‘Sanı’dan ‘Oluş’a: Hangi Aydın, Hangi Entelektüel?

0
358

Baker, Durkheim’a atıfta bulunarak toplum ve birey arasındaki bir eşikten bahseder; bireyin kendini bitmiş (belki de tükenmiş ya da sonlandırılmış) hissettiği noktadan itibaren toplumun başladığından bahseder ki bu toplum “kimlik” denen homojen ortaklıkların (ilk elden mavi ve kırmızı nüfus cüzdanlarıyla toplumsal cinsiyeti homojenleştirmek örneği verilebilir) bireyi ablukaya aldığı hatta birey olmaktan, özneyi cebren vazgeçiren konformist bir düzlemdir. Baker bu noktada bir de Spinoza’yı anar; Spinoza’nın “doğa asla kavimler, milletler, sınıflar, zümreler yaratmaz, sadece bireyler yaratır” sözünü hatırlatır ve ekler “her türden kimlik Spinoza’nın düşünme biçiminde  bir “figmens” yani bir “sanı” yahut bir “uydurma”dır.[1]

Hem Baker hem de Spinoza’nın okumalarını da işe katarsak; kimlik dediğimiz sanının aslında toplum ablukasında (sahte) bir var olma biçimi olduğunu söylemek mümkün. Bir tür kendini ispatlama, kendini kabul ettirme, kendini izah etme, kendini ortak kabullerle inşa etme, itaat etme, uyma… hali. Eskiden kadına karşı şiddetten bahsederken bugün kadına karşı şiddetin – kadın katliamlarına evrilmesi ile karşı karşıyayız, kamusal alandaki bir kadın katliamı, bu kadar sıcak bir tartışma konusuyken, benzer bir katliam haberinin hemen peşinden tekrarlanması; kadına karşı şiddetin patriyark düzende ehliyetlendirilmiş olması ve erkeğin bir kimlik (sahte bir var olma hali) olarak bunu kanıksaması ile direk bağlantılı. Şiddeti olağanlaştırıp, kamu önünde şiddetin (katliamın) uygulayıcısı olarak görünür olmak kendi (sahte) varlığını göstermekle ilgili. Tabi ki burada Hall’ın bir varoluş hali olarak tartıştığı kültürel kimlikten bahsetmiyorum ya da katliamla kendini tanıtan bir kimliği de bireyden soyutlayıp salt kamuyu sorumlu tutmak gibi hatalı bir okuma da yapmıyorum. Aksine bireyin mesul olduğu tüm sakat davranış ve hallerde kimliğin yadsınamaz bir etkisi olduğunu hatta kimlik dediğimiz sanının da bireysel mesullüklere ehliyet çıkarmak için sıkı bir araç olarak kullanıldığından bahsediyorum.

Türkiye’de entelektüelin kendine aydın diye yeni bir sıfat belirlemesi ya da aslında aydın ve entelektüelin de aynı tipler olmadığı, durumun gerekliliğine göre kendilerine saf belirlemeleri de, farklı sıfatları seçmeleri, bu kimlik mevzusunun bir uzantısı. Cumhuriyet boyunca hep bunalımda olan kanaat üreticisinin (aydın ya da entelektüel) içinde olduğu çıkmaz da aslında bir bakıma bir kimlik kavgasından ibaret; “ben kim olacağım ya da olmalıyım?”. Batılı bir entelektüel tipinin Türkiye’de hiçbir zaman olmayışı, Türkiye’deki aydın katının sürekli kendini bir konuma oturtmaya çalışması ve kendine bir saf belirleme bunalımı ile ilintili. Modernizasyon süreci sakat ilerleyen, ‘ilerlemecilik’ ivmesi ‘yinelgenlik’lerinin altında olan ülkelere baktığımızda; sosyal bilim konsantrasyonlarının büyük ölçüde iki temaya odaklı olduğunu görürüz “insan hakları” ve “kimlik tartışmaları” ki politika da bu temaları kendine yontarak ‘iktidar’ ve ‘muhalefet’ paradigmalarını kuruyor. Çok uzağa gitmeyelim son bir yılda Türkiye’deki mevcut iktidar ve muhalefetin söylemlerine baktığımızda, ‘dini kimlik’ ve buna karşı konumlandırılan ‘insan haklarına aykırılık’ kavgasının ötesinde bir karın ağrısı göremeyeceksiniz. Biraz daha kabasına inersek elimizdeki temel kavga tanrı merkezli hayat ve seküler hayat arasındaki o çok eski kavganın biraz çağdaşlık çeşnisi eklenmiş halinden ibaret.

