Belki bu kez girecektik. Ama heyhat olmadı. Allem ettik, kallem ettik yine çıktık yoldan. İki yüz yıl evvel “Gavur Padişah” ile başlayan çağı yakalama arzusu göz kırparcasına yanıp sönen, sağına soluna vurulsa da bir türlü doğru düzgün ışık veremeyen el feneri gibi bir kere daha söndü gitti. Fenerin eskiliğinden midir, ömrü dolmuş, erimiş pillerden midir, kısa görüşlü eski tip ampulünden midir bilinmez ama artık tekrar yanacak gibi durmuyor.
Koptuk… Öyle ya da böyle insanlığı ileriye doğru taşıyan, reform ve rönesans ile tüm “batıl” anlayışlardan bizi ayıran akla dayalı düşünce biçiminden, akılcılıktan koptuk. Üstelik yeni bir toplum düzenini getirmekte olan bir paradigma değişiminin eşiğindeyken, gelişmiş dünyanın bir kere daha değişim yaşamak üzere olduğu anda koptuk.
Aslında olan biteni anlamak o kadar zor değil. Yüzyıllardır adeta içselleştirerek yaşadığımız, günümüze kadar taşıdığımız derin cehaletle baş edemedik, kurbanı olduk. Bu kadar açık…
Belki kitaplar dolusu yazılacak bir konuyu olabildiğince kısa bir şekilde burada anlatmak ne kadar mümkün bilemiyorum ama yine de deneyelim bakalım.
“Nedir bu yaşayamadığımız değişimler?”
Bir kere en başta söyleyeyim. Öyle sanıldığı gibi 18’inci yüzyılda değil ta 15’inci yüzyıldan itibaren dünyanın ileriye doğru çalışan saatinden çıktık. Martin Luther, Jean Calvin, Giordano Bruno gibi Vatikan’ın bağnaz Hristiyanlık anlayışının üzerine gidip dinde reform hareketlerinin gelişimine öncülük yapmış kişiler olmasaydı Avrupa’da geniş halk kesimlerinin uyanması mümkün olmayacaktı. Bir kere Batı’da başlamış olan ve toplumsal düzeyde büyüyerek gelişen bu değişimi anlayamadık. Biz o sıralarda Pir Sultan Abdal’ı katletmekle meşguldük. Olan biteni anlayan üç beş kişi çıkmıştır mutlaka ama tıpkı bugün gibi haklarından gelinmiştir.
Zamanın iktidarları da ellerindeki gücü, ekonomi-politik kazanımları kaybetmemek için değişimi reddetmiş, kurulu düzeni sürdürme gayretiyle “batıl” olan ne varsa desteklemişti. Osmanlı tam anlamıyla bunu yaptığı için birkaç cılız girişim dışında yaşanan değişimlerin hiçbirine ayak uyduramadı. Siz belki yıkılış nedeni olarak Birinci Dünya Savaşı’nı gösterebilirsiniz ama sonuçta neden açıkça belliydi. Bilimsel akıl değil, taassup aklı egemendi. Ve yıkıldı. Endüstri devrimine yani 18’inci yüzyıla kadar yapamadığı her değişim zaten ona endüstri devrimi için gerekli olan akılcı düşünce biçimini de getirmemişti.
Bugüne bakıldığında toplumun büyük kısmının bilimsel düşünme biçiminden, akılcılıktan neden nefret ettiğini anlamak pek zor olmasa gerek… Sonuçta reform ve rönesansı kaçırmış Osmanlı’nın endüstri çağı da gelmedi. Endüstrisi olamayınca buna dayalı bir ekonomi ve silah gücü de olmuyor doğal olarak. Kaybedersin tabi…
Peki Neydi Yaşanan Değişim?
Tüm insanlık tarihi, Batı ya da Doğu ikileminden bağımsız olarak ileriye doğru gelişimini devam ettiriyor. İster kabul edin ister etmeyin. Ne düşündüğünüzün hiçbir anlamı yok. Eninde sonunda tekamül devam ediyor. Şu küçücük zaman dilimindeki direnişlerinizin de hiçbir faydası yok. Sadece değişimi gören, değişim için çabalayan diğerlerine bir miktar zarar verebilirsiniz o kadar…
19’uncu yüzyıl aydınlanması Batı’ya yani o zamanın Avrupa’sına şıp diye gelmedi tabi. Din üzerinden baskıyla sürdürülen yönetimler ve onların kurduğu feodal düzenin altında geniş toplum kesimlerinde öfke giderek artarken ‘akılcılık’da gelişmeye başlamıştı. Aklın öne çıktığı düşünce güçlerinin ortaya çıkışı öyle kolay olmadı. Yaşanan acılar her şeyi sorgulatır hale gelmiş, isyanlar artmıştı. Dinde reform ve rönesans hareketleri çok kanlı bir tarihtir. Ve zaman içinde feodal düzenin ekonomi-politik iktidarlarını yıkacak boyuta erişmiştir.
