Çocukken dedemin bağında toprağı büyük bir azimle kazardım. Bahçe düşman topçusunun mermileriyle dövülmüş bir savaş cephesine dönerdi. Her taraf delik deşik olurdu. Bu zevkim dedemi haklı olarak kızdırırdı. Babaannem kadınsı bir korumacı içgüdüyle beni dedemin öfkesine karşı korur ve “karışma çocuğa” derdi. Toprağı kazmaktan niye zevk alıyordum? Çocuklara özgü düşsel gücüm bir şey mi arıyordu? Bunların hiçbirini hatırlamıyorum. Yıllar sonra Bachelard’ı okurken bu dürtünün çoğu çocukta olduğunu öğrendim. Bachelard, çocuğun toprağı kazmasının engellenmemesini öğütler:
“Önce kumda, sonra da yumuşak toprakta açılan delik, çocuk ruhunun psişik bir ihtiyacına karşılık gelir. Çocukların kum çağını deneyimlemeye ihtiyaçları vardır. Bunun üstesinden gelmenin en iyi yolu bunu yaşamaktır. Bu konudaki yasaklamalar zararlı olabilir.”
Yeraltı birçok insanın gündelik hayatında deneyim dışında kalan bir alandır. Madenciler ve bazı araştırmacılar dışında toprağın altı bizim için bilinmez bir diyardır. Deneyim dışında kalan alanlar zihnin fikirler üretmesi için ideal ortamlardır. İnsan meraklı bir canlı türüdür, Homo meraklıcus rahatça girip çıkamadığı yerlere kayıtsız kalmaz. Mitler, hikâyeler, masallar, efsaneler üretir. Toprağın fiziksel olarak dirençli bir yapısı vardır, insanın erişimine direnir, ama Homo sapiens’in meraklı zihni bu dirence karşı koyar. Toprak direndikçe o da zorlamaya devam eder. Mitlerin, dinlerin ve ritüellerin merkezindedir toprak. Yerçekimine mahkûm edilmiş insanın ayağı hep topraktadır. İnsanlık tarihinin yüz binlerce yıllık macerası düşünüldüğünde, mekanik aletlerle gökyüzüne havalanmamız çok yeni bir olgudur. Kadim inançlar toprak kültleriyle doludur ve o çoğunlukla Toprak Ana, Ulu Ana, Gaia gibi isimlerle anılır. Dünyanın dört bir yanında binlerce adı vardır fakat özellikleri hep aynıdır; her şeyi doğuran ve ölüleri rahmine geri alan kutsal bir anadır.
Birçok geleneksel inançta insanların iki annesi olduğu söylenir; birisi biyolojik annesi, diğeri ise Toprak Ana’dır. Kuzey Amerikalı Algonkinlerde toprağa Nokomis (Büyükanne) denilir. İrokualar ona Eithinoha (Annemiz) der. Sibiryalı Ngasanlarda toprağa gereksiz yere kazmak yasaktır. Toprak Ana’ya saygısızlıktan kaçınırlar. Ermeniler, toprağın “insanların geldiği ana karnı” olduğuna inanırlardı. Malinowski, Trobriand Adaları yerlilerinin yaratılış mitinin yeraltından çıkışla başladığını söyler. Yerlilere göre başlangıçta insanlar yeraltında yaşıyordu. Bir gün topraktaki bir delikten yeryüzüne çıktılar ve bugünkü yeryüzü yaşamları başladı. Yerliler bazı özel noktalara “oyuk” der ve ataların bu deliklerden çıktığına inanır. Amerikan yerlilerinden Zunilere göre ilk insanlar dört yeraltı mağara-rahminde yaratılmışlardır. Bitkileri, ağaçları, bereketli pınar sularını bağrından çıkaran toprak doğurganlığın ve bereketin sembolüdür. Atalarımız da bu nedenle kendi soylarını Toprak Ana’ya bağlamaktan hiç çekinmediler. Birçok halkın geleneğinde yeni doğan bebek hemen toprağa yatırılır. Böylece annesi Toprak Ana’nın onu tanıması ve kutsallığıyla koruması istenir. Antik Mezopotamya’da kutsal nehirlerin Ulu Tanrıça’nın üreme organından doğduğuna inanılıyordu. Babil dilinde pû kelimesi hem ırmak kaynağı hem de vajina anlamına gelir. Sümercede buru sözcüğü vajina ve ırmak demektir. İbranicede kuyu anlamına gelen kelime aynı zamanda kadın anlamında kullanılır.
