“Balıkçı Kral”

0
232

Sinir bozucu! Kesinlikle sinir bozucu bir adam Şenol Erdoğan! Underground dünyanın tüm birikimini Türkçe’ye kazandırmayı iş edinen 6:45 Yayınevi’nin yayın yönetmeni ve underground poetix in editörü. 1989’da Kaan Çaydamlı tarafından kurulan 6:45 bugün artık yayın dünyasında önemli bir “marka” ve o bunu pek sıradan bir şeymiş gibi taşısa da, bu markanın arkasındaki mühim isimlerden biri de Şenol Erdoğan…

Daha ilk andan itibaren renkli bir adamla karşı karşıya olduğunuzu hissediyorsunuz… Sözcükler havada uçuşup sohbet derinleştikçe de bu genç adamın kıvrak zekâsından, birikiminden ve en çok da her şeyi ti’ye alan fütursuzluğundan etkileniyorsunuz…

Coşkulu ve samimi bir konuşma tarzı var. İnandıklarına bütün kalbiyle inandığına inandırıyor sizi ki, belirli bir kitleyi etkileyen, peşinde dolaştıran kişilerde az rastlanan bir sahiciliği var.

Başlangıçta dehşetli bir test etme, sınama dürtüsü uyandırıyor içinizde. Hani “yok canım, böyle düşünmüyordur aslında” diyorsunuz ama konuştukça adamın sahiden öyle düşündüğünü, öyle hissettiğini, öyle yaşadığını kavrıyorsunuz. Bu noktada cüretine duyduğunuz kıskançlıktan kaynaklanan saçını yolup kıçını tekmeleme isteğinizi bastırabilirseniz, Şenol Erdoğan’ı eni konu sevebiliyorsunuz bile…

Bir ekşisözlük yazarı kendisinden “bir zen kaçığı…bir beat soylu… bir dada çocuğu… bir sürrealist manifesto… bir gönül adamı… bir ahir zaman dervişi… bir comfortably numb…” olarak söz ediyor ki yakından baktık, evet… haksız saptamalar değil bunlar…Neden “Balıkçı Kral” peki? Röportajı okuyun isterseniz… Nedenini anlayacaksınız…

Fotoğraflar: Sena Doğruel

“ana akımı ne ki bu ülkenin undergroundunu tanımlayabilelim?”

Sinan: Yer altında mısın sen?

Şenol Erdoğan: Zor soru.  Karakter olarak, birey olarak evet yer altındayım.

Sinan: Ne demek yeraltında olmak?

Şenol Erdoğan: Yer üstünde olmamak değil bir kere, bu kesin! Bizim gibi üçüncü dünya ülkelerinde teenager bir kavram gibi algılanıyor yer altı meselesi. 14-22 yaş grubunun böyle çok yanlış anlamlandırdığı, Türkçe’de aslında karşılığını bulamayan bir kelime bu…  “Looser” ın kaybedene tekabül etmemesi gibi aslında problem bir kavram bu yer altı meselesi. Yeraltında olmak en basit anlamda benim için “mainstream olmamak”! Çünkü, aslında bir mainstream var mı Türkiye’de o da ayrı bir tartışma konusu… Mainstream olmak ne demek diye de sorabilirsin yani, o da tartışılır bir şey! Bana göre mainstreamin de “cool hip”  bir şey olması gerekiyor tıpkı yeraltının da “cool” olması gerektiği gibi…  Aslında bunların birbirine karşıt olduklarını düşünmüyorum. İki ayrı kanal, iki ayrı yön, ya iki ayrı dünya, iki  ayrı yaşam biçimi… Ne dersen de! Öyle bir şey olduğunu düşünüyorum bunların.

Sinan: Çakışan iki dünya mı? Çatışan iki dünya mı?

Şenol Erdoğan: Aslında çakıştırırsan çakışırlar! Çatıştırmak gibi bir niyetin varsa, eleştirel yaklaşacaksan, derdin böyle bir şeyse tabi ki çatıştırabilirsin. Ama bence çatıştırmaya gerek yok. Takım tutmak gibi bir şey, hani ben “Lakers”ı çok seviyorum! Bitti! Yani işte Lakers’la Bulls’u karşı karşıya getiremez miyiz? Getiririz. Ama niye? Benim Bulls’la işim yok abi? Ha bazen Bulls’un maçından da zevk alır mıyım? Ee alırım tabii? Güzel basket oynuyorlar, zevk alırım. Ama benim işim Lakers’la! Lakers’ın kadrosunu baştan sona sayarım ama Bulls’u sayamam. Böyle bir durum aslında. Seçenek meselesi yani. Ama dediğim gibi, en basit anlamda, kültürde mainstream olan şeyden yana olmayıp, diğer tarafı seçmek… “Ana akım karşıtı” diyorlar mesela. Ama ana akıma da karşı değilim. Ana akımdan da beslenebilir insan. Ben beslenirim, besleniyorum ama bu benim ana akımın içinde kendimi hissetmem ya da o alanda, o sektörde uğraşmam, hizmet vermem anlamına gelmiyor… Yeraltında olmak en teknik anlamda bu…

Sinan: Ana akım ne ki Türkiye’de?

Şenol Erdoğan: Ya işte onu dedim ya? Ana akım ne?  Bir kere ana akımdan ya da yeraltından bahsedeceksek önce neyin yeraltından bahsediyoruz?  İşte kültür sanatın yeraltından bahsediyoruz diyelim.  Şimdi o zaman şöyle bir soru sorulur, hani iki yazar alalım, biri mainstreami simgelesin ötekisi de sözde yeraltını simgelesin. Benim yeraltını simgeleyeceğine inandığım Türkiye’den yazar yok! Doğal olarak mainstream tek başına kalıyor, onun karşısına birini koyamıyorum. Haydi koyalım diyelim, mainstreame kimi koyacağız? mainstreame Elif Şafak ’ı falan koymam lazım benim anlatabiliyor muyum? Aslında burada soru böyle değişiyor, farklılaşıyor. Problem çıkıyor. Bu ülkenin mainstreami de yok, Orhan Pamuk mu, bu ülkenin mainstreami?

Sinan: Küçük İskender mi?

Şenol Erdoğan: Küçük İskender mi ya da bilmiyorum? Ama bence hiç biri değil,

Sinan: Ya da Murathan Mungan mı?