Her şeyin kökeni aslında toplumun üretim ilişkilerinde yatıyor. Bunu iyice anlamamız lazım. Toprağın yani tarımın ekonomide, üretim ilişkilerinde belirleyici olduğu bu dönem feodal yani derebeylikle ilgili bir politik dönemi ifade eder. Tarımı bugünün tarımı gibi düşünmeyelim ama… Kol-kas gücüne, çok sayıda insanın emeğine, öküzün, rüzgarın, güneşin yani doğanın enerjisine ihtiyacınız var. Peki insanların zorlu ve ağır çalışma koşullarına rıza göstermesini nasıl sağlayabilirsiniz? Tabii ki baskı, şiddet ve ağır bir telkinle… Onları toplumsal hiyerarşinin köle, ırgat sınıfına iter, üzerlerine şiddet ve din üzerinden telkin yöntemlerini kurarak istediğiniz ekonomik düzeni de sürdürebilirsiniz. İşte bu düzen yüzyıllar boyunca dünyanın her yerinde feodal iktidarların büyümesine, din ile etrafı donanmış mutlak güçlerin, krallıkların ortaya çıkmasına kaynaklık etti. Tabi doğal olarak ezilen milyonlar, yığınlar da bu süreç içinde doğmuş oldu.
İşte uzun yıllar boyunca batıl inançların ağır baskısı altında yaşanan bu düzeni “aydınlanma” devrimleri bitirdi. Tam bu noktada da devrimleri getirenin ne olduğunu söylemek gerekiyor: Üretim ilişkileri değişti. Toprağa dayalı üretimin yarattığı ekonomi-politik gücü kökten değiştirecek bir şey oldu.
Yazının başında bahsettiğimiz o akılcılığı geliştiren mücadeleler var ya, o mücadelelerin bir uzantısı olarak bilimsel düşünme biçimi gelişti, pozitif bilimler doğdu, keşifler ve icatlar dönemi başladı. Buharlı makine keşfedildi. Yalnızca bu olmadı tabi, o makinelerin yarattığı fabrika da keşfedildi. Makineye dayalı üretim geldi… Elle yapılan tüm üretim biçimleri yok oldu, yerine bir örnek, standart ve kitlesel üretim yapan makinelerle dolu fabrika üretim düzeni geldi.
Kendisi için üreten insan, artık başkası için üreten birine dönüşürken, ticaret ve buna bağlı olarak büyük değişimler de yaşanmaya başladı. Ulaşım, iletişim hızla gelişirken, kentler büyüdü, tüccarizmin otoritesi ve politik kurumları ortaya çıktı. İmparatorluklar yıkıldı, direnenlerin kelleleri devrimlerle kesildi ve bugün bildiğimiz anlamda ulus devletler doğdu.
Avrupa’da yüzyıllar boyunca bunlar olurken Osmanlı’da ne oluyordu peki?
Osmanlı zamanın gereklerine ayak uyduramadı, taassuba yenik düştü. Yıkıldı. Yok oldu olacak derken küllerinden genç bir ülke doğdu. İşte bu yeni ülkenin egemen sınıfı ve yönetici kadrosu Osmanlı’nın sonunu getiren, yapamadığı bu değişimleri biliyordu. Ve ilk işleri bunlar oldu. Zira bu değişimleri yapamazlarsa doğmadan öleceklerini de çok iyi biliyorlardı. Cumhuriyet yönetim biçimine geçildi, batıdaki gibi harf devriminden kılık kıyafete, ölçü birimlerinden eğitime ne varsa değişime giriştiler. Pozitif bilimleri esas alan bir yönetim anlayışı kurmak için çabaladılar. Batı’daki endüstri devrimini yakalamak ve yeni çağa ayak uydurmak amacıyla devlet eliyle fabrikalar kuruldu. Ancak bu çabalar tepeden inme gerçekleşiyor, toplumda tam anlamıyla bir karşılık bulamıyordu. Sorun büyüktü. Yıllar içinde bu sorun daha da büyüyecekti…
Batı’da feodal düzen yıkılırken bir çağ kapandı yerine “modern çağ” geldi. Ve dinin, toprağa dayalı ekonominin egemen olduğu “feodal toplum” yıkılırken aklın ve fabrikaya dayalı ekonominin egemen olduğu “modern toplum” doğdu.
Modern yani anlamı itibariyle “yeni” ile geleneksel olan ne varsa reddedildi. Bizdeki sorun işte buydu. Yeni devlet modern çağın gereklerine uğraş verirken, ayak uydurmaya çalışırken toplumun geniş kesimleri “modern toplum” yolunda dönüşümünü yapamıyordu. Kolay değil. 600 yılda değişimini anca yapabilmiş bir Avrupa gerçeği ortadayken… Her yeri sarmış zona hastalığı gibi ülkenin her yerinde kökleşmiş cehaleti, taassubu bir tür kangren gibi kesip atamıyorduk işte. Toplum içinde bulunduğu din hegemonyasından, batıl gelenek ve düşünce biçiminden çıkamıyordu.