Doğurganlıkla özdeşleştirilen Gaia nedeniyle kadınlar ile tarım ritüelleri arasında da bir ritüel bağı oluştu böylece. Rusçada toprak dişil bir sözcük olan zemlya ile ifade edilir. Otlar, ağaçlar ve çiçekler Toprak Ana’nın saçları, kayalar kemikleri, yeraltı suyu ise kanıdır. Çoğu tarım uygulaması kadınların tekelindedir. Kritik işlemler sırasında erkeklerin tarlada bulunması yasaktır. Hint Okyanusundaki Nicobar’da eğer tohumu hamile bir kadın ekerse hasadın bol olacağı söylenir. Güney İtalya’da gebe bir kadının giriştiği her işin verimli olacağına, ektiği tohumların bir cenin gibi gelişip büyüyeceğine inanılır. Borneo’da tohumları seçen de eken de kadınlardır. Erkekler bu işlemden uzak durur. Orinoco Kızılderilileri mısır ve kök ekme işini kadınlara bırakırlar, çünkü kadınlar nasıl hamile kalmayı ve doğum yapmayı biliyorlarsa ektikleri tohumlar da erkeklerin ektiği tohumlardan daha bereketli olur. Güne Amerika’daki Jibarolara göre kadınların ekinler üzerinde birtakım gizemli etkileri vardır. Doğu Prusya’da çıplak bir kadının, tarlaya bezelye ekmesi âdeti vardı. Estonya’da keten tohumlarını tarlaya genç kadınlar taşırdı. İsveçliler keten tohumlarını yalnızca kızların ekmesine izin verirdi.
Alman köylüler tahıl hasadını “Tahıl Ana’nın” verdiğine inanırdı. Lehler ve Çekler çocukları Tahıl-Kadın konusunda uyarırlardı. Ekinlerin içinde koşarlarsa Tahıl Kadın’ın kızacağını söylerlerdi. Litvanyalı köylüler Yaşlı Çavdar Kadın’ın ekin tarlasının ortasında yaşadığına inanırdı. Çavdar bereketini o verirdi. Almanya’nın Holstein bölgesinde tarlada biçilen son demete kadın giysileri giydirilir ve ona Tahıl Ana denilirdi. Saksonya’da hasat zamanı biçilen son ürün kumaşlarla süslü bir kadın biçimine sokulurdu. Slav köylüler son demet ekine Çavdar Ana, Buğday Ana, Yulaf Ana derdi. Hannover’de orakçılar kadın şekline sokulan son demetle dans ederdi. Kuzey İngiltere’de son tahıl bölgenin en güzel kızı tarafından biçilirdi. Biçilen tahıl müzik eşliğinde eve getirilir ve yıl sonuna kadar konuk odasında kalırdı. Tahılı biçen kıza “Hasat Kraliçesi” denilirdi.
