Paris’e tepeden bakmak!

0
385

Türkiye Paris Anlaşması‘nı Meclisten geçirdi. Önümüzdeki dönemde Anlaşma gereği çeşitli düzenlemelerin de olacağı aşikar. Bakalım olaylar nasıl seyredecek. Aslında bizim anlaşmalarla ve zorlamalarla aramız iyi değildir. Anlaşma imzalayınca da kendimizi iyi hissettirecek bir şey bulmamız gerekir hep.

Bizimki, 69 metre daha uzun.

Şimdi bu Paris Anlaşması’nı imzaladık, elbette ki uyacağız. Çok kişinin de tezgahının bozulması ihtimali var. Ancak yine de bizim Çamlıca Kulemizin Paris’teki Eyfel Kulesi’nden 69 metre uzun olduğuna sevinebiliriz. Yapımı 1889 tarihinde biten Eyfel Kulesi 300 metre – üzerindeki uyduruk anteni de sayarsak bilemedin 324 metre.

Eyfel Kulesi 1887-89 yılları arasında Gustave Eiffel’in firması tarafından, Fransız Devrimi’nin 100. yıl kutlamaları çerçevesinde düzenlenen Expo 1889 Paris fuarının giriş kapısı olarak inşa ediliyor. Gustave Eiffel daha meşhur bir zat ama, aslında kulenin mimarı İsviçreli Maurice Koechlin ve tasarımcısı da Stephen Sauvestre ile Emile Nouguier. Özetle, hepsi bir araya gelmiş, yapabildikleri 300 metrelik kule.

Gelelim bizimkine. Tasarımı Melike Altınışık ve baş müteahhitliği Sarıdağlar İnşaat tarafından yapılmış. Sarıdağlar, Bingöl ve Hakkari Havaalanları, Konya ve Trabzon Stadyumları, İzmir Atatürk Araştırma ve Afyon Kadın Doğum Hastaneleri, Bursa ve Giresun Olimpik Yüzme Havuzları ile Samsun, Afyon ve Çorum TOKİ Toplu Konutları’nı yapmış olan bir firma. Bu güzel birlikteliğin ulaştığı yükseklik ise 369 metre. Bu manada, 132 sene sonra da olsa, Paris’i geçmiş olmamız sevindirici ve gurur verici.

Tabi bu haklı gururun faturası da buna göre. Başlangıçta, 2014 yılında yapılan ilk ihalesi 73 milyon dolar olan kulenin üçüncü ihalede çıktığı değer 122 milyon dolar oldu. Hesaplayamayanlar için, bugünün kuru ile 1 milyar 135 milyon lira olduğunu söyleyeyim. Özetle metresi 3 milyon liralık bir kulemiz var. Hayırlı olsun.

Bu girişten kuleye kulp taktığım düşünülmesin. Kuleyi tasarlayanın da yapanın da hakkını verelim. Gerekli miydi, onu ayrıca tartışırız. Kuleye zaten bir restoran ve güvenlik nedeni ile kendi dürbünümüzü almamızın yasak olduğu bir seyir terası yapıldığı için, bir de kulp takmaya gerek yok o yüzden.

Paris Anlaşması yaşamımızda ne kadar yer alacak?

En yeşil biz olacağız.

Türkiye’nin Paris Anlaşması’nı Meclisten geçirmesini takiben iş dünyamızda bir çevre hassasiyeti hasıl oldu. İş dünyamızın güzide şirketlerinin gezegeni korumak, iklim eylemine destek vermek gibi yoğun bir iletişim çabası içine girdiğini gözlemek, keyifli ve tam seyirlik. İş dünyasının üst üste manifestolar yayınlaması da hepimizi heyecanlandıran ve gözlerimizi yaşartan bir gelişme. Aslında anlayışlı olmamız gerekir. Zira iş dünyamız, adına kısaca “komünist kapitalizm” diyebileceğimiz, bir oksimoron yaşıyor. Ancak, birlik ve beraberlik içinde bunun da altından kalkacağız.

Zaten tarihe şöyle bir baktığımızda, Türkiye’nin her türlü küresel eylem ve mücadeleye en ön safta ve topyekün katıldığına şahit olmuşuzdur. Türkiye’nin tüm askeri olanakları ile iklim denen sinsi düşmana saldırması an meselesi.