Batıda üretim ilişkilerinin güç merkezleri köklü bir şekilde değişmişti. Yüzyılın başında geçmişe ait düşünsel anlamda ne varsa ‘yeni’ düşüncelerin gücüyle kırıldı, sanatta, edebiyatta, dilde, matematikte velhasıl her alanda ‘yeni’ olana bağlılık arttı. İnsanı aristokrasi sınıfının egemenliğinden kurtaran tüm politik yapılar hızla gelişti. O vakte kadar kul olan insan aklı özgürleşmişti. Onu dogmalarla ve batıl inançlarla boğmuş olan bir dönem sona ermişti.
Bilim değişmişti. Sanat değişmişti. Eğitim değişmişti. Din politik alanın dışına atılmış, laiklik düşüncesi politik anlamda benimsenmişti. Günlük yaşama ilişkin her şey değişirken politik olarak egemen sınıf da değişmişti… Tabi biz bunların da hepsini ıskaladık. Tekrar tekrar söylememe gerek yok sanırım…
Batı’da gelişen modern toplum yeni düzeni hızla sahiplenmişti. İçinden çıkılan feodal toplum düzeni öylesine yıkıcıydı ki modernizm bireylere toplumsal alanda bir özgürlük, bir saygınlık getirmişti… Eh tarlada köle iken, alınıp satılan bir mal iken fabrikada serbestçe çalışma özgürlüğüne ulaşmış olmak da önemli bir aşamaydı…
Modernizmin Totaliterliği
Lakin bu süreç başka birtakım gelişmeleri de beraberinde getirmişti. Yeni üretim ilişkilerinden doğan yeni egemenler, bu üretim ilişkilerinin devamı için toplumu da değiştirmek gerektiğini çok iyi biliyordu. Kapitalizm yani sermayenin egemenliğine dayalı bir politik düzen bu üretim ilişkilerinin bir çıktısı olarak yükselecekti.
Toplum kapitalist üretim ilişkilerinin bir uzantısı olarak şekillenmeli, modern dönem öncesi tüm yaşam biçimleri terk edilmeliydi. İş bölümü ve uzmanlaşmaya dayalı olarak üretimde mükemmelleşme yolunda ilerleyen fabrikalar için uyumlu işgücü gerekiyordu. Öyleyse fabrikanın üretim biçimine uygun olacak şekilde yeni bir insan yaratılmalı ve sınıfsal hiyerarşi anlayışı topluma da taşınmalıydı. Yeni toplumsal sınıflar bu üretim ilişkilerinin uzantısı olarak oluşmaya başladı. Kapitalizmin araçları sermaye sınıfı egemenliğinde kapitalist toplum düzenini inşa ediyordu.
Tabi böylesi bir dönüşüm kendinden önceki tüm değerleri, toplumsal kabulleri yok ederek yerine ‘toplum sözleşmesine’ dayalı yeni bir düzeni getirdi. Ve bu değişim için çağın insanı üzerinde büyük bir basınç uyguladı. Adeta mengeneye sıkıştırılmış olan insan ‘disiplin toplumu’ içinde eriyordu. Ve o basınç ve yükselen kapitalizm sürecinde büyük buhranlar ve bir de dünya savaşı yaşandı. Öyle ki bu gelişmeler özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın da etkisiyle yılgın ve yorgun insanları oluşan yeni tahakküme karşı bir duruş gerçekleştirmeye itti.
Birilerinin servetler edindiği, birilerinin sömürüldüğü ve üstelik fabrikadaki makinelerin birer uzantısı gibi muamele gördüğü, insanı ezen, bir kalıba sokan modern toplum düzeni dayanılmaz hale gelmişti. Tıpkı 1789 Fransız ihtilali ile yaşanan büyük değişimde olduğu gibi yine Fransızlar 1968 olaylarında modernizmi, “modern toplum” anlayışı ve değerlerini reddederek sesini yükseltti. Post-modernizm olarak adlandırılan yeni bir süreç başlıyordu.
Modern olan katıydı, baskıydı ve yapısaldı. Kapitalist üretim ve toplum düzeninin tüm yapıları insanlar üzerinde tahakküm kurmuştu. Fabrikanın uzantısı olan bir toplum düzeni fabrikanın ihtiyaçlarına göre şekillenmiş devlet ve toplum yapıları kurmuştu. İnsanlar adeta bir fabrika dişlisi haline getirilmiş, insan olmaktan çıkmıştı. Fransa’da eylemlere katılan gençler “yapılar yürüyemez” diye duvarlara yazılar yazıyor, ellerinde kaldırım taşları ile “yapıları söküyoruz” diyordu. Kapitalizmin yarattığı baskıcı yapılara, yapısalcı düzene karşı büyük bir öfke vardı. Postmodernizm esasında modernizmi ve modern toplumu yıkma için gelmiş değildi. Onda var olan sorunları görmüş ve bir değişim talep ediyordu.