Bugün bizim boğuştuğumuz hali ile modernizmin kökü “Aydınlanma”ya bağlı. Aydınlanma’nın doğurduğu modernizm üzerine yapılan tartışmaların bir kısmına şöyle üstün körü bakalım; Feuerbach için modernizm teolojinin (ilahiyatın), antropoloji (insan-bilimi) ile yer değiştirmesiydi. Kant için Aydınlanma; bireyin kendi aklını, dış hiçbir etkiye bağlı kalmadan kendi kendine kullanmaya cesaret etmesiydi. Hegel için Fransız Devrimi insanlığın görkemli şafağıydı. Nietzsche için Tanrı, modernizmin koflaşmış tüm değerlerinin tepe noktasıydı. Marx’a göre eski materyalizmin sivil toplum perspektifine karşın yeni materyalizmin derdi insan toplumuydu. Foucault’nun ölümünü ilan ettiği özne ise Aydınlanma ile Tanrı’yı dünyanın merkezinden alıp yerine kendini konumlandıran bir yanılsamadan ibaret olan Aydınlanan özneydi.

İttihat ve Terakki’nin ağa babalarından Abdullah Cevdet’in batılı bir modernizm inşa etme anlayışında da ‘tanrı tanımazlık’ önemli bir kriterdi. Ya da Cumhuriyetin ilk çeyreğinde 1943’te Necip Fazıl’ın Büyük Doğu[2] dergisi için dönemin her kesimden aydını ile yaptığı 9 soruluk soruşturması “Allah’a inanıyor musunuz?” sorusu ile başlayıp, “Benliğinizi batıda ve batılılaşmakta aramak gidişine inanıyor musunuz?” sorusu ile devam ediyordu. Soruşturmaya cevap veren Falih Rıfkı Atay, Peyami Safa, Refik Halit Karay, Nurullah Berk, Yusuf Ziya Ortaç, Yunus Nadi, Necip Fazıl, Burhan Belge, Cemal Reşit Rey, Hilmi Ziya, Şevket Rado, Halit Ziya Uşaklıgil, Reşat Ekrem Koçu, Bedri Rahmi gibi 63 aydın ilk soruya genel de evet derken, ikinci soruya hayır diyordu. Türkiye’de siyasal islamın iktidara büyük çoğunluk desteği ile geldiği dönemin başında da iktidarın temel konsantrasyonu “Avrupa Birliği’ne Girmek”ti, bunun yanında eski tüfek Marxistler’in sonradan ulusalcı olan ya da liberal sola kayan bir kısım öncü ismi de bu gecikmiş modernizm projesinde siyasal islama koşulsuz destek veriyordu ki daha evvel hiçbir ortaklığı olmayan bu tarafların temel uzlaşı alanı Cumhuriyet ve onun seküler kodlarını dayatan eski devlet aklıydı.

Hem Cumhuriyet dönemi hem de Osmanlı’nın son evreleri düşünüldüğünde Aydınlanma, batılılaşma, modernizasyon ve din konularına bakıldığında, aydınların bu meseleler karşısında kendilerini konumlandırmaları bir aşamadan sonra iç içe geçip karışmaya başlıyor. Aydın kendini konumlandırmaya yeltendiği her noktada meselelere karşı tavrı bir zaman sonra aşınmış bir bulanıklıktan öteye gidemiyor ya da aydının sevdiği haliyle var olma bunalımı hangi kimliği seçeceğine ilişkin kafa karışıklığı ve bundan doğan bunalımdan öteye gidemiyor. Türkiye’de bir entelijansiyanın batı anlamıyla kendini kuramamış olması da bu kimlik istikrarsızlığından kaynaklanıyor.

