Mülteci konusu yüzyılın çözüm üretilmesi gereken sorunlarının başında geliyor. Son dönemlerde sosyal medyada bu meseleye temas edenlerin sayısı gittikçe artıyor ve özellikle ülkemiz bağlamında içinden çıkılmaz bir hal aldığı fark ediliyor.
Konuyu gündeme getirenler, rahatsızlıklarını ifade edenler zaman zaman ırkçı olarak yaftalanıyorlar. Gelin görün ki, ülkelerini terk etmeye, yabancı diyarlarda kendilerine yeni yuva aramaya mecbur bırakılanlar için hayat çok acımasız. Nereden gelirlerse gelsinler bu insanlara karşı kucaklayıcı olmak, toplumsal alanda onlara yer açmak, yol göstermek insanlık görevi.
Bu anlamda devletlerin geliştirdikleri mülteci politikaları da kesin çizgilere sahip, şeffaf, takibi ve sorgulaması kolay olmalı. Devlet mekanizmasını halk adına yöneten seçilmişler, ancak işler bu şekilde kontrol altında gelişirse, topluma destek ya da anlayış için çağrıda bulunabilirler. Aksi durum, sorumluluğun altında ezilmek olur ki, buna neden olanların mantığından şüphe etmek gerekir.
Bir süredir Kanada’dayım. Burası Atlantik’ten Pasifik Okyanusuna uzanan kocaman bir kıta ülkesi. Kışları buzla kaplı olan kuzey kısmına, ısının yükseldiği ve her şeyin suyla kaplandığı yazları karadan gitmek pek mümkün olmuyor. Doğanın insanları zorladığı böylesi bir coğrafyada kurulu Kanada, bir mülteci ülkesi. Her etnik kökenden, her dinden, her milletten insanlar, yasaların kendilerine vermiş olduğu sınırlar dahilinde üretiyor, paylaşıyor, uzlaşı içinde yaşıyorlar.
Mültecilerin kabulü Federal hükümetin yetkisi dahilinde. Bu süreçlerle ilgili bir bakanlık var. Ayrıca birçok kurum bir yandan işin mutfak tarafını hal ederken, bazı diğerleri de yeni gelenlerin topluma entegre olması için çok değişik programları hayata geçiriyorlar. Dil konusunun, konut konusunun, sağlık, eğitim, iş konularının hem yeni gelenlerin hem de toplumun yararına nasıl çözüleceğine kafa yormak, modeller geliştirmek ve bunları hayata geçirmek Göçmenlik Bakanlığı ve bağlı kuruluşlarının görevi.
Gelecek yıllarda veya dönemlerde uygulanacak yöntemler, atılacak adımlar devamlı, açık ve anlaşılır bir şekilde kamuoyu ile paylaşılıyor. Her şey bir disiplin içinde, kayıt altına alınmış bir şekilde yapılıyor. Kabul gören göçmenlerin envanteri devletin elinde ve sorguya, eleştiriye, öneriye açık. Zaman zaman sıkışan sistem başta sosyal medyada olmak üzere, irdelenebiliyor, gerekirse, yerden yere vurulabiliyor.
Sınırları içinde en fazla göçmen, mülteci, ya da sığınmacı barındıran ülkemizde ise durum hiç böyle değil. Her şeyden önce şeffaflığın olmaması, sınırlardan geçip ülkenin içlerine doğru akıp gidenlerin kayıtlarının tutul(a)maması, gelişmeleri komplo teorileri ile açıklamaya hazır toplumumuz tarafından infialle karşılanıyor. Hal böyle olunca da gündelik hayatın ta içinden yankılanan ve bazen kabul edilebilir olmaktan uzak tepkilere yol açıyor.
Kendi evinde yabancı hissetme, ekonomik alanda, aklı erdiği andan itibaren sorunlarla boğuşan halkımızda, çok doğaldır ki tedirginlik, hatta korku, panik, baskı havası yaratacaktır. Bu durumu bertaraf etmesi gereken devlet aygıtının sessizliğini koruması, yer yer çıkan haberler karşısında bilgi vermiyor olması, oluşan kanının yumuşatılması şöyle dursun, ateşe körükle gidilmesine yol açıyor, yabancı düşmanlığını körükleyici ırkçı yaklaşımların gelişmesine vesile oluyor. Bir zamanlar misafirperverliği ile övünen toplumun bu hale mahkum edilmesi en hafifinden üzücü bir durum.
Türk halkı uzun süredir göçmen olmanın ne demek olduğunu keşfetmiş, yabancı diyarlara gidip ekmeğini taştan çıkartmanın zorlukları ile yoğrulmuş bir halk. Yurdundan uzakta garip hayatı yaşamanın kişide yarattığı travmanın ne demek olduğunu bilen bu toplumun, işin içinde kendi ülkesine gelenler girince, halden anlamaz olması mümkün müdür?
Öte yandan, eğer göçmen meselesi izah edilebilir sayılar içinde kalmaz, gelen mültecilere sunulan olanaklar, tanınan imtiyazlar hakkında devlet şeffaf davranmaz, bunların derli toplu bir envanterini tutmaz, sınırların elek gibi her gelene açık hali devam ederse, toplumun bu insanların halinden anlaması beklenebilir mi? Ya da nasıl beklenir?
Yapısında böylesine paradokslar barındıran işlerin “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” tipi politikalarla götürülemeyeceği bilinmesine rağmen, siyaseten çok da üzerinde durulmadığı – en azından şu ana dek – görülüyor.
Burada konu bu insanları apar topar geldikleri ülkeye geri göndermek, hayatlarına mal olabilecek tasarruflarda bulunmak değil, öyle de olmamalı. Mesele, onları, varlıklarını doğru bir şekilde açıklayabilecek bir statüye kavuşturmak. Barış içinde entegre olabilecekleri bir toplum yapısını tesis etmek. Bu bana göçmen kabulünün olmazsa olmazı gibi geliyor. Toplumsal barışın tesisi ve sorunsuz devamı için durumun vatandaş tarafından anlaşılması, kabul edilmesi gerekiyor. Çizilen ve kamusal mutabakata varılan çerçeveye uymayanları ise, kabul edilmiş uluslararası kurallar çerçevesinde sınır dışı etmek ya da onlar için alternatif seçenekler üretmek, ülkedeki iç barışı bu açıdan garanti altına alır diye düşünüyorum. Her durumda, konunun insan hakları çerçevesinde ele alınması, kendini uygar olarak tanımlayan devletler topluluğunun görevi olmalıdır.
Son günlerde aniden artan ve sosyal medyayı işgal eden korku havasına gelince : Bu durumun devam etmesinin getireceği tehlike, sokak ve meydanlarda serseri mayın gibi dolaşan unsurların, ülkemizi, toplumumuzu töhmet altına sokacak girişimlerde bulunması… Daha önce yaşanmış benzer olaylardan ders çıkartmak halkın, ancak daha çok siyasetçinin görevi olmalıdır.
Mülteci konusunu ticarileştirmenin, siyasileştirmenin, bunu ülkenin simgesel değerlerini yerle bir edecek şekilde “ne pahasına olursa olsun” yapmanın bir matematiği olmadığı ortada. Pogrom tipi girişimlere, ırkçılığa varacak saldırı ortamlarına “bir daha asla” dememiz gerektiğinin altını çizmek gerekiyor. Ülkemiz bu anlamda bir olgunluğa ulaştı. Bu niteliği yitirmek hiç kimseye fayda sağlamayacaktır.
Kapak Görseli: ev/Unsplash