Postmodernizm denilince akla ilk olarak gelen Foucault ve Derrida’ya göre postmodernizm özgürleştirmekten çok disipline eden modernizme bir başkaldırıdır. Modernizmin tek tip, standart ve kitlesel üretim gücüne sahip fabrikalarının ortaya çıkardığı yeni devletin insana yaptıkları acımasızdı. İnsanı kalıplara hapseden, onu yok eden hastalıklı bir anlayıştı ortaya çıkan. Postmodernizm, akılcılığa, maddeciliğe, telkine, teslimiyete, insanı kendi emrine alıp köleleştiren ve makineleştiren teknoloji ve bilime karşı çıktı. Bu düşünce biçiminin bütün otoritelere karşı bir duruş ortaya koyduğunu, mutlak olan katı kabulleri reddettiğini 68 kuşağının ‘hippi’lerine baktığınızda kolaylıkla anlayabiliriz. Katı olan ne varsa buharlaşıyordu…
Postmodernizm ile ‘merkez’ bir kere daha değişime uğradı. Merkez sosyolojik ve politik olarak egemen sınıfı, bu sınıfın değerlerini ve toplumsal kabullerini ifade eder. Merkezin politik egemenleri değiştiğinde merkezin çevresindekiler için de egemen değerler, toplumsal kabuller adına ne varsa her şey değişir, sosyoloji değişir. Feodal dönemde merkez tek ve mutlak bir güçtü. Feodal düzenin merkezi, feodal iktidarın ve dinin gücüyle biçimlenmiş olan bir politik merkezdi. Sınıflar arası geçişkenliğin olmadığı, doğuştan unvanlarla dünyaya gelinen bir toplumsal düzenin hakim olduğu bu dönemde merkez ve çevre ilişkisi bir biat ilişkisiydi. Çevrede doğan çevrede kalırdı, merkezde yeri yoktu. Bu dönemde merkez yaşam alanı olarak kale anlamına gelen ‘Burg’tu. İşte burada palazlanan tüccarlar bugün “burjuva” olarak adlandırdığımız aydınlanma devrimine kaynaklık edecek yeni bir sınıfı doğuracaktı. Burjuva devrimleriyle gelen modernizm işte bu merkez anlayışını yıkmıştı. Onu değiştirmemiş aksine tamamıyla ortadan kaldırmıştı.
Modern toplumda yeni politik merkez toplum sözleşmesine dayalı devlet olarak ortaya çıktı. Sosyolojik olarak ise merkez kentli sermaye sınıfı ve onun yarattığı devlet bürokrasisiydi. Bu dönemin demokrasisine boşuna burjuva demokrasisi demiyoruz. Sınıflar arası geçişkenliğe izin vardı. Ancak kurallar açıktı. Modern çağın ve toplumun aklına sahip olmalıydınız. Modern dönemle birlikte modern kurumlar ve toplum yapıları mutlak bir güç halini aldı. Hatta kısmen “elitizm” olarak tanımlanan bir kast düzeni oluştu.
İnsan yeni dönemin kurumları ve toplumsal yapılarında, egemen değerlerinde erimeliydi. Onun varoluşu ve ödevi bağlı olduğu topluma ve devlet düzenine sadakatti. Krala, imparatora ya da padişaha, adına ne derseniz deyin işte mutlak ve tek bir güce sadakatten, ulusa sadakate doğru bir değişim yaşandı. Yükselen milliyetçiliği anlamak adına bu konu önemli… Ancak ortada bir gerçek vardı ki birey yine yoktu. Yeni politik düzenin yasal güvencesi altında yaşam ve mülkiyet güvencesine kavuşmuş, politik egemen düzenin onaylayıcısı olan birey ulusal amaçlar için erimişti. Postmodernizm işte bu merkezi, yani modernizmin yarattığı politik merkezi sarstı ve bireyi bu oluşan tahakkümden kurtarma girişiminde bulundu. Modernizm gibi yıkıcı, yok edici bir niteliğe sahip değildi.
Neoliberalizm olarak adlandırdığımız ve 1980’li yıllardan sonra dünyadaki ekonomi-politik dönüşüme damgasını vuran gelişmeler işte bu toplumsal değişim sürecinin bir uzantısıdır. Tabi biz tarihin yapıcıları anlamında bu resimde de belirleyici değiliz. Bunu tekrar tekrar hatırlatmakta yarar görüyorum…
Tüketimi Yöneten Yeni Egemenler
Post modernizm süreciyle üretim ilişkileri, üretim araçlarına sahipliğin yarattığı ekonomi-politik egemenlik bir kere daha değişim geçirir. Üretimin mükemmelleşmesine ilişkin önemli yol alınmıştır ve Endüstri 4.0 düzeyi ile artık otomasyon düzenekleri, yarı robotlar fabrikalara girmiştir. İşçi emeğine ihtiyaç azalırken, sermaye-işçi ilişkisine dayalı eskinin fabrika düzeni ve ideolojileri anlamını yitirmiş, gelişmiş ülkelerin lehine küresel düzeyde hammadde sömürüsü amacıyla otobanlar kurulmuş, batı devletleri küreselleşme çizgisine ulaşmış şirketler büyütmüştür. Fabrika sermayesinin yönettiği politik bir düzenden finansal sermayenin yönettiği küresel politik bir düzene doğru değişim yaşanmıştır.