İskandinav mitolojisinde tanrıça Freyja bir gün bir mağaraya gider. Mağaradaki daracık bir geçitten yeraltına iner. Aşağıda Alfrigg, Dvalin, Berling ve Grerr adlarında cüceler vardır. Bunlar yeraltındaki bir demirci ocağında çalışan ve büyüleyici mücevherler yapan cücelerdir. Freyja usta cücelerin yaptığı bir kolyeyi görünce büyülenir. Cüceler de tanrıçanın güzelliği karşısında afallar. Freyja kolyeyi satın almak ister ama cüceler satılık olmadığı gerekçesiyle reddeder. Tanrıça altın ve gümüş vermeyi vadeder ama cüceler yine de kabul etmez. Onların gözü Freyja’nın bedenindedir. Cüceler ahlaksız bir teklif yapar; “Eğer her birimizle bir gece yatarsan ancak o zaman bu kolye senin boynunu süsleyecek” derler. Tanrıça biçimsiz ve çirkin cücelerden tiksinir ama o olağanüstü kolye için teklifi kabul eder. Dört gün, dört gecenin ardından Freyja kolyeye kavuşur. Yeraltı, oyuklar, mağaralar… En az gökyüzü kadar efsunlu bölgelerdir. Sadece kutsal mitlerde değil halk masallarında bile toprağın altı başka bir evrene açılır. Değerli hazineler, ejderhalar, canavarlar fırlar yerin altından. İnsanlığın binlerce yıl öncesine dayanan düşleridir bunlar. Her ilah gibi Yeryüzü Ana’nın da ikinci bir yüzü vardır; o sadece yaşam ve bereket dağıtmaz, aynı zamanda ürkütücü bir güçtür de. Faniler orta dünyada yaşarken, gökyüzü ve yeraltı çeşitli doğaüstü güçlerin mekânıdır. Zengin madenlerle dolu yeraltında fantastik varlıklar gezinmektedir. İnsanların bu bölgelere girmesi birtakım tehlikeleri de beraberinde getirebilir. Toprağı kazmak, yeraltına girmek Gaia’nın kutsal rahmine girmek demektir. İlahın vajinasındaki insan faaliyetlerinde birtakım metafizik tehlikeler vardır. Madencilerin işi risklidir ve kazanç hırsıyla işçilerin can güvenliğini geri plana atan şirketler yüzünden günümüzde maden işçileri hâlâ can vermektedir. Eski çağlarda ise madenciler sadece yaptıkları işin dünyevi kısmından değil aynı zamanda doğaüstü risklerinden de korkuyordu. Maden ocakları Yeryüzü Ana’nın rahmiyle özdeşleştiriliyordu. Yeraltındaki madenler de kutsal rahimdeki ceninlerdi. Metafiziksel açıdan maden galerileri Toprak Ana’nın uterusuydu. Maden filizleri de canlı embriyonlardı. İnanca göre canlı oldukları için tıpkı bir cenin gibi büyüyorlardı. Topraktan maden çıkarmak ölümlü insanların kutsal rahme yaptıkları vaktinden önce bir müdahaleydi. Bu da tanrıçayı kızdırabilirdi.
Maden filizlerinin rahimdeki bir canlıya benzetilmesinden dolayı maden ocakları faal kullanımın ardından dinlenmeye bırakılırdı. Maden ocağının, yani Toprak Ana’nın rahminin yenileri doğurması için zamana gereksinimi vardı. XVII. Yüzyılda yaşamış bir İspanyol yazar, tükenmiş bir madenin ağzı iyice kapatılıp 10-15 yıl beklenirse maden filizlerinin yeniden oluşacağını yazar. Yazar bir uyarıda bulunur, metallerin maden ocaklarında “büyüdüklerini” söyler. Yazarın yaşadığı çağda İspanya’da çoktanrılı din namına bir şey kalmamıştı fakat onda arkaik Toprak Ana inancının izleri hâlâ yaşamaya devam ediyordu. Yeraltı tehlikeli bir dünyaydı ama insanların da o madenlere ihtiyacı vardı. Bu sebeple çeşitli ritüellerle bu tehlikeyi bertaraf etmeye çalıştılar.