Şenol Erdoğan: Yani?! Çünkü sadece tirajla ilgili bir şey de değil mainstream. Baskı adediyle ilgili bir şey değil bence. X bir ismin 15 bin satması onu ne mainstream yapar ya da underground sayılan birinin 15 bin satması onu undergroundluktan çıkarmaz.  90’larda biz teenage iken, babası zengin olan punklara küfür edilirdi. Biz de derdik ki, “abi herifin babası zengin a.q. yani, herif ne yapsın?” Yani herif bütün cd.leri kolaylıkla alabiliyorsa, tüm konserlere kolaylıkla gidebiliyorsa sidikli bira yerine Jack Daniels içebiliyorsa, bu adam niye punk yapmasın? 90’larda gerçekten böyle bir kavga vardı ya! “Senin baban zengin” kavgası vardı.  “Sen punk olamazsın!”. Olur abi!  Tıpkı işte underground bir adamın da, atıyorum işte bir buçuk milyon satabilme noktası gibi. Ya da ne bileyim, tam tersi de olabilir? Mainstream diye anılabilecek bir yazarın ya da şairin ya da ressamın neyse o, herhangi bir işi hiç ilgi görmeyebilir. Ya da bir grubun bir albümü bir buçuk milyon satıp diğer albümü yüz elli binde kalabilir ama grup hala mainstreamin göbeğindedir yani?  Ya da nasıl söyleyeyim? Adamın albüm satışı çok kötü gitmiştir ama stadyumda bir konser verir, atmış bin kişi gelir! Albüm satışının kötü olması herifi sahnede kimsenin izlemeyeceği anlamına da gelmez. Bunlar Türkiye’de böyle hep atlanan, hiç eşelenmeyen konular… 

“bu ülkenin undergroundu da çeviri bir underground!”

Ulvi: Peki Türkiye’de niye underground yok? Her şey var? Herif punk oluyor, rapçi oluyor,  o akımı bu akımı izliyor, müzik olarak onu izlemeye çalışıyor, siyasal bir tercih yapıyor, satanist oluyor, her b.k oluyor! Ama bu, özel uğraşı gerektirdiği için mi olmuyor? Diyorsun ya “bu ülkede okumuyorlar”.  Bütün dünyada underground diye bir şey var, Türkiye’de olmuyor? Niye bu ülkede olmuyor?

Şenol Erdoğan: Bugün buraya gelmeden iki saat falan önce bir muhabbet oldu böyle.  “Ne olacak abi bu ülkenin hali?” muhabbeti. Bizim çocuklardan biri çok güzel bir cümle kurdu. Ben çok sevdim, “abi dedi, Hollandalı diye biri var, saçı, teni, görüntüsü, yaşayış tarzı… Bir Hollandalıyı bir barda tanıyorsun değil mi?” dedi. “Tanıyorum abi” dedim. “Bu Hollandalı diyorsun” dedi. “Ya da…” dedi, “bir Norveçliyi, Finliyi, Japonu…?” “Evet?” dedim. “Abi…” dedi, “Bir Türk’ü tanıyabiliyor musun?”

Ulvi: Ama Amerikalıyı da tanıyamıyorsun? Tanıyamıyorsun ama, undergroundu var?

Şenol Erdoğan: Bir dakika, oraya da geleceğim. Şimdi, burada kimlik sorunu, kültür sorunu var. Adam Norveçli! Bitti! Ben Türk’üm, annem Makedon, babamın ne olduğunu bilmiyorum? Ha şimdi konu ne? Konu şu: İşte bizim underground dediğimiz şey abi, direkt alınan bir şey…  Yani çeviri! Şimdi bir şey çeviri olunca doğal olarak dille beraber çevrilen şey kültür oluyor… Bunun tekabülü mimaride de var. Cumhuriyet döneminde sokmuşlar ülkeye mimarları. Ankara’nın bugünkü yapısı işte… İstanbul’daki evler… İlk toplu konut örnekleri… Bak hep Atatürk’ün Türkiye’ye soktuğu mimarlar tarafından şekillenen bir kültürdür bu… Şimdi bina şekillenirken her şey şekilleniyor doğal olarak! Zaten kent kurulunca kültür kurulur. Bir şey çevirilirken, ister mimaride olsun, ister kitapta olsun bu, o kültür çevriliyor buraya… Şimdi ne var abi? Amerika var, tamam. İngiltere’si var bu işin Rusya’sı var. Ama doğal olarak fokusta duran ülke Amerika. Şimdi bizim underground kültür dediğimiz şey tamamen çeviri bir şey abi.  Tamamen olmasa bile yüzde doksan beş çeviri bir şey. Şimdi biz sürekli bu heriflerin kültürlerini çeviriyoruz. Bu ülkenin undergroundu çeviri bir underground.

Ulvi: Bilmediğim için soruyorum, Osmanlı’da yok mu mesela? Edebiyatta, müzikte, kültürde bilmem nerde yani?

Şenol Erdoğan:  Ebu Nuvas diye bir şeyh var mesela… Şeyh, ama afaroz edilmiş, dinden çıkmış kabul edilen bir adam. Gay bu adam. Şiirleri de gay şiiri.  Adam gay de şiir yazıyor değil yani… Adam gay ve gaylik şiirleri yazıyor. İşte, “Kâbe yastığımız olsa da…” falan! Herif böyle yazmış gidiyor… Evet bu herif underground! Zaten kovulmuş, ötelenmiş… Sonunda da şimdi hatırlamıyorum sallamayayım ama ölmüş yada öldürülmüş bir adam… Dertten ölmüş, sürülmüş, bildiğin infaz edilmiş bir herif bu…  Mesela şimdi bizim poetix de şiirlerini çevirttirmeye çalıştığımız bir şair bu aynı zamanda… Bir çeviri problemi yaşıyoruz. Çünkü adamın metinleri Hakim Bey tarafından İngilizceye çevrilmiş. Hatta Hakim Bey ’in  çevirdiği kitap Allen Ginsberg ’e   adanmış. Öyle başlıyor kitap. “Dedicated to Allen Ginsberg” diye başlıyor. Hakim Bey’in çevirisi bir miktar sorunlu.

Ulvi: Osmanlıca’sı yok mu?

Şenol Erdoğan: Arapça’ları var ama çok ağdalı çok çetrefilli bir dil olduğundan, çeviride istediğimiz sonucu alamadık henüz.

Sinan: Arapça? Arapça mı Osmanlıca mı?

Şenol Erdoğan: Arapça,

Sinan: Arap mı bu adam?

Şenol Erdoğan: Hayır Arap değil, ama Arapça yazmış. Osmanlı topraklarında, ama dili Osmanlıca… Zaten Osmanlıca dediğimiz şeyde, Farsçayla Arapçanın karışımı.