Artık yeni dönemde tüketimi yöneten, kontrolü altına alan egemendir. Tüketim ilişkilerini ve araçlarını yönetenlerin egemenliğine doğru bir yolculuk başlamıştır.
Tüketimi yönetmek demek tüketimdeki insanı, insanın tüketim alışkanlıklarını yönetmek demek. Öyleyse insanları yaşam biçimleri, alışkanlıkları, davranış özellikleri, inançları, değerleriyle birlikte görmemiz, kabul etmemiz gerekiyor. Modern dönemin aklıyla hareket edip, onları bir örnek, standart ve kitlesel insan olarak düşünmemiz tüketim yönetiminin mantığına aykırı… Peki ne yapmamız lazım bu durumda?
İlk olarak insanları olduğu gibi kabul eden, onları tüketimin bir nesnesi haline getirecek olan yeni bir toplumsal düzen kurmalıydık. 1980’li yıllarla birlikte toplumsal aklı dönüştürecek kültürel girişimleri hayata geçirdik. Bir anda gri gökyüzü ‘Benetton’un reklam panoları’ gibi renklendi, “Another Brick in the Wall” şarkısının yarattığı yeni ritim içinde modernizmin bir eseri olan ulus devlet düzeninin yarattığı tek tip insan, toplumsal yapı ve kültürel dayatma anlayışlarını yıktık. Çokkültürlülük, yerel değerler ve gelenekleri öne çıkarırken, ulus devlet düzenlerinin bastırdığı etnik çeşitliliği destekledik. Merkezin niteliği ve otoritesini değiştirdik, ulusalcılık ideolojisi içinde biçimlenmiş olan merkezin gücünü topluluklara dağıttık.
Biz modernizmi Cumhuriyet ile yakalamış ancak içselleştirememiştik. Zira toplumsal bir talep olarak ortaya çıkmamıştı. Modern toplumun değerlerini bir türlü kavrayamadık, sahiplenmedik. Dar, şehir merkezleriyle sınırlı kalmış modernist çabalar ülke insanının geneli tarafından sahiplenilmemiş olduğu için ardından gelen ve modern toplum ile doğrudan ilişkili olan post modern değişimi de anlamamış olduk. Üstelik böylesi bir değişimi, değişime ihtiyacı olan sınıflar dahi reddettiler.
Buna karşın post modern süreç küresel sonuçları beraberinde getirdiğinden, bunun dışında da kalmadık. Batıda post modern değişimin tetiklediği ve geliştirdiği yeni ekonomi-politik dönüşümün bir parçası olduk. Daha doğrusu o sürece 1980 askeri darbesi sonrası eklemlendik, küresel sömürü düzenine ‘tabi olan’ sıfatıyla giriş yaptık.
Bizim modernleşme sürecimiz kısa sürdü. İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan yeni dünyada, ‘Soğuk Savaş’ın dayattığı koşullar içinde batı bloğunda yer alırken modernlik çizgisinde kalacağımız inancı taşıyorduk belki ama işler öyle gitmedi. Kendi dinamiklerimizle üretebileceğimiz modernleşme sürecini batının ellerine teslim ettik, kendi dönüşümümüzü yok ettik. Batının küresel politikalarının bir parçası haline gelirken, batıya eklemlenmiş bir sömürü ülkesi haline dönüştük. Onlar için bir tüketim pazarıydık. Modern olmamızın bir önemi yoktu.
Modern dönemin doğumuna kaynaklık eden fabrikaya dayalı endüstri dönüşümünü yapamadığımızdan endüstriye dayalı üretim düzenini ve bunun sonucu bir toplumsal dönüşümü yaşayamadık. O endüstrileşme girişimlerine ilişkin tüm çabalar 1947 ile başlayan ‘Marshall Planı’ ve ‘süt yardımları’ ile sona ermişti. Yerli üretim namına ne varsa yok edildi.
Cılız bir büyüme gösteren endüstri düzeninin işçilerini ve eğitim düzenini ise küresel sömürünün politikaları için kısa sürede yerle yeksan ettik. “İthal ikamesi” adı altında uydurulan bir ekonomi modeliyle de batının uygulayacağı neoliberal dönüşüm politikalarına dahil olduk. Açıkçası batının geçirdiği tüm değişim süreçlerini kaçırmakla kalmadık artık kendimizi batının insafına terk ettik. Üretimi yönetemediğimiz gibi tüketimi de yani kendi ekonomik iç pazarımızı da yönetemeyeceğimiz bir döneme sürüklendik.