Birçok ülkede madencilerin koruyucu bir azizi ya da azizesi vardı. Yeraltındaki tehlikeli görev sırasında madenciler bu azizlerin desteğini kazanmayı umuyordu. Bir madenin açılışı da çeşitli dinsel ritüelleri beraberinde getiriyordu. Madenci ayinleri Avrupa’da ortaçağ sonuna kadar korunmuştu. Her yeni madenin açılışında papazların da eşlik ettiği dinsel törenler düzenleniyordu. Mircea Eliade’ye göre tüm bu törenler çok eski bir geleneğin kalıntılarıydı. Eliade bu konuda haklı olabilir çünkü 20. Yüzyılın başlarında Malezyalı Müslüman madenciler İslamiyet öncesi pagan ilahlardan yardım umuyordu. Malezyalı madencilere göre maden canlıydı ve bazı ruhlar maden filizlerini gözetiyordu. Maden törenlerini yönetmesi için İslam öncesi dinin bir uzmanından, yani şamandan yardım isteniyordu. Bu şamanlar eski dinsel gelenekleri korudukları için madenleri koruyan ruhları bir tek onlar yatıştırabilirdi. Özellikle altın madenleri için şamanlar çağırılırdı. Ritüel sırasında Müslüman işçiler İslam’ı hatırlatacak her türlü söz ve jestten kaçınırdı. Allah’ın adını anmadıkları için yeraltını koruyan ilahlarla anlaşabileceklerini düşünürlerdi. Müslüman işçiler Allah’ın adını anarlarsa yeraltı ruhlarının altını saklayacağını düşünürlerdi. Afrikalı Bayekalarda yeni bir maden galerisi açılmadan önce şef, madende yaşayan ata ruhlarına dua okurdu. Ruhları rahatsız etmemek ve kızdırmamak için nereden kazılmaya başlanacağına şef karar verirdi. Maden işçileri çalışmaları sırasında çeşitli tabulara uyardı. Cinsel perhiz de bu tabulardan bir tanesiydi. İşçilerin ritüel açıdan saf olmaları gerekiyordu. Seks bu arılığı bozabilirdi. Ruhlarla dolu yeraltı dünyasına “kirli” bir şekilde girmek onları kızdırabilirdi.
Erich Neumann, kocaman kalçaları ve memeleri olan paelolitik “Venüs” heykelciklerinde tanrısallığın tezahürü olduğunu söyler; bizim modern düşüncemizin algıladığı şekilde bunlar erotik ya da pornografik imgeler değildir, Büyük Ana’nın cinsel organını, memelerini göstermesi onun yaşam bahşeden ilahi yönüne bir vurgudur. Tarihöncesinde Fransa ve İspanya’daki mağaralara büyüleyici hayvan resimleri çizdi atalarımız. Bazı resimler mağaranın o kadar dip yerlerindedir ki araştırmacılar daracık aralıklardan sürünerek geçmek zorundadır. Klostrofobisi olan bir insanın tahammül edemeyeceği bir yolculuktur bu. Atalarımız bu zahmete niye katlandı? Daha kolay ulaşabilir bir yere yapabilirlerdi. Orası Yeryüzü Ana’nın rahmini mi simgeliyordu? Ergenliğe giren çocukların simgesel olarak ölüp ulu tanrıçanın rahminden yeniden doğduğu kutsal bir alan mıydı orası? Kimi araştırmacılar erginlenme töreni kuramını reddeder. Bu konuda onlarca hipotez var ve biz hiçbir zaman emin olamayacağız. Yerin içindeki bir oyuk kendi içinde bir evren olarak kabul edilir. Yer üstündeki dünyadan farklıdır orası. Kendi içine kapanık, gizli ve nemlidir. Mağara Toprak Ana’nın rahminin mükemmel bir simgesidir. Mağaralar insanlığın bildiği ilk tapınaklardır. Çincede tang sözcüğü sadece mağara anlamına değil aynı zamanda gizemli ve aşkın anlamına da gelmektedir. Avustralya yerlilerinden Aruntusların inanışına göre, topraklarında kilometrelerce derinliğe inen bir erginlenme mağarası vardır. Yerliler bu mağarada ataların ruhlarının yaşadığına inanır. Büyücü olmak isteyenler mağaraya gelip tek başlarına burada uyumak zorundadır. Gana’daki Ewe halkının tanrısı Dente bir mağarada yaşar. O her şeyi görür ve bilir. Yine bir Aborijin mitinde güzel Tanrıça Karraru bir mağaranın en derininde yaşar.