Sinan: Hımmm…

Şenol Erdoğan: Hakim Bey bunları çevirmiş eyvallah da, bir de biz Türkçe’ye çevireceğiz İngilizceden… Suyunun suyu yani…

Sinan: Burada dert şu mu yani? Egemen ahlaka, egemen kültüre, egemen anlayışa aykırı olmak underground olmak anlamına mı geliyor?  Eğer böyleyse Osmanlı’da Şair Eşref de var?  Efendim Neyzen de var?

Şenol Erdoğan: Yok, sadece karakteristik özelliklerini taşıyabiliyorlar diyebilirim sana…

Sinan: Bedrettin underground değil mi?

Şenol Erdoğan: Değil!  Bedrettin bence daha çok anarşist

Sinan: O zaman underground kültürün içerisine, anarşistler girmiyor yani?

Şenol Erdoğan: Anarşist olup, underground kültürün içerisinde olduğunu düşünen ve olan birileri olabilir…

Sinan: Senin açından? 

Şenol Erdoğan: Elbette sadece kendi açımdan konuşuyorum. Her anarşistin de undergrounda bir ilgisi ya da o kültürün içerisinde bir yaşam sürdüğünü düşünmek tamamen yersiz olur.

Sinan: Yani burada kriter tamamen yaşam tarzı mı?

Şenol Erdoğan: Kesinlikle!

Sinan: Gündelik yaşantısını bu şekilde sürdürmesi?

Şenol Erdoğan:  Kesinlikle! Yani bütün hayata bakış açısı, a dan z ye kadar!

“bir yazarın okur kitlesi tanımlanmış olmalıdır. öyle genele hitap ediyorum demek karaktersiz bir durumdur.”

Sinan: Anlamak için soruyorum? Tamam, adamın gündelik hayatı bu şekilde, ama çok popülerleşmiş… Küçük İskender’i al mesela? Küçük İskender’in gündelik hayatı tırnak içinde aykırı… Ama aynı zamanda son derece popüler? Kitapları satan; kitapları herkesin elinde dolaşan bir şair?

Şenol Erdoğan: Gerçekten çok çetrefilli, çok kaygan bir zemin bu… İskender’i bir dolmuş şoförü de okuyabilir. Ama bu adamın hayatında bunun dışında okuduğu tek şey foto maç ise s…rim öyle adamı! Bana ne öyle adamdan? Benim o adamla işim olmaz! İskender’in şiirini okuması bana hiç bir şey ifade etmez o herifin. Çünkü o herif akşam eve gittiğinde rahatlıkla yemeğin tuzu az olduğu için küfür edip sofrayı dağıtabilen bir heriftir mesela! Ya da mesela tırnak içinde söylüyorum, Küçük İskender’in çok ciddi bir Kürt okur nüfusu var. Şimdi, bu adamları böyle kategorize edemeyiz. Şu kadar kısmı bunu okuyor, bu kadar kısmı bunu okuyor. Ama içinde olup, yıllardır gördüğümüz şeyler var yani… İskender’in sağında solunda olup da hayatta bir boktan haberi olmayan tonlarca insan var. O yüzden burada yazar baz alınamaz bence… İskender belki çok farklı okur kitlelerine hitap eden birisi. Onun gibi biri daha var mı Türkiye’de? Yok galiba… İskender kendisini bir yerde konumlandırır. “Ben buradayım, buyum” der. İişte “ben undergroundum”, “ben popum”, “ben mainstream’im”… Ne derse der, bu İskender’in kendini konumlandırdığı noktadır. Bu undergroundu ilgilendiren bir şey değildir. Aynı şekilde İskender’i okuyan o geniş yelpaze de, ne undergroundun ne de İskender’in umurunda değildir. Burada olsa olsa kitap satışlarının çoğalmasıyla alacağı yüzdenin paralelliği İskender’i ilgilendirir. İskender’i başka bir şey ilgilendirmemeli.

 Sinan: Peki seni ilgilendiren ne?  Yani, üreticinin metin kaynağının çizgi dışı olması mı, yoksa okuyan kişinin çizgi dışı olması mı?

Şenol Erdoğan: İkisi de ilgilendiriyor aslında. Burada üreten bir firma var. “Üreten”, insandan daha önemli… Çünkü üreten firma yoksa, üreten insanlardan haberimiz olmayacak! Haberimiz olmazsa zaten matbaat kültürü tersine dönecek.  Fanzine b.ka püsüre geri gideceğiz. O yüzden;  üreten firmalar çoğaldıkça, ya da yazar kendisini ya da birileri yazarı daha iyi pazarlamayı becerdikçe,  zaten üreten firmalar işin içine giriyor. Markalaşıyor ve işin içine sermayeler giriyor, fonlar giriyor falan… Aslında o teksir kültüründen, fanzin kültüründen uzaklaşıldı.  Şöyle düşün: Bugün yüzlerce çocuk var, hiç bir şekilde bir dergiye giremeyen… Aslında iyi yazan ama hiç bir şekilde bir yayın evi tarafından basılmayacağına artık inanmış olan… Bu çocuklar çıkarıyor hala bir şeyleri…  Bunun farklı formatı olan blogları da bu çocuklar kuruyor. Blog biraz o kafaya oturdu yani. 1990’lardaki, 95’lerdeki fanzin kafası bloga oturdu. Adam artık fanzin çıkartmıyor. Blog fanzin çıkarıyor: e-zine! Önemli olan iki şey var: Tabii ki okuyucu ve üreten firma… Bence okuyucu bir niteliğe bürünmemişse; bir okur kitlesini biz genel vasıflarıyla böyle adlandıramıyorsak burada bir problem vardır. Bir yazarın okur kitlesi vardır. “Falanca yazar şöyle bir okur kitlesine sahip”, derler ya, yazarın kitlesi vardır, oluşturmuştur…  Biz bunu x bir yazar için, şair için söyleyemiyorsak, zaten burada bir problem vardır. Bu karaktersiz bir durumdur. “Ben herkese hitap ederim” durumu… Ha, belki birileri için çok güzel bir şeydir bu ama bence çirkin bir şey! Ben benim yazdığım bir şeyin bir cumhuriyetçi tarafından, bir faşist tarafından, bir Nazi tarafından, bir sağcı tarafından okunmasını istemem!

Sinan: Ama okunuyor?

Şenol Erdoğan: Tabii bu senin elinde değil, ama istemem!

Sinan: Zaten problem burada! Yazar veya yayıncı, kendi okuyucu kitlesini tahayyül eder. Der ki, “beni anlayabilecek ve okuyabilecek kişiler şunlardır”. Ama tam tersi bir durumla da karşı karşıya kalınıyor?