Neoliberal dönem, devlet gücüyle büyütülmüş olan kapitalist batılı şirketlerin kendi ülkeleri dışında ve küresel düzeyde piyasa işgali ve yönetimi sürecidir. Egemen kapitalist devletlerin diğer devletler üzerinde pazar ekonomileri bakımından egemenlik tesis ettikleri bir dönemi ifade eder. Bu süreçte tüketim pazarlarının yönetimi, tüketim ilişkileri ve tüketici yönetimi bu küresel ekonomik aktörlerin eline geçer.
Postmodernizm anlayışı ve yükselen merkez dışı yeni politik kurumlar, piyasa araçları ve kurumları, kapalı ulus devlet anlayışıyla uzun yıllar yaşamaya mahkum kalmış olan modern dönemin insanlarına neredeyse sudan çıkmış bir balık deneyimi yaşattı. Yaşadığı dönemin ulus devlet dinamikleri içinde ezilen, tek tip bir düşünceye bağlı olarak sınırlı, kontrollü tüketimle hayatlarını sürdüren geniş kitleler bir anda kendilerini tüketimin dayanılmaz hafifliği ve ‘hazcılığın’ kucağında bulmuştu. Yıllar boyu üretimin kölesi olanlar artık tüketimin kölesi olmaya hazır hale gelmişlerdi.
Bu döneme ilişkin olarak gelişen dijital teknolojiler konusunu atlamamamız gerekiyor. Zira bilgisayar ve veri toplama- işleme yöntemlerindeki gelişmeler artık birer tüketici olarak insanların beğenileri, eğilimleri, tüketim davranış ve alışkanlıklarını ölçebilecek nitelikte gelişmişti. Ayrıca bu teknolojilerle pazarlama, reklam, iletişim ve medya alanlarında da önemli gelişmeler yaşanıyordu. Bu ilk dijital gelişmeler tüketimin yönetimine ilişkin önemli ip uçları verir. Zira bugünün yapay zekası ve dijital ağlarını ve tüketim yönetiminin geldiği aşamayı anlamak için bu çıkış noktasını, nedenlerini de anlamak gerekmektedir.
Postmodernizm yerel olanı ve bireyin ait olduğu yerel değerlerini yüceltmişti. Dikkat edin bireyi demiyorum henüz. Birey yok ortada. Birey yalnızca bir tüketici ve önemli olan onu harekete geçirecek olan motivasyon değerleri… Neoliberalizm ile kendini yücelmiş olarak hisseden birey kendi ayağıyla tüketimin gönüllü bir üyesi haline geldi. Üretimin mükemmelleşmesi yolculuğu Endüstri 2.0, 3.0, 4.0 derken 5.0 düzeyine doğru yol almış, dijital devrimler yeni bir çağın başlangıcını işaret eder olmuştu. Artık üretimde teknoloji ile sağlanan ileri aşamalar, üretilen ürünlerin tüketicilerini yaratma ihtiyacını da beraberinde getirmişti. İnsan eşittir pazar demekti. Her beğeniye, her zevke, her bedene, her yaşa, her duyguya hitap edecek üretimin gerçekleştiği, pazarlama, ulaşım ve iletişim teknolojilerinin tüketimi kolaylaştırdığı bir yakın dönem tarihi içinde postmodernist toplum düzenini hep birlikte deneyimledik. Artık her şey öylesine hızlanmıştı ki!..
Bu aşamada bir kere daha hatırlatmak isterim ki biz bir ülke olarak belirleyici falan değiliz. Bizim gibi ülkeler de değil. Genellikle bu tür konularda bazı kişiler sanki gelişmelerin bir aktörüymüşüz gibi algılıyor kendilerini. Oysa biz aktör falan değiliz, yalnızca sürece eklemlenmiş bir takipçiyiz. Ola ki takip edemeyelim, gereği yapılır ve zorla takip eden haline getiriliriz. O kendi başına karar alma, belirleyici olma ihtimali yok artık. Yıllar önce kendi ellerimizle verdik biz onu…
2000’lerle birlikte duvarların yıkıldığı yeni dünyada dijital teknolojilerle birlikte olağanüstü gelişmeler yaşandı. Artık tüketimin mükemmelleştirilmesi sürecine girilmiş, “Big Data” dönemi başlamış, pazar savaşları kızışmıştı. Küresel ekonomik aktörler mallarını, hizmetlerini, düşüncelerini hızla bizim gibi sömürü ülkelerine transfer ediyor, işbirliği sağladığı yerel kaynaklarla piyasaları ve tüketimi ele geçiriyordu. Birey düzeyinde davranışları kontrol altına alabilecekleri, sınırları olan ama sınır tanımayan küresel dijital ağlar dönemi başlamıştı. Dünyanın her yerinde herkesin verileri her saniye toplanıyor, kimin neyi niçin nasıl tükettiğine, ne gibi davranış alışkanlıklarına sahip olduğuna ilişkin veriler küresel ticari şirketlerin data bankalarına akıyordu. Artık bu yeni dönemde insan yoktu, insan görünümlü başka bir şey vardı. Tüketimin bir nesnesi doğmuştu. İnsan artık yeni toplumsal düzende yalnızca dijital bir nesne olarak vardı.