İklim eylemine dahil olan ülkemizin özellikle son on yılda savunmaya yaptığı yatırımların, bu yeni mücadelede meyvesini vereceğini görmek hepimizi rahatlatacaktır. Aslında iklim konusunu Çevre ve Şehircilik yerine Milli Savunma’ya bağlamak daha doğru olurdu. Şuursuzca kirlenen denizler ve terörist müsilaj, bölücü kuraklık, hadsiz karbon emisyonu, vatan haini azalan su ve yanan ormanlar; yani özetle bu iklim müsibeti ile, anladığı dilden mücadele en doğru tercih olurdu bence. Ancak öncelikle iklim sorununa Türkiyenin sabrını test etmemesi gerektiğini hatırlatmakta yarar var.

Yeşil konusuna gelince. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. Türkiye, çok kısa bir sürede tüm tesislerinin, termik santrallerinin, yol ve kaldırımlarının, toki evlerinin dış cephelerini yeşile boyayarak ve hatta tüm köprü ve kulelerinin yanar dönerli ışıklarını yeşile çevirerek bu bahsi kapatacaktır. Hatta trafik ışıklarından sarı ve kırmızının kaldırılması kararının alınmasını da bekleyebiliriz.

Peki biz şimdi ne yapacağız?

Latife bir yana, özellikle son bir yıldır yoğunlaşan küresel ve ciddi bir tartışmadan bahsederek konuyu toparlayalım. İklim değişikliği ve buna karşı alınan önlemler, tatmin edici olmasa da iş dünyasının hem üretim hem de çalışma anlayışını ciddi biçimde değiştiriyor. Bu değişim ile ilgili olarak ILO dahil birçok kuruluşun geleceğin iş anlayışı ve geleceğin meslekleri ile ilgili çalışmaları olduğunu biliyoruz.

Yeni ekonominin yaratacağı yeni istihdam profili ve bu profile uygun mesleklerden bahsediyoruz. Eğitimde de bu yönde değişiklikler olduğunu takip ediyoruz. Ancak tartışma konusu mevcut istihdamın bu değişime nasıl ayak uyduracağı. Bunu sadece kapatılması gündemde olan termik santrallerin çalışanları ile sınırlamak doğru olmayacak. Esasen, tarım, sanayi ve hizmet sektöründeki tüm çalışanlar, çiftçiden reklamcıya kadar herkes mesleki gelişimlerini karbon emisyonu temelli bir iş anlayışına uygun olacak şekilde tamamlamışlardı.

Bugün sürdürülebilirlik, gezegen ile uyumlu bir iş anlayışı, iklim değişimi, suyu korumak, emisyonların azaltılması ve biyoçeşitlilik gibi kavramlardan bahsedildiği toplantılarda, en büyük direnci orta veya orta-üst kademe çalışanların göstermesinde de bu belirsizliğin etkisi olduğu düşünülüyor. Bu kademe çalışanların, değişecek olan sistemin içinde kendilerini nasıl var edeceklerine net olarak karar veremediklerini görüyoruz.

Çalışanların böyle düşünmesinde haklılık payı var. Bugüne dek kapitalist sistemin tüm değişimleri baskın şeklinde yaptığını gördük. Sistem, bilgiyi büyük ölçüde ticari sır olarak kabul ederek saklamak ve bunun sayesinde rekabet avantajı süresine sahip olmak üzerine kurgulanmış olduğu için, çalışanların sermayenin değişimine ayak uydurması hep zor olmuştur. Kaldı ki günümüzde bir değişimden değil, köklü bir dönüşümden bahsediyoruz.

Bu durum ile başa çıkabilmeleri için tüm çalışanlara, politika belgelerini yakalamalarını, sistemin bütününü algılayarak, bu dönüşümü anlama becerilerini geliştirmelerini öneriyorum.

Dönüşümün özünü ve ana kavramlarını anlamaksızın, büyüklükler ve ilişkisiz faaliyetler girdabına kapılarak gelecekte var olmamız ne bireysel ne de toplumsal olarak mümkün değil. Eğer bir değişim ve dönüşüm yaşanıyor ise bunun izleyicisi, taklitçisi değil aksine mimarı olmamız gerektiğine inanıyorum. Özetle Paris’i yeniden yakalamak için bir 132 senemiz daha yok.

Görseller : Possessed Photography, unsplash.com