Şenol Erdoğan: Ben sana bir şey söyleyeyim mi, bir faşiste yazdığın şiirde “senin kurdunu s.k.yim” dersen, o faşist seni okumaz abi! Okuyorsa, o faşist değildir! Demek ki her kesime hitap ediyorsan sende bir or…luk var! Sen biraz buraya dönüyorsun biraz da buraya dönüyorsun! Burada bir problem vardır diye düşünüyorum.

Sinan: Necip Fazıl ’la hiç bir şekilde ortak paydam yok, ama Necip Fazıl’ı okumaktan büyük bir zevk alıyorum?

Şenol Erdoğan: Necip Fazıl’la bence çok fazla ortak paydan var… Ben de bu cümleyi yıllaaaar önce kurmuştum, sonra bir gün öyle olmadığına kani oldum.

Sinan: Demek ki bir geçişkenlik var?

Şenol Erdoğan: Geçişkenlik olur… Zaten geçişkenlik güzel bir şey ki?

Sinan: Eh, kategorize edemezsin o zaman?

Şenol Erdoğan: Edersin, yine edersin… Çünkü şöyle bir şey var, bunun daha iyi örneği var… Necip Fazıl’dan daha da iyi bir örnek: İsmet Özel  var.

Sinan: İşte oraya geleceğim?

Şenol Erdoğan: Yani bilmem ne dönemi şiirlerini severim! Eee? Şimdi ta dibine koyayım, bana ne? Tamaam! E ne yapıyorsun? Evimde bir tane İsmet Özel kitabı var, o da ERBAYİN! Ee? Bitti! İsmet Özel bir tane kitap olarak orada duruyor! Benim için İsmet Özel o kitap! İşte televizyona çıkmış, bilmem ne demiş… Bana ne be abi! Bu beni ilgilendirmiyor!

Sinan: İsmet Özel o değil?

Şenol Erdoğan: Değil, benim için değil!

Sinan: Olsa da bir şey fark etmiyor ki zaten?

Şenol Erdoğan: Benim için fark etmiyor zaten, evet! Benim için İsmet Özel rafımda duran Erbayin kitabı abi… Bitti! Artık ne yaparsa yapsın… Ha, bak İsmet Özel benim için öldü demiyorum… Çünkü yaşıyor.

Sinan: Sözünü söyledi ve bitirdi diyorsun?

Şenol Erdoğan: Bir tane kitabı var onun… Belki yine bambaşka bir şey söyler.

Ulvi: Bu hep yaşanıyor zaten. İsmet Özel örneği… Benim de çok sevdiğim bir herif… Bir dönem Sagopa Kajmer?

Şenol Erdoğan: Hah bak çok güzel örnek verdin! Çok güzel örnek Sagopa Kajmer. Şimdi bu herifin ne yaptığı, ne yaşadığı, yok cüppeli bilmem kimin yanında olmuş… Beni ilgilendirmiyor abi!

Ulvi: Ben bu herifin eski sözlerini dinlediğim zaman keyif alıyor muyum? Alıyorum! Bana ne abi? Herif sakallı olmuş! Benim s..mde değil zaten! Söyleyeceğini söylemiş, bana ulaşan bir yerden yakalamış… Murathan Mungan mesela… Heriflere şiir yazıyor, karılar okuyor?

Şenol Erdoğan: Bu da önemli bak,

Ulvi: Herifin ne yazdığı, niçin yazdığı, çok önemli değil, senin ne aldığın önemli? Underground Poetix’te de öyle değil mi abi? Kimisi okumak için alıyor, kimisi elinde dolaştırmak için alıyor, kütüphanesine koyuyor… Cumhuriyet gazetesiyle dolaşılırdı, hani okumasan da… Sana ne abi? Herif ne yaşıyorsa yaşasın, sen bir şey alıyor musun almıyor musun?

Sinan: İyi de yani biz senin görünümündeki okuyucuyu anlamaya çalışıyoruz?

Şenol Erdoğan: Oraya doğru gidiyoruz işte?

“banka hesabımda 1 milyon liranın olması, 2011 de ucuz fiyatlı 500 yeni kitabı çıkartabileceğim anlamına gelir…”

Sinan: Alım gücü yerinde, keyfi tıkırında, kıçı rahat yumuşak koltukta, hani eve gittiği zaman belki karısına masayı devirmiyor ama, son derece konformist yaşayan bir adam niçin seni okusun? Bu seni düşündürüyor mu?

Şenol Erdoğan: Okur!  Konformist yaşayan bir adam beni okur. Dergimi de okur.

Ulvi: Ben okuyorum işte?

Şenol Erdoğan: Şimdi şöyle bir şey… Bak ben bir şey söyleyeyim sana… Çok değişken hayatlarım oldu benim. Ekonomiden hiç anlamadığım için… Çok, çok rahat madden çok rahat dönemlerim olduğu gibi, İstanbul Teknik Üniversitesi’nin arka bahçesinde Gümüşsuyu’nda köpeklerle yattığım dönemlerim de oldu. Ama şu var; her iki dönemimde de yaptığım ettiğim düşündüğüm ürettiğim tükettiğim şeyler aynıydı… Yani, banka hesabımda bir milyon dolar olması, beni ne okuduğum şeyden ne yaptığım şeyden mahrum etmiyor. Bu bire bir karakterle ilintili bir durum. O adamın maddi gücüyle ne yaptığı ile ne yapacağı ile ilintili bir durum. Ha sen banka hesabındaki bir milyon dolarla, “gideyim San Fransisco’ya, işte karşı kültürün merkezi orada öyle takılayım… Gayler lezbiyenler zartlar zurtlar…” dersen… Baba git onu yap, yani? Anlatabiliyor muyum? Sonuçta para amacı saptıran bir şeyse zaten o konu dışı… Bambaşka bir şey… Banka hesabımda bir milyon dolar olmasının benim ürettiğim insanlara da daha fazla yararı olur… Bugün banka hesabımda bir milyon dolar olması bir sene içinde Türkiye’de  500 tane kitap çıkacağı, bu kitapların etiket fiyatının çok daha aşağı olacağı anlamına gelir… Benim için bu, bunu gösterir! O yüzden de hiç kimseye söz hakkı vermem? Kimse gelip yok onu çıkarıyor bunu basıyor, or… çocuğu bilmem ne yapıyor diyemez! En fazla şunu demek zorunda kalır: “vay or… çocuğu! Bu kadar parası var, yine aynı şeyi yapıyor yahu!” Yani burada galiba karaktere dönüyoruz yine…

Sinan: Bir şey mi ispatlamaya çalışıyorsun?

