Türkiye’deki Sığınmacı ve Mültecilerin Siyasallaşmış İdari Yargı’yla İmtihanı

0
392

Daha önce İran’da öğretim üyesiyken büyük bir aşiretin mensubu olan eşi ve ailesinin fiziki ve psikolojik işkencelerinin üstüne hayatı da tehlikeye girince küçük oğluyla birlikte Türkiye’ye kaçan Parisa isimli kadın mültecinin acı hikayesini kaleme almıştım. Geçtiğimiz Ocak ayında bu hikayeyi kaleme aldığım esnada Parisa’nın iltica başvurusu İstanbul İl Göç İdaresi tarafından reddedilmişti, bu karara yaptığı itiraz da İstanbul İdare Mahkemesi tarafından reddedilmişti ve dosya istinaf için İstanbul Bölge İdare Mahkemesi’ndeydi. Geçen gün Parisa’nın iltica talebine yönelik itirazının istinaf sürecinde de reddedildiğini ve red kararının kesin olarak onandığını öğrendim. Yani: Parisa ve küçük oğlunun İran’a iadesi sonucunda hayatlarının tehlikeye girmesi işten bile değil.

Parisa’dan istinaf mahkemesi kararını incelemek için istediğimde yine diğer mülteci dosyalarından aşina olduğum bir tablo gördüm; mahkeme, davalı idarenin(valiliklere bağlı Göç İdaresi) savunmasının ve Parisa’nın itirazının özetini verdikten sonra sadece iki paragrafla bir kadın ve çocuğunun kaderine hükmetmişti. Bu iki paragrafta da sürecin usulüne ve kanuni yetkilere atıf yapıp olayın esasına nerdeyse hiç girilmeden “yeterli delil yok” denilerek esasa dair inceleme yapmaya ihtiyaç bile duyulmadan iltica talebi reddedilmişti.

İdari Yargı neden vardır? Idare’nin her nevi kararına dair yapılan itirazları hem usul hem de esas yönünden inceleyerek nihai karara bağlamak için değil midir? Ancak iltica ve sığınma talebi gibi konularda İdari Yargı’nın Göç İdaresi’ne karşı bozma kararı verdiği neredeyse hiç görülmüyor. Hem İdare Mahkemesi nezdindeki ilk itirazda hem de Bölge İdare Mahkemesi nezdindeki istinaf taleplerinde İl Göç İdaresi’nin verdiği ilk kararlar aynen onanıyor. Bunun sebebi açık; Türkiye’de mülteci ve sığınmacı meselesi gibi hassas konularda siyasal iradenin sürekli değişen konjonktürel kararları doğrultusunda hareket eden bir devlet aygıtı var ve uluslararası hukuk kriterleri ikinci plana atılıyor.

Birleşmiş Milletler’in Türkiye’deki başvurucular arasından kimlerin mülteci olduğunu belirleme yetkisini 2018 yılında tamamen İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’ne devretmesiyle birlikte kimin mülteci olup olmadığına artık Türkiye devlet kurumları karar veriyor. Böylelikle mülteci değerlendirmesinin ilk süreci il valiliklerine bağlı olan Göç İdaresi’nde başlıyor. Burada ise işin içine siyaset ve ülkelerle olan çeşitli siyasi ve ekonomik angajmanlar giriyor. Böylelikle iki ülke arasındaki siyasi ilişkiler ve dengeler yasal mevzuatın önüne geçiyor ve özellikle geri iadeler konusunda işi kanunlar değil de siyaset belirliyor. Hatta ilk mülakatı yapan göç memurlarının kişilik yapısı, dini ve mezhebi tandansı ile siyasi görüşü ve bakış açısı bile belirleyici olabiliyor. 

