığı, imleyenin Hayat’la ilk ve sonsuz eşanlamlılığıdır. Atıl sözcelliğin, yani doğanın ya da doğaya dönüşmüş sözün psişik yıkımı. Hayat olarak imleyenin bu aşırı gücü, bilgiden her zaman daha zengin olan, huzurlu ve yerleşik kesinliğin ötesine geçen bir harekete sahip dilin tedirginliğinde ve göçünde ortaya çıkar.” (Derrida) “Nasıl söylerim bildiğimi / anlamı çoğul sözcüklerle?” (Edmond Jabès) Dilin hayatla ve ölümle olan ilişkileri nasıl rasyonalizasyon çabalarını belirsizliğe sürerse, insan yerleşimleri de her zaman bir aklın izlerini sürmemize izin vermeyecek, işlev yada geometri gibi nosyonların kuşatıcılığına sığınma özlemlerimizi boşa çıkartacak tezahürlerle doludur. Çatalhöyük duvar resimlerindeki kent çizimleri, ya da Hattuşaş planlarının gösterdiği gibi, hiyerarşik bir rasyonel düzenlemeden çok, yerin durumu, doğayla kurulan farklı bir inanç bağı, savaşlar ya da ticaret ilişkilerine tabi koşullar, üst üste katmanlaşan tarihsel kültürlerin bir arada ortaya çıkardığı çokbiçimli oluşumlar gibi rastlantısallığı barındıran ve asla kesinlikle belirlenemeyecek birçok etken işbaşındadır.
Ama bu, dilleri ve kentleri rasyonel hiyerarşik sistemler olarak yapılandırma çabalarının hiçbir hakiki etkisinin olmadığı anlamına gelmez. Leonardo’nun ‘ideal kent’ini Kolomb’un Yeni Dünya’da kurma çabaları yer-li kültürün toprağında tutunamamışsa da, Ortaçağ’dan beri geliştirilen ütopik ideal kent tasarımları, On sekizinci Yüzyıl’ın polis raporlarında beliren, kente ve giderek ülkeye yönelik merkezi-optik-hiyerarşik ‘gözetim/yönetim sanatı’ düzenlemelerini esinleyerek hakiki hapishanelere, kışlalara, fabrikalara rasyonel modeller oluşturmuşlardır (Bentham’ın Panopticon’undan Paris La Petit Roquette Hapishanesi’ne- Foucault). Esperanza ya da Balaïbalan gibi iletişim mucizeleri yaratacak kurmaca dil düşlerinin, kabalistik kod sistemlerinin mantıksal gramatik ilkeleri, sibernetik enformasyon teknolojisinin yarattığı sanal dillerde vücut bularak medya komplekslerinin ağlarıyla küreselleşmiş, dahası Körfez Savaşı’ndan bu yana bilim-kurgu alanının çoktan dışına çıktığı anlaşılan, militer kullanıma yönelik ‘iletişim silahları’nın ‘çok gizli’ simyevî dünyasına evrilmişlerdir.
Kendisi çoğul ve paradoksal anlamların belirip yittiği bir meta-metafor olan Labirent imgesinin görselleştirdiği de, kentlerle diller arasındaki, metaforun da ötesine geçen bu gel-git ilişkisidir. Kimi zaman doğayı romantik bir idealizasyonla yeniden-yansılama işlevini taşısa da, genellikle rasyonel bir estetiğin egemen olduğu kişiye özel minyatür geometrik krallıkların, bahçe mimarilerinin bilmecemsi figürü maze geleneğinde kurulmuş labirentler, dolambaçlarında dile ve kente dair nice düşünceyi yitirirken dillendirir. Labirentin kendisi zaten bir yazıdır, paradoksal olarak anlam yitimi ilkesi üzerine kurulmuş, okuyanın kendisini yitirdiği tuzaklarla dolu bir yazı. Amacın merkeze ulaşmak mı, yoksa dışarı çıkmak mı olduğu belirsiz bir oyun mimarisi. Selçuk kültürüne ait kufî yazı-labirentler, Tanrı’nın Bir ve Her şey olduğunu dile getirirken, birlik ve çokluk, akıl ve yer, söz ve yazı, hayat ve ölüm üzerine sorular üretiyor. Sözün sessizliklerle, yazının boşluklarla, bahçenin çölle, kentin doğayla anlam bulduğunu, ancak akıldışının varlığını kavrayabilecek bir aklın, çoğulluğun hakikatine ulaşabileceğini hatırlatıyor.
Maze, yazı-labirent, aklın bir başına, kendi hipotetik birliğini merkez alarak, çoğulluğu zorla birliğe götürmeyi hedefleyerek kurmaya çalışacağı bir kentin ancak içinde yaşayanları yitiren şeytani bir labirente, devâsa bir gettoya dönüşebileceğini, kentin de dil gibi yalnızca içinde akan çoğulluklarla, farklı kimlikler ve kültürlerden insanlarıyla, hayvanları, bitkileri, havası suyu, taşı toprağıyla yaşayabileceğini düşündürüyor. ‘Yer’ kavramının kendisinin altının oyulduğu, göreli bir ‘rant değeri’ kavramıyla yerin, toprağın, fiziksel çevrenin kendisinin ortadan kaldırıldığı, şematik ve ithal ‘post-modern’ mimari uygulamaların bile arazi mafyası tipi özgün sitelerin yanında ehven-i şer sayıldığı, kanser hücrelerinin uygun bir büyüme modeli sayılabileceği bir kentte yaşıyorum. Kafamdaki labirent kentin ağ haritasına denk düşüyor…
‘Küremiz’in sorunları daha da karmaşık ve uzaklıklar giderek daha da hızla siliniyor. Sivil bir demokrasinin anti-merkeziyetçi yeri olarak kent düşü, ‘vahşi kapitalizm’in aşırı zenginlik tutkusundan çok daha tehlikeli bir düşmanla karşı karşıya : Enformasyon teknolojilerinin, teleteknolojinin aşırı hız tutkusuyla, demokrasi, post-endüstriyel ve post-kentsel bir kapitalist otokrasiden de öte, ‘yer’ kavramı üzerine kurulu topik Site’nin yerine post-endüstriyel bir teletopik Metasite’yi, bir Media-Site’yi geçirerek, bir ‘mesaj aktarım devrimi’yle fiziksel hareket kavramını ortadan kaldırıp demokratikleştirilemeyecek bir atalet durumunu bireyler için birer getto kılarak, mutlak hız nosyonuyla eksenlenen, gelecek savaşların militer ve lojistik mantığının insan hakları kavramını içinden mayınladığı bir dromokrasiye (hız yönetimine) doğru evriliyor (Paul Virilio).
“Aklın düşleri canavarlar doğurur.” (David Sylvian)