Oturduğum yerden deniz gözükmüyor. Türk şehirleri gibi sırtım dönük denize. Deniz gözükmüyor ama rüzgâr kokusunu ve sesini getiriyor. Çok değil yarım ay şeklindeki iri taşlı sahilden en fazla 50-60 metre uzaktayım. Dalgalar sahili dövüyor ardışık seslerle. Sığda köpük köpük kabaran deniz karaya vuruyor, geri çekilirken direnen iri çakılların şıkır şıkır sesi geliyor dalgaların altında. Dalga dalga dalga vuruyor, sesi geliyor. Dalga çekiliyor. Çakıllar direniyor, inat ediyor dalgaya, sesi geliyor. Dalga seslerini ağustos böceklerinin sesi bir bastırıyor, sonra duruyor, tekrar başlıyor.
Önümde temmuz sıcağında kavrulmuş toprak uzanıyor. Sıcakla rengi toprak renginden kül rengine çalmış, üzerinde denizin, dalgaların daha eremediği iri iri taşlar var. Toprak damar damar çatlamış, çatlakların içinde yağmacı bir ordu disiplini ile karıncalar yürüyor. Toprak sıcaktan çatlamış, rengi solmuş ama hani şu an bir yağmur inse hemencecik yaralarını saracak, rengini toplayacak. Ağaca çimene, böceğe, çiçeğe can verecek. Arada rüzgarla toz toz dağılıyor etrafa, belki nefesle içime çekiyorum, toz toz toprağı. Toprağı izliyorum, karıncaların yolu boyunca. Toprağın üstünde görünenden daha canlısı altında var. Ağaçların dalları yaprakları kadar kökleri uzanıyor toprak içinde, üstelik iki ağacın dalları kavuşmasa da kökleri gizliden ve çok güçlü bir şekilde kavuşuyor. Topraktan aşağı sızan suyu, mineralleri paylaşıyor. Ağaçlara baktığımızda sadece üstünü görmemiz aslında çok yanıltıcı belki, çünkü kökleri ile bir bütün düşünününce muhteşem bir simetrisi var ağaçların.
Toprağı izliyorum ve sonunda gözlerim bize göre yaşlı, kendi türüne göre genç sayılabilecek bir ağacın gövdesi ile karşılaşıyor. Ağacın kabuğu toprak rengine çalıyor. Kimi yerde kabuğu bütün ve pürüzsüz, kimi yerde toprak gibi çatlak çatlak. Aslında tek bir ağaç değil gibi, çünkü her tarafından sürgünler fışkırmış ince ince ve kardeşçe. Ağacın yüzden fazla yılı görmüş gövdesi bu süreç boyunca insan eline maruz kalmış, yer yer gövde kadar kalın budanma izleri var. Budanmış bölümlerin bir kısmı yeniden hayat olmuş, bir kısmı orada dur demiş, zaman donmuş. Ağacın gövdesi öyle değişik renkte ve formda ki, parlak desem parlak değil, mat desem mat değil. Kabuğun kıvrımlarına çeşit çeşit böcek sığınmış. Ağustos böcekleri ile dallar ve yapraklar arasında kamufle olmuş ama o kadar gevezeler ki eninde sonunda ele veriyorlar kendilerini.
Güçlü dallar ve kurşuni yapraklar rüzgarla dans ediyor salkım salkım salkım. Ağacın tepesine doğru güneş vuruyor, tepedeki yapraklar gümüş gibi yalazlanıyor. Neredeyse gün ışığında bir yakamoz resitali gibi. Ağacın yapraklarının asıl rengi diğer renkleri, parıltıyı yutan soluk ışığı yutan bir yeşil. Yapraklara alttan bakınca bu kez renk sıcak bir yaz günü ısı ve pus ile griye çalan soluk bir maviye çalıyor. Yer yer hafif kurumuş sarı yapraklar da var. Tek bir ağacın üzerinde hepsi birbirine eş gibi gözüken ama hepsi biribirinden farklı yaprakların renkleri de tek koyu mat bir yeşilden rengahenke dönüyor.
Rüzgarla sallanan yaprakları izliyorum, tek tek sayar gibi. Kimi, güneşle gümüş, kimi dökülmeye yakın sararmış, kimi maviye kimi yeşile vurmuş kendini. Yaprakların arasında bu ölmez ağacın meyveleri yeni yeni burculanmış. Zeytuni yeşil minik zeytinler yapraklar ve dallarla birlikte sallanıyor. Olgunlaşmalarına herhalde daha en az bir ay var.