Şenol Erdoğan: Kendime mi?

Ulvi: 6.45 olarak mı soruyorsun, Şenol Erdoğan olarak mı soruyorsun?

Sinan: Önce Şenol Erdoğan olarak soruyorum. Daha 6.45 e gelmedik!

Şenol Erdoğan: Abi,  Mehmet Ada Öztekin “howl” u, “uluma” yı çekerken benimle yaptığı röportajda bana bir soru sormuştu… Senin bu sorun bana onu getirdi, aynı cevabı vereceğim büyük ihtimalle…  Orada röportajda sorular duyulmuyor doğal olarak, sadece ben konuşuyor gözüküyorum öyle…

Sinan: Burada özellikle sorular var…

Şenol Erdoğan: “Ne yapmayı düşünüyorsun?” hani ne yapacaksın, daha ne yapacaksın? Senin o “bir şey mi ispat ediyorsun” sorunla aslında eşdeğer bir soruydu o… Ben de “aynen, devam edebildiğim yere kadar devam edeceğim, sonra herhalde bir kedinin ölüme yürümesi gibi, gideceğim ve bir kenarda öleceğim” demiştim…

Sinan: Hayat bu kadar şiirsel değil? Geç şimdi onları?

Şenol Erdoğan: Hayır, hayat benim için bu kadar şiirsel! Çünkü şiir çok ciddi, çok ağır, çok pislik bir şeydir! Şiir yani! En azından benim kafamdaki şiir… Yaşam kalitesi açısından ben kendisine bir şey ispatlayacak bir insan değilim, anlatabiliyor muyum? Zaten benim sürdürdüğüm, bana göre zor ama keyifli olan yaşam…  Zaten ben ayakta durabiliyorsam kendime bir şey ispat etmişimdir? Mahsun Kırmızıgül modu olmuştur yani… “Yıkılmadım hayattayım” olmuştur o yani… O zaten bir ispat? Ben şöyle bakıyorum olaya; ben 34 yaşındayım, bunca zaman içerisinde 15 tane kitap hazırladım, 8 tane kitap yazdım, 200 tane kitap yayınladım… Üniversitelere gittim konuşmalar yaptım… A… yaptım, b.k yaptım! Eee abi? Lan geriye dönüp bakıyorum, “Ohaaa lan!” diyorum! Çok iyi! Bu halde bunları yapabilmişsin yani… Çünkü insanın hayatını idame ettirmesi için olan gereklilikleri her zaman kültür ve sanatın önündedir yani… Bu çok basit bir şey!

Sinan: Sen beni ve benim gibileri rahatsız etmeye mi çalışıyorsun?

Şenol Erdoğan: Ben kimseyi rahatsız etmeye çalışmıyorum?

Sinan: Ama oluyorlar değil mi?

Şenol Erdoğan: Sen ve senin gibiler kim?

Sinan: Ben 46 yaşındayım ve geçmişe baktığım zaman arkamda 200 tane kitap yok? Param olduğu zaman en güzel yapacağım şey bir yere tatile gitmek, işte güzel iyi bir evde yaşamak? Ama sen kalkıyorsun karşıma geçip küstahça “benim bir milyon dolarım olursa, ben bununla bilmem ne kadar kitap basarım!” diyorsun.. S…tir git! Basmam ben kitap mitap! O parayı çatır çatır yerim!

Şenol Erdoğan: Kitap basınca da çatır çatır yemiş oluyorsun?

Sinan: Ama benim çatır çatır yediğim gibi yemiyorsun?

Şenol Erdoğan: Ama tamam da şimdi…

Sinan: Bir de bana ahlak dersi veriyorsun?

Şenol Erdoğan: Şimdi senin sevişme tekniklerin de ayrıdır benimkiler de ayrıdır gibi bir şey bu abicim ama ya?

Sinan: Benzeştiği noktalar vardır mutlaka?

Şenol Erdoğan: Vardır! Ben de tatile çıkıyorum, sen de kitap yazarsın… Sen de kitap yayınlarsın… Al sana gene benzeşme noktaları! Yani?…

Sinan: Niye 33 yaşında bir adam karşıma geçip, “işte ben elime geçen parayla aha da kitap bastım, 200 tane kitap bastım” desin?

Şenol Erdoğan: Çok basit, çok dümdüz bir cevap vereyim! Ben hayattaki misyonumun, yaratılış amacımın bu olduğuna inanıyorum…

Sinan: Kim verdi paşam sana bu misyonu?

Şenol Erdoğan: Bilmem?

Sinan: Böyle bir mistik yanın mı var yani?

Şenol Erdoğan: Mistik yanım var,  mistik yanım var… Kesinlikle var…

Sinan: Ha tanrıya da inanıyorsun?

Şenol Erdoğan: Kesinlikle!

Sinan: Bunu biraz deşer misin?

Şenol Erdoğan: Hahahahahaha! S..çtık! S..çtık şimdi yani! Başka bir yere gider bu… Bu adamı bu sorudan vazgeçirelim biz!

“bir tanrının İKRA! diye bir ayet, bir emir kipi kullanması hoşuma gidiyor…”

Sinan: Tanrı, peygamber, kitap?

Ulvi: Kitap yani abi, adı üstünde?

Sinan: En büyük yayıncıya biat ediyorsun yani?

Ulvi: Tabi abi? Oku diye başlamıyor mu her şey?

Sinan: İkra!

Şenol Erdoğan: Hoşuma gidiyor ya?

Sinan: Nedir ya, yani?

Şenol Erdoğan: “İkra!” bile hoşuma gidiyor. Bir tanrının, “İkra!” diye bir ayet, bir emir kipi kullanması hoşuma gidiyor. Ha yani Arapçasını bilmiyorum ama, “seviş!” , “sarhoş ol”, falan diye başlasaydı daha fazla müridi olurdu ama… Bence yine de O kapıları açan bir kelimeyle başlıyor yani…

Sinan: Tanrı var mı hayatında?

Şenol Erdoğan: Benim hayatımda mı? Var!

Ulvi: Din var mı?

Şenol Erdoğan: Din yok! Çünkü hayatında dinlerin kurallarına uygun yaşamıyorsan din yoktur. Herhangi bir dinin vecibelerini yerine getirmediğime göre hayatımda din yoktur…

Sinan: Tanrıyla nasıl yaşıyorsun?

Şenol Erdoğan: Yaşıyorum işte? Yani…?