Gelin İranlı mülteciler ve sığınmacılar özelinde konunun nasıl yürüdüğüne bir göz atalım. Türkiye’deki İranlı mültecileri ikiye ayırmak gerekiyor. Bunlardan bir kısmı yasal pasaportla yasal sınır kapılarından Türkiye’ye giriş yapıyor ve temel angajmanları daha iyi şartlarda gelir elde etmek ve yaşayabilmek; yani siyasi kaygıları olmadan, dertleri sadece daha fazla para kazanmak ve daha iyi bir yaşam sürmek. İkinci grup ise çeşitli siyasi problemler, etnik kimlikler, cinsel yönelimler ve inançlar üzerindeki baskıdan dolayı yasadışı yollarla pasaportları olmadan Türkiye’ye kaçak olarak giriş yapanlardan oluşuyor. İkinci gruptakiler en zor şartları yaşıyorlar çünkü genelde ceplerindeki son parayı da insan kaçakçılarına kaptırmış oluyorlar ve Türkiye’de onları çok daha zor günler bekliyor çünkü ucuz iş gücü olarak da sömürüye açıklar. Bu grup mülteciler üçüncü bir ülkeye yerleştirilene kadar her türlü tehlikeyi göğüslemek durumunda kalıyorlar. Geçtiğimiz günlerde İranlı mülteci bir kadının tecavüze uğraması ve olayın adli yargıya intikal etmiş olması bu bağlamda güncel bir örnek.

Türkiye ve İran arasındaki mülteci iadesi, özelikle de siyasi mülteciler bağlamında, iki ülke ararsındaki kâr/zarar hesap dengesine dönüşüyor. Yani mültecilerin iadesi de sınıfsal bir hal alıyor. Örneğin; parası olan aykırı bir rap sanatçısı olan İranlı mülteci iade edilmezken, çeşitli toplumsal itirazlarda sesini yükseltenler kolayca İran’a iade ediliyorlar. Her iki ülke de yasal mevzuat yerine şunları gözetiyor: 1) Mültecinin ülkeler için değeri nedir ve iade etmemekle iki ülke arasındaki ilişkilerin bozulmasına değer mi? 2) Ekonomik olarak bu ülkelerde barınabilen “zengin” aykırıların iadesi daha zor oluyor. 3) Siyasi olarak “suçlu” kabul edilen mülteciler iki ülke arasındaki ilişkilerin bozulmasına değer görülmüyorlar ve daha kolay iade ediliyorlar. 4) En belirleyici etkenlerden biri de her iki ülkedeki kamuoyu baskısının boyutu oluyor.

Türkiye ve İran arasında 90 güne kadar vizesiz giriş olanağı elbette siyasi mültecileri daha çok endişelendiriyor çünkü basit halk kadar istihbarat ve devlet görevlileri de diplomatik pasaporta ihtiyaç duymadan her iki ülkede rahatça seyahat edebiliyorlar. Unutmamak gerekir ki pek çok sebepten dolayı Türkiye, İran istihbaratının en kolay operasyon yaptığı ülkelerin başında geliyor. Son dönemde MİT’in İran istihbaratına yönelik yaptığı operasyonlar bunu ortaya koyuyor. Böylelikle siyasi mülteciler, özellikle de sivrilmiş muhalifler kendilerini Türkiye’de güvende hissetmiyorlar. Çünkü son dönemlerde görüldüğü üzere, İran istihbaratı ya onların sınırdışı edilmelerini sağlıyor, ya kaçırma operasyonu düzenliyor ya da suikastler yapıyor.

Durum böyle olunca Türkiye’nin mülteci ve sığınmacı politikasında Göç İdaresi, İdare Mahkemesi ve Bölge İdare Mahkemesi kararları çok daha hayati bir önem kazanıyor. Bu bağlamda İdari Yargı’nın mülteci ve sığınmacı dosyalarında esasa yönelik daha detaylı ve siyasetten uzak bir hakkaniyetle inceleme yapması gerekiyor. Türkiye vatandaşlarının bile artık devlet ve siyaset kurumuna güveninin kalmadığı ve bürokrasinin keyfiyetinden ve nepotizminden muzdarip olduğu bu iklimde Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin mülteci belirleme yetkisini tekrar kendi kontrolü altına alması şart çünkü Türkiye’de siyasallaşmış yargı karalarının geri dönülemez ve telafisi mümkün olmayan sonuçları olabilmesi kaçınılmaz.

Fotoğraf: Tingey Injury Law Firm/ unsplash.com