Yeryüzünün ulu tanrıçası sadece doğurup yaşam bahşetmez, o aynı zamanda ölümün de simgesidir. Ağacın yeraltına uzanan kökleri Persephone’nin, ölüler kraliçesinin saçlarına değer. Yunanlar onun adını telaffuz etmeye, ölümü çağırmaya çekinirlerdi. Ölüler toprağa, doğdukları kutsal rahme geri verilir. Bir Mezopotamya mitinde İştar yeraltı dünyasına inmek zorunda kalır. Yedi kapıdan geçer. Her kapıda muhafızlar tanrıçanın üstündeki kıyafetleri ve takıları tek tek alır. Ölüler diyarının kraliçesinin huzuruna çıktığında İştar zavallı bir haldedir. Yüce İştar bile Toprak Ana’nın rahminde güçten kuvvetten düşer. Pasifik okyanusundaki Malakula adasının mitolojisinde Ölülerin Sahibesi’nin adı “Temes Le-hev-hev”dir. Ürkütücü bir karakteri olan bu kadın bir mağaranın ağzında yaşar ve ölülerin ruhlarını orada bekler. Yeraltı tanrıçasının önünde yere çizilmiş bir labirent planı vardır. Ölü adam yaklaştığında planın yarısını siler. Eğer ruh daha önce labirentin planını biliyorsa (yani yaşadığı sırada erginlenme töreninde bu bilgi öğretildiyse) yolu kolaylıkla bulur. Eğer bilmiyorsa kadın onu yutar. Labirent aslında Toprak Ana’nın bağırsaklarıdır, ölen insanın ruhu onun bedenine geri döner. Bu tehlikeli yolculukta labirentin planını bilmek zorundadır. Toprak Ana’ya hem şükrettik hem de ondan korktuk. Bünyesinde zıtlıklar vardı çünkü. Ölüm ve yaşam onda birleşti: “Topraktan geldik toprağa gideceğiz” der o eski cümle. On binlerce yıl boyunca çeşitli dinler birbirini takip etti. İnançlar değişti fakat Toprak Ana figürü asla tamamen ölmedi. Dilimizde bu tabiri kullanmaya devam ediyoruz. Toprağın verdiklerine nimet duyduk ama toprakla uğraşırken Gaia’yı kızdırmaktan korktuk.
Kaynakça
Gaston Bachelard, Yeryüzü ve İradenin Düşleri, çev. Mehmet Yazgan, Ketebe Yayınları.
Mircea Eliade, Demirciler ve Simyacılar, çev. Mehmet Emin Özcan, Kabalcı Yayınevi.
Mircea Eliade, Dinler Tarihine Giriş, çev. Lale Arslan, Kabalcı Yayınevi.
Erich Neumann, Büyük Ana: Dişilin İmge ve Simgeleri, çev. Zehra Aksu Yılmazer, İş Bankası Kültür Yayınları.
Jean-Paul Roux, Kutsal ve Mitik Dağlar, çev. Lale Özcan, Dergâh Yayınları.
James G. Frazer, Altın Dal: Dinin ve Folklorun Kökleri cilt I, çev. Mehmet H. Doğan, Payel Yayınevi.
Bronislaw Malinowski, İlkel İnsan Psikolojisinde Mitlerin Rolü, çev. Orhan Düz, Çavdar Yayıncılık.
Gamze Öksüz, Rus Mitolojisi, Çeviribilim Yayınları.
Kevin Crossley-Holland, İskandinav Mitolojisi, çev. Simge Kaytan, Say Yayınları.