Sinan: Nasıl yaşadığını merak ediyorum?

Şenol Erdoğan: Şöyle: sabah kalkıyorum dişimi fırçalıyorum, kahvaltı yapıyorum…

Sinan: Onunla ilişkini merak ediyorum?

Şenol Erdoğan: Konuşuyorum?

Sinan: Konuşuyorsun? Tanrıyla?

Şenol Erdoğan: Hı-hı! Bayağı konuşuyorum. Yolda giderken falan konuşuyorum. Gayet konuşuyorum hem de!

Sinan: Ritüellerin var mı?

Şenol Erdoğan: Yoga teknikleriyle İslamiyet’teki namazın karışımı bir jimnastik ritüelim var. Kendi kendime yarattığım, şekil olarak namaza da benzeyen ama bir Müslüman’a “bu adam namaz mı kılıyor?” dediğinde “tövbe haşa ne namazı canım” da dedirtebilecek bir şey… Evet, ritüelim var ama bunları sürekli uygulamıyorum.

Sinan: Kuralları olan bir tanrı mı bu?

Şenol Erdoğan: Benim tanrım aslında semavi dinler diye adlandırılan dinlerin tanrısına çok benziyor. Belki de o? Ama onlar tanım yapınca benim tanrım onlarınkine benzemiyor, ben tanım yapınca benim tanrım onlarınkine benziyor…

Sinan: Mesela? Sana ne yapmamayı emrediyor? Ne yapmayı emrediyor?

Şenol Erdoğan: Mesela? İşte “birisi sana benimle ilgili bir soru sorarsa, ortam gereği yamuk yaparsan, s.ktir git! bir daha da kapıma gelme… Her zaman her yerde içinden geçenleri inanç sistemini, karakterini, mantığını dümdüz söyle… Çünkü ben seni bir g.t olarak dünyaya göndermedim” diyor!  Sonra… Kendime iyi bakmamı tembih ediyor… Kendimi kötü adlandıracağım durumlara düşürmememi istiyor benden… Kötü olan şeyleri direkt olarak hayatımdan çıkarmamı istiyor…

Sinan: Şimdi, yayınladığın kitapları düşündüğümde, bulunduğun ortamları düşündüğümde, alkolün şunun bunun olduğu, serbest ilişkilerin olduğu bir ortam? Sen içinde olmayabilirsin ama en azından ortam bu. Senin tanrın bütün bunlara cevaz veriyor mu?

Şenol Erdoğan: Yoo içindeyim ve evet benim tanrım bütün bunlara cevaz veriyor?

Sinan: Heey süper! Şu Haşhaşi’lerin durumu gibi?

Şenol Erdoğan: Hayır çünkü, kötünün sana bir dönüşü var ya? Ya ne bileyim…

Sinan: Hey, bu güzel bir tanrı galiba?

Şenol Erdoğan: Yoo hayır! Mesela ben iki buçuk litre kusmuştum bir gün… Rakı içmiştim… Karıştırmışım… Karıştırınca bozuyor hayvan… Bir viledayı doldurmuştum, kusarak. Al sana ceza mesela?

Sinan: Seni cezalandırıyor?

Şenol Erdoğan: Evet ceza bu…

Sinan: Diyor ki iç ama ikisini bir arada içme?

Şenol Erdoğan: Aynen! İkisini bir arada içme! O kadar! Rakıyı ne b.kuma içtin? Hadi içtin de üzerine niye onu içtin? İnsan gibi içseydin içkini gitseydin evine kardeşim yani?  Niye kusuyorsun ki yani? İnsan kusar mı? Kusuyorsan ortada bir sorun vardır zaten? Fiziksel bir hata vardır…

Sinan: Hayır, hayır! Şu anda kaçak güreşiyorsun! Seni getirmeye çalıştığım merkez başka?

Şenol Erdoğan: Sen bana sorunu direkt sor ben sana direkt cevap vereyim,

Sinan: Hayır sorumu direkt sorarsam tadı çıkmaz?

Şenol Erdoğan: (gülüyor)

Sinan: Seni yavaş yavaş kıvama getireceğim?

Şenol Erdoğan: Ya işte ben ön sevişme yapmaya hiç alışık olmadığım için, direkt pornoya girme yanlısı bir adam olarak (kahkahalar)

Sinan: Hayır ona da gireriz de?

Şenol Erdoğan: Tabii canım her türlü!

Sinan: E ama okuyucu açısından zevki çıkmaz?

Şenol Erdoğan: Tamam ya! Siz ne sorarsanız ben cevaplayacağım, o yüzden burada oturuyorum yani…

Sinan: Kaçak güreşemeyeceğin bir alana çekmeye çalışıyorum?

Şenol Erdoğan: Yok ben kaçak güreşmiyorum.

Sinan: Bir tanrı fikrin var?

Şenol Erdoğan: E var dedik ya yahu?

Sinan: Bu tanrı senin tanımlaman içerisinde olan bir tanrı anladığım kadarıyla?

Şenol Erdoğan: Ya bu Allah işte?

Sinan: Hadi ya?  Allah demek? Alemin tanımladığı Allah fikri ile senin tanrın çelişiyor ama?

Şenol Erdoğan: Çünkü onların tanrıyı g.tlerinden anladığını düşünüyorum ben.

Sinan: Hımmm… Peki sen bu bilgiye nereden vâkıf oldun?

Şenol Erdoğan: His! Öyle hissediyorum,

Sinan: “Budur!” diyorsun yani? Ben böyle hissediyorum?

Şenol Erdoğan: Ya zaten adı üstünde? “Öyle biliyorum” değil ki “öyle inanıyorum”. Bilmekle inanmak arasındaki o bariz farkı zaten orada kaldırıp atmışlar yani. “İnanıyorum” kelimesi bana her zaman dehşet gelmiştir! Dikkat et yani, “Allah’ı biliyorum” diye bir kelime kullanmaz insanlar. “Allah’a inanıyorum!” İnanmak kelimesi zaten sus noktası! Yani çok bireysel bir şey “inanıyorum”…

“evrende insanın g.tünü uçuklatacak milyarlarca şey varken insanların uğraştıkları şeyler, onların tanrı’yı anlamadıklarını gösteriyor”

Sinan: Peki bu tamamlanmış bir keşif mi? Yoksa yolculuk mu?