Köklerden, gövdeden, dallardan, yapraklardan, meyvelerden uzaklaştırıyorum bakışlarımı. Kocaman dev bir ağaç karşımdaki zeytin ağacı. Kocaman, güçlü, köklü ve en narin dalları bile hayata sımsıkı bağlı. İşte tek bir ağaç ama büyük bir orman gibi. Bakınca bahçedeki limon ve portakal ağaçları arasında yalnız bir zeytin ağacı kendi bütünlüğü içinde yalnız değil.
Ağacın dallarındaki ağustos böceklerinin sesi yükseliyor. Oturduğum yerden kalkıp ağaca yaklaşıyorum. Ağustos böcekleri ses kesiyor. Dalgaların sesi daha bir net geliyor şimdi. Yere oturup sırtımı bu müthiş ağacın gövdesine yaslıyorum. Derin bir nefesle kokusunu içime çekiyorum. Kafamı yukarı kaldırdığımda üstümü bir şemsiye gibi saran beni gölgeye alan dallar yapraklar bu kez içten dışa sarıyor çevremi. Rüzgar esiyor, dallar kıpırdıyor, yapraklar hışırdıyor. Yaprakların, dalların arasından akdeniz güneşi ışın ışın üstüme vuruyor. Yaprakların hışırtısı arasında ağaçla bütünleniyorum sanki. Ağustos böcekleri varlığıma alışmış olacak ki, yeniden sesleri yükseliyor.
Geçen yıl bu ağacın altında oturmamıştım. Belki gelecek yıl yine oturacağım. Ağustos böcekleri de geçen yıl bu ağaçta değildi belki. Bu güzel zeytin ağacı tam burada ilk kez filizlendiğinde, muhtemelen Türkiye Cumhuriyeti de yeni kurulmuştu, belki işgali gördü daha fidanken. İnsanlar dönemler geldi geçti, zeytin ağacı her yıl cömertçe meyvelerini sundu insanlara. İnsanlar büyüme şeklini beğenmedi, ya da hastalanmasın diye budadı defalarca aynı ağacı. Defalarca zeytin hasadı yapıldı bu ağaçtan. Zeytin toplandı, yağı çıkarıldı. Çıkarılan yağ hastalığa, yokluğa, fakirliğe ilaç oldu belki. Kimi zaman şişelendi, saklandı, satıldı, başka ülkelerde başka milletlerden insanların sofrasında ikram edildi. Kolay değil hem yüzlerce yıl yaşıyor bir zeytin ağacı hem de her günü ayrı faydalı insanlığa.
Böyle bakınca çok acayip, mesela devrim oluyor, ağaç orada duruyor. Devrim umurunda değil, o meyvesini veriyor, rüzgârda yaprakları salınıyor. Mesela gelip buduyorlar, belki kesilen dallardan değişik değişik eşyalar üretiliyor. Yaprakları toplanıp ilaç niyetine kullanılıyor, ağacın yine umurunda değil, orada duruyor işte. Kuraklık oluyor ağaç direniyor. Sel basıyor ağaç direniyor. Dalga dalga deniz yükseliyor, denizi tuzu rüzgarla yapraklara çarpıyor yapışıyor. Ağacın umurunda değil. Orada öyle sanat eseri gibi heykel gibi duruyor zeytin ağacı. Üstelik hiç bir zeytin ağacı bir diğerine benzemiyor gibi. Dalların duruşu, gövdesi farklı farklı.
Sonra kısa ömürlü insanlar geliyor, kuşaktan kuşağa anlamlar yüklüyor zeytin ağacına, verim, mutluluk, barış… Halbuki ağaç orada köklenmiş duruyor işte. Umurunda değil hiç bir şey, yaşamaya bakıyor. Zeytin dalını güvercin gagasına yamayıp, barıştan bahsediyoruz ağacın yanında, ağacı buduyoruz. Ağacın gövdesinden bıçağa sap yapıyoruz. Barış simgesi dediğimiz ağaçtan sapa eklediğimiz çelik ile birbirimizi boğazlıyoruz. Ağaç bonkör, ağaç cesur, ağaç bizi umursamıyor. Biz kendimizi dev aynasında görüyoruz, halbuki zeytin ağacı yanında, küçük ve köksüzüz. Zeytin o kadar çok ki hepimizi doyurmaya yeter ama doymuyoruz. Halbuki Zeytin ağacı öyle değil, su az mı? Ona göre yaşıyor, ona göre dallanıp, budaklanıyor, yanındaki ağacı çürütmüyor. Yanındaki ağaç nereden gelmiş bakmıyor. Tıpkı Nazım Hikmet Ran’ın dediği gibi tek ve hür, kardeşçe yaşıyor. Dalını kıran, budayan, iki gıdım menfaat, iki göz oda, iki kilometre yol için türdeşlerini yok eden, dalına konan kuşu vuran, dibine pisleyen insana küsmüyor. Ağaç orada duruyor. Umurunda değiliz.