Nesneler Ya da Meta Toplumu
Modernizm ve uzantısı postmodernizmin yarattığı toplumsal düzen, egemen ilişkiler, değerler ve kabuller sona erdi. Kimisi hala ölmedi dese de çoktan öldü, cenazenin kaldırılması bekleniyor. Nesneler toplumu ya da meta toplumu olarak adlandıracağımız yeni bir dünya doğum aşamasında. Bildiğimiz her şey yeniden ve bu kez modernizmin doğumu gibi köklü bir değişime giriyor. Dijital teknolojilerdeki gelişmeler öylesine derinleşti ki, yapay zeka gelişmelerine, genetik bilim, robot bilimi, uzay bilimi, enerji bilimi, doğa bilimine ilişkin çok sayıda yeni buluşa tanıklık ediyoruz. Tüketimle, toplumsal ya da kişisel ilişkilerimizle ilgili olarak bize tavsiyelerde bulunan yazılımlar, boynuzlu fareler, insan ömrünü uzatabilecek genetik buluşlar, evrenin uzak bölgelerindeki yeni keşifler, kendi kendine eylemlerine karar verebilen robotlar… Her gün dijitalin ileriye doğru giden adımlarına tanıklık ediyoruz. Antik Yunan’dan bu yana konuşulan “devlet”, devletin rolü ve politik egemenler konusu bildiğimiz yönleriyle tartışılır hale geliyor.
Tüketimin mükemmelleştirilmesine yönelik ekonomi-politik anlamda egemen düzenin çarkı işlerken, bireyi bir nesne haline getiren dijital uygulamalar her gün ve her an hızla artıyor. Politik iktidar biçim değiştiriyor, merkez ‘merkezsizlik’ anlamında bir değişim yaşarken, kabul görmüş değerlerin anlamı yitiyor, kural koyucular ve kuralların da… Değişkenlikten değil akışkanlıktan bahsediyoruz artık. Elle tutulur, gözle görülür bir dünyada değil, dijital ağların içinde yaşıyoruz… Kararlarımızı orada veriyor, tüketim ihtiyaçlarımızı oradan karşılıyor, ödemelerimizi oradan yapıyor, bilgiye oradan erişiyoruz… Bu gelişmeler ışığında bir tarafta hala doğrudan demokrasinin gelişebileceği umutlarını yaşatanlar varken diğer tarafta dijital dünyanın yeni sınıflı toplum düzenini örmekte olduğunu söyleyenler seslerini yükseltiyor.
Feodal düzende değişmez, soya dayalı, mutlak iktidara tabi olan insan, modernizmle birlikte toplumsal iktidara tabi olmuş, tüm değer ve kabuller toplumsal yapıların baskısı ile yönetilmeye başlanmıştı. Postmodernizmle birlikte bu ulus toplum iktidarının yapısalcı gücü kırılırken, toplulukların iktidarı doğmuş, egemen tek bir değer ve toplumsal kabul fikri reddedilmişti. Sivil toplum ve yerellik hiç olmadığı kadar önem kazanırken, bireyi kapsayan yapılar ulus toplum düzeni olmaktan ulus dışı topluluklar haline dönüşmüştü. Şimdilerde ise dijital teknolojiler ile buna bağlı olarak ortaya çıkan yeni tüketim düzeni ve egemenlerinin etkisinde post modern toplum yerini ‘meta toplumu’ düzenine bırakmaya başladı.
Bu başlı başına yeni bir dönem. Tıpkı feodal düzeni yok eden modernizm gibi ‘meta düzeni’ de hem üretim hem de tüketim düzenine ve ilişkilerine getirdiği yeni egemenlik biçimiyle kendinden önceki toplumsal dönüşümleri tarihe gönderecek. Politik ve sosyolojik merkez yeniden biçim almaya başladı ve eskinin merkez egemenleri, değerleriyle birlikte değişiyor.
Tüketime egemenlik deyince şunu anlamamız gerekiyor. Tüketime ilişkin tüm araçlara, bilgiye ve nesne olarak insana sahiplik. Evet insan bu yeni düzende bir tüketim nesnesi. Hem tüketilen hem de tüketen. Feodal düzende mutlak iktidar insana sahipti. Hem bedenen hem de ruhen sahipti. Modern toplum insana toplumsal alanda şartlı bir özgürlük verilmişti. Post modern toplumda insan toplumsal alanda şartsız özgürlüğü yakaladı. Gerçi bu evrede tüketimin bir üyesi olmaya başlamış ve ancak sınıflı düzenin sağladığı özgürlüğü yaşayabiliyordu. Meta toplumunda ise insan hem üretici hem de tüketici olarak zaman fakiriydi. Özgürlüğünü zaman ve mekandan bağımsız olarak yitirdi. Biyolojik insan olarak özgürmüş sanrısıyla yaşıyordu ama nesneler dünyasında özgür olmayan bir kimliğe sahip olmuştu.