Batı geleneğinde; tanrıyı dünyanın merkezinden çekip alıp yerine kendini konumlandıran cesur insanın tüm tutarsızlıklarına rağmen Descartesçı bilginin taşıyıcısı özne (cogito) entelektüel çatışma alanını asla terk etmemiştir. Buradaki çelişkiyi yaratan, bizdeki aydının, batı tipi entelektüel gibi bilgiden ziyade daha çok doksozof gibi kanaatlerle iş görmesi. Buna bağlı olarak bizdeki aydının bireye (individual) ilişkin ontolojik bir kavga vermektense, bölünmüş kimlikler üzerinden kendini tanımlamaya gayret etmesi de kritik bir nokta. Birey (individual) bedeniyle, mülküyle, düşüncesiyle bölünmez bir bütündür. Sartre, Deleuze ya da Foucault gibi bireylerin yazdıkları ve söyledikleri kadar elinde megafonlarla toplumsal olaylarda sokağa inmeleri, sokaktaki kalabalıklar arasına karışıp, orada eylem halinde olmaları da bu bölünmez bütünlükle alakalı. Roma’daki altı toplumsal sınıfın beşi askere alınırdı çünkü askere katılan herkes savaşa kendi malı olan silah, ekipman ve kölelerle giderdi. Sadece en alttaki altıncı sınıf olan, dölünden başka hiçbir mülkü olmayan proletarius (proleterya) mülksüz olduğu için orduya katılamazdı ancak 19. Yüzyıl ve 20. Yüzyıl’ın başat toplumsal hareketleri düşünüldüğünde, proletarius batı entelijansiyasının kurulumunda her zaman etkin bir role sahip oldu. Türkiye’deki toplumsal olaylar düşünüldüğünde; genel olarak aydınlar (fildişi kulelerdeki erk sahibi kanaat üreticileri) büyük ölçüde kalabalığa karışmaz, kendini sokakta göstermez. Bizim sokakta gördüğümüz sıklıkla, Spivak’ın işaret ettiği, toplum düzleminde kimliğin homojenleştirici baskısına rağmen orada daima heterojenliği işaret eden madunlardan başkası değildir.

Aydının bölünmüş kimlik çıkmazına karşı ayrılaştırılmış, ötede bir yerde bırakılmış, unutulmuş, terkedilmiş, adı anılmayan, çağrılmayan (topluma göre var olmayan) olanın var olma kavgası, bireysel bütünlüğünü koruyarak, kendi varlığını görünür kılmaya cesaret ediyor. Birey (individual) kelimesi dividere/ bölünmüş olana karşı in-divide/ bölünmezliği barındırır.  Ancak yine Ulus Baker’e dönecek olursak; Kimlik, “identitas” iki şey arasındaki aynılıktır ya da benzerliktir. Aynılık varsa bu iki şey farklı farklı değildirler. Benzerseler ta baştan onların farklı farklı olduklarını varsayıyoruzdur.[3]

Berlinische Monatsschrift dergisi 1784’de ‘Aydınlanma Nedir?’ sorgulamasını başlattığı zaman Kant ya da Mendelssohn gibi dönemin baskın figürleri; aydınlanmayı bir seçim olarak değil bir oluş olarak tanımladılar. Meşrutiyetle filizlenen ve Cumhuriyet’in de en çetin sorularından olan ‘Aydın Kimdir’ sorusu bugün hala yanıt arıyorsa, belki de aydının kimliği gibi modernist bir çıkmazdan vazgeçip, onu yeni bir (var)oluş düzlemine taşımak gerekir… benzeri olmadığının hatta itiraf edemediğinin yanına, sokağa.


[1] Ulus Baker, “Kimlik Politikaları Dönemine Girdik”. Körotonomedya.

[2] Anketin orijinali Büyük Doğu dergisinin 1,2 ve 3. Sayılarında yayınlanmıştır. Anketin bir derlemesi yeniden Doğu Batı dergisinin 37. Sayısı Entelektüeller III içinde Aytaç Yıldız tarafından yayınlanmıştır.

[3] Baker ibid.