Şenol Erdoğan: Benim için tamamlanmış bir keşif. Çünkü 8 sene süren bir dinler tarihi okumam oldu benim. Hayatımın çok önemli bir kısmını aldı. O süreci tamamladıktan sonra benim “varoluşsal” dedikleri problemlerle ilgili veya inanç sistemiyle ilgili herhangi bir kişisel problemim kalmadı. Yani ben bir süreçten geçtim… Sonra bir elek kullandım ve “tamam budur!” dedim… Yani “rahatım ben” dedim, “benim bir sorunum yok” dedim… tanrıyla varoluşla onla bunla acayip net, kafam ve kalbim… Vallahi öyle ya? Ne bakıyorsun kötü kötü?

Sinan: Yoo, anlamaya çalışıyorum, yani?

Şenol Erdoğan: Evet benim tanrımın eşcinsellikle, uyuşturucuyla, alkolle, zinayla b.kla püsürle falan işi yok. Bence hiçbir tanrının işi yoktur bununla.  İlgilenmezler… Eğer insan kozmos denilen şeyin bir tanrı tarafından yaratıldığına inanıyorsa ve tanrıya böyle bir takım küçük bekçilikler; işte ahlak zabıtalığı, hakimlik, yargıçlık falan… Ki O, her şeyden münezzeh olduğunu iddia ettiği halde insanlar O’na bunları atfediyor! Bu kadar küçük şeylerle uğraştığını sanmıyorum ben tanrının.  Evrende insanın g.tünü uçuklatacak milyarlarca şey varken sözde inanan insanların uğraştıkları şeyler,  bence Tanrı’yı yada Allah’ı ne diyorlarsa artık ona, O’nu hiç bir şekilde anlamadıklarını gösteriyor. Ya abi delimisin sen ya? Parfümü kokluyorsun, kokladığında vajinan ıslanabiliyor s.kin kalkabiliyor abi? Araştırılması gereken Tanrı buradadır yahu? Anlatabiliyor muyum? Çok daha güzel, çok daha derin milyarlarca şey varken insanların IQ’ ları ölçüsünde bir şeyleri iddia etmesi beni ilgilendirmiyor.  Bence Allah’ı da ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren kısmı şu: Kural koyucu, otoritepozisyonundaki devlet, içinde bulunduğumuz otoriteler ve bunun en üst noktası Tanrı! Eee?

Sinan: Tanrı fikrini reddettiğin noktada devleti reddetmen, kuralları reddetmen, toplumsal kuralları reddetmen daha kolay. Ama bunun kaynağını oluşturan tanrı fikrini hayatına soktuğun anda?

Ulvi: Bence Tanrı’ya gelmeden önce, okul,aile, devlet, bilmem ne arada bir din var şimdi?

Sinan: Bunların hepsini meşrulaştıran bir tanrı var?

Ulvi: Ama o değil işte yani? Tanrı dediğin zaman atıyorum hani Budizm’de de var bilmem nerede de var, bir sürü şeyde var… Kuralları otoritesi farklı olan bir şey, yani insanın içinde aradığı şey başka bir şey?

Sinan: Orada da kast sistemi var! Dinin olduğu her yerde kural, kuralın olduğu her yerde de onun dayandığı bir ilahi güç var. Bana arkadaşını savunmaya kalkma şimdi Ulvi!

Ulvi: Arkadaşımı savunmuyorum. Ben de aynı şeye inanıyorum. Tanrı diyor zaten “oku” diye.  “Senin arada hiç kimseyi ihtiyacın yok, beni zaten bir şekilde kalbinle anlarsın”  diyor. Sana yolu açmış zaten, oradan gidebilirsin?

Şenol Erdoğan: Politik olarak ben tanrının bir problem olduğuna inanmıyorum. Hatta politik olarak tanrının özgürleştirici olduğuna da inanıyorum. Senin devleti reddetme noktasında, anarşizmin “ne devlet ne tanrı” muhabbeti geliyor aklıma.  Son on senedir, özellikle beş senedir insanların İslami Anarşizm yada Ontolojik Anarşizm diye bir şeyi ortaya atmalarının sebebi de bu zaten… Hakim Bey de işte yıllardır bir taraflarını yırtıp durdu.  Kur’an ı farklı algılama, ya da Amerika’da “taqwa cores”  var mesela… Yani hiç bir şekilde peygamberlik sistemini kabul etmeyen bir anlayış. Bak takva konusundan bahsedebiliriz mesela.  Takva, çok ilginç bir oluşum. Bunlar Amerikalı bir punk grubu. Adı üstünde: takva course!  Bildiğin takva yani… Bu heriflerin stüdyosunda mescitleri falan var… Popüler kültür içerisinde inanç mekanizmasına en aykırı yaklaştıklarına inandığım, bunu da açık açık yani manifeste eden bildiğim tek oluşum bu…  Eminim başka gruplar da vardır ama bu heriflerin kitapları Afganca’ya bile çevrildi. İngiltere’de yasaklandı, sansürlendi. Takva konusunda bir roman yayınladılar  mesela…  Bak orada çok hoşuma giden bir hikaye var. Adamın biri kaza geçirmiş iş yerinde, parmağını kaybetmiş. Biri soruyor, “hangi parmağını?”… “İşaret parmağını kaybetti” diyorlar. “Sağ eli mi?” diye soruyor tekrar. “Evet, sağ elinin işaret parmağını kaybetti” diyorlar. Şiilerde sanırım, namazda sağ elinin işaret parmağı kaldırılır ya… Adam soruyor, “eyvah, peki nasıl kılacak namazını?”. Cevap çok mükemmel: “yoo kılacak, orta parmağını kaldırarak kılacak”…

Bakar mısın yergiye?  Bir inanç sisteminin indirgendiği yeri bertaraf eden, yerle bir eden bir yergi bu! Tanrı sana 10 parmak vermiş be adam. Hangisini kullandığının ne önemi var?  Kaldı ki aynı işaret parmağını bir makattan ya da vajinadan içeriye de sokabiliyorsun? Tanrı bununla niye ilgilensin? Tanrı senin parmağınla niye ilgilensin? Bak prensipte bunları konuşmam ben. Futbol, siyaset ve din üzerinde konuşmam. Ama şimdi madem burada konuşuyoruz, gerçekten buna inanıyorum ben…

Bu böyle sorguladığım matematiksel falan filan bir süreç değil benim için. Çünkü tanrı benim hayatımda bana hiç ayak bağı olmadı. Herhangi bir ihtiyaçla, herhangi bir korkuyla Tanrı’dan medet beklediğim de yok. Sürünüyorum lan? Sürünüyorum o zaman manyak mıyım ben? En basit anlamda “baba beni niye terk ettin?” (Eloi! Eloi! Lama sabakthani?” derdim! Yok öyle bir durum! Tanrı 155 polis ihbar değil ki!