Nesne insanın politik iktidarı da sosyolojik iktidarı da nesnelere bağlı. Kendisini temsil eden nesneler, avatar, yapay zeka robotu her neyse onun adına her şeyi yönetecek hale geliyor. Sahip olunan nesne kimliği onu nesneler dünyasında temsil ediyor. Onun adına gün içinde diğer nesnelerle iletişim kurabiliyor, kendisine ilişkin nesne bilgilerini paylaşabiliyor ve onun biyolojik davranışlarını yönlendirebiliyor. Biyolojik insanın nesne olarak tanımını üretirken, biyolojik insanı da biçimlendiriyor. Dijital eylemlerin her biri kayıtlı ve onun adına onu tanımlamak amacıyla kullanılıyor.
Toplumsal düzende her insanı var eden bir nesne kimliği var ve bu kimlik kendisine ait değil aslında. Tüketimi yönetenlerin, egemenlerinin elinde, kontrolünde…
Artık kağıt ya da metal para değil, dijital para kullanılıyor ve kredi kartı hangi seviyeyse ancak o seviyede ve o oranda tüketim erişimlerine sahip olunabiliyor. Birey tüketimdeki düzeyine göre topluluklarda yerini bulabiliyor. Eğer dijital izinler yoksa bazı kapılardan geçemiyor, eğer güncel bir cep telefonuna sahip değilse bazı cep telefonu yazılımlarını ve uygulamalarını kullanamıyor. Bunlar aynı zamanda hangi topluluklarla iletişim kurulabileceği ya da kurulamayacağı anlamına da geliyor. Nesne olarak sahip olduğunuz izinler toplumdaki yerinizi belirliyor.
Feodal toplumdaki kasta dayalı sınıflarından, fabrikanın yarattığı statüye dayalı sınıflı hiyerarşik düzene geçen insan, postmodernizmin sunduğu tüketim sınıflarına dayalı toplum düzeninden artık dijital sınıflara dayalı bir meta toplum düzenine doğru dönüşüm yaşıyor. İnsanımsı robot üretmeyi hayal eden modern toplum yerini meta toplumunda robotumsu insanlar yaratmaya bırakıyor. Birey tüm davranışlarını belirleyen, yönlendiren yapay zekalarla donanmış halde. Ve buna uyum sağlayamayacak olursa yeni toplumsal düzende yeri yok gibi… Jean Baudrillard’ın dediği üzere, hiçbir şeyin aslının olmadığı, kopyanın da kopyası olduğu bir dünyada simülakrlar dünyasında yaşamaya başladık. Yaşadığımız dünya artık gerçeğin yerini almış modeller yani simülasyon dünyasıdır.
Egemen değerler ve kabuller her an tüketim egemenlerinin, efendilerinin beklentilerine göre değişkenlik gösterebilir. Yapısal hiçbir değere ve kabule yer yok bu dünyada. Merkezin de bir anlamı yok. Bugün merkezi belirleyen değerler yarın yok olabilir. Zira merkez de dijital bir yapı, bir metadan ibaret. Ayrıca nesneler yoluyla bilinen bir varlık olarak biyolojik insanın egemen tüketim toplumunda bir karşılığı yok. Nesnen kadar varsın!
Bu uzun yazıda yeni dönemin insanlığına ilişkin, meta toplumuna ilişkin sorulacak çok soru ve verilmesi gereken çok cevap var. Şimdi her şeye bir yanıt oluşturmak için henüz erken. Ancak insanlığın bir değişime girdiğini söylemek mümkün. Politik iktidardan kültürel değerlere, sınıflı toplum düzeninden inançlara kadar her şey nesnelerin kontrolünde gelişiyor. Büyük ihtimalle bu büyük kırılımdan sonra geleceğin insanı insanlık tarihini iki ana boyutta yorumlayacak. İlki dijital olmayan çağın insanlığı diğeri ise dijital insanlığın çağı. İlki için genel olarak “ilkel form” söylemi egemen olurken ikincisi için büyük olasılıkla “üst form” söylemi egemen olacak.
Bize gelince… Feodal dönemi, modern dönem ile ortaya çıkan toplumu, post modern dönemle birlikte gelen değişimi ve dijital devrimlerle ortaya çıkan meta toplumunu, yeni egemen düzen ve ilişkilerini hem kavrayamadık hem de yakalayamadık.
Biz hala elimizde aynı fener karanlıkta yolu bulmaya çalışıyoruz. İşimiz çok zor…