Sinan: Asıl yoksullar ihtiyaç duyuyor tanrıya zaten?

Şenol Erdoğan: O yüzden bizim çocuklardan biri “s.ktiğimin Hintlileri! Dünyaya yeniden geleceklermiş! Öyle bir hayat yaşasaydın a.ına koyayım, ben de yeniden gelmek isterdim yani. Hani bir ümit daha şeklinde” demişti… Ha ama bak, hayata bir daha gelsem, aynı hayata gelmek isterdim. Yine aynı s.kindirik kitapları falan yayınlayıp, sizle böyle boktan bir röportaj yapmak isterdim. Aynı şeyi isterdim, ama banka hesabı konusunda görüşebiliriz!… (Kahkahalar)

“herşey ilgilendiriyor beni. şimdi kalkıp burjuva kültürünü nasıl çöpe atayım…?”

Sinan: Peki Türkiye’de yaşamak nasıl bir duygu?

Şenol Erdoğan: Kuzey Irak hariç hiç yurt dışına çıkmadım, o yüzden hani “Türkiye dışında yaşamak nasıl bir duygu”yu bilmediğim için bu konuda kıyas yapamıyorum. Ama doğrusunu istersen hiç te öyle merak etmedim. Yani işte politik sebepler ya da hani ya oraları da bir göreyim falan gibi şeyler oluşmadı bende hiç…

Sinan: Gitmiş olman gerekmiyor ama yayınladığın, okuduğun her şeyde bambaşka bir algı dünyası var?

Şenol Erdoğan: Abi en amele cümleyle o zaman şöyle ifade edeyim: müslüman mahallesi ve salyangoz satışı hikayesi bu! Çok doğru ve mükemmel bir cümle bu! Gerçekten mükemmel bir cümle çünkü…

Sinan: O Müslümanların salaklığı çünkü salyangoz yeseler bayılırlardı?

Şenol Erdoğan: Evet, bence hiç yemediler, yemedikleri bir çok şey var onların.

Ulvi: Bak bu bizim sloganımız olabilir aslında… Orhan Abiyle (Orhan Topçuoğlu) de aynı noktaya geldik! Müslüman mahallesinde salyangoz satmak! Bizim bu reportare’nin sloganı “Müslüman mahallesinde salyangoz satanlar” olabilir. Çünkü dönüp dolaşıp hep oraya geliyoruz?

Sinan: Salyangoz güzel bir şey sonuçta?

Şenol Erdoğan: Salyangoz güzel bir şeydir annem bir kere evde yapmıştı, ondan biliyorum bir daha yemedim. Karşıma çıkmadı o yüzden… Neyse, zor çünkü, bir başka kültürle yetişmişsin, bir başka kültürle kendini yetiştirmişsin… Sözde o global olan kültüre dair bir inancın var ve bu kültürün nesnelerini üretmek istiyorsun. Bu kültürü yaşıyorsun, yaşamaya çalışıyorsun. Doğal olarak ürünlerini verdiğin şeyler de o kültüre dair oluyor ve o kültürün bu ülkede bir tekabülü yok! Varsa da mini minnacık bir şey bu… Yüzde bir diyelim buna hatta, binde 1 falan… falan. O yüzden, Amerika’da kimsenin yayınladığı kitabın üstüne tonlarca açıklama yapma ihtiyacı yok, onu pazarlama ihtiyacı yok. O bir kitap! Yayınlarsın, alan alır almayan almaz.

Sinan: Ben senin derdini merak ediyorum. Ne anlatmaya çalışıyorsun? Ne anlatmaya çalışıyorsun bu topluma? Niye bu tarz kitapları yayınlıyorsun?

Ulvi: Artık altıkırkbeş’e mi giriyoruz yoksa hala Şenol’ da mıyız? Ona göre ben de gireyim?

Şenol Erdoğan: Girin bana,

Sinan: Gir? İstediğin yerden gir? Sen daha haşır neşir olduğun için daha iyi tanıyorsun?

Ulvi: Ben tamamen mastürbasyon yapıyorum. Bundan 20 yıl önce Underground Poetix “okuyucusuydum” ama şu an sadece masturbasyon yapıyorum. Artık işi, arabası, hayat standardı olan biriyim. O hayata da yabancı değilim geçmişten dolayı ama bugün artık “o” değilim…   

Sinan: Tamam merak ettiğim şey, ne anlatmaya çalışıyorsun? Niye bunları yayınlıyorsun? Anladık bir tane tanrın var, o sana bir misyon yüklemiş. Türkiye’de yaşamaktan başka bir şey de bilmiyorsun?

Şenol Erdoğan: Abi bu tamamen bireysel bir şey… Oruç Aruoba’nın çok güzel bir sözü var, insan okuduğu kadar yazabilir… Tabii ki üzerine çok fazla konuşulabilir bir söz bu. Bak ben gerçekten insanın okuduğu kadar yazabilmesi noktasında değilim de;  okuduğu kadar var olduğu, okuduğu kadar bir space’i olduğuna gerçekten inanıyorum sanırım… Kültürü kendi sınırları içerisinde değerlendiremiyorum. Globalizmden falan bahsetmiyorum ama… Sonuçta kültür ortadadır, kainatın içinde bir şeydir… İster ABD’ de olsun, ister bir Zulu kabilesinde olsun, bu bir kültürdür! Ve buna ilgi duyabilirsin, bu kültür seni daha iyi hissettirebilir, hayatı sana daha iyi yaşattırabilir, falan filan! Sonuçta ben bu kültür denilen boka bir bütün olarak bakıyorum. Ama yaşadığım ülke buradan bakıyor ve ben de bu ülkede yaşıyorum,

Sinan: Burada bir yanlış var. Sen bir kültür mantarı değilsin ve kültür tek başına bir şey değil! Kültürün içerisinde bir sürü, yan unsur var?

Şenol Erdoğan: Ya onun genel adı kültür. Ben onun hepsine kültür diyorum.

Sinan: Hangi kültür? Hayat? Kimin hayatı? Kainat? Yani burjuva kültürü mü, efendim, eşcinsel kültürü mü, efendim, islam kültürü mü, ne?

Şenol Erdoğan: Beni hepsi ilgilendiriyor. Ben burjuva kültürünü kaldırıp çöpe atamam? Seninle şurada iki ay sonra g.tün birinin bilmem nesinde elimizde böyle kadehlerle karşılaşabiliriz. Anlatabiliyor muyum? Ben orada olabilirim! Oldum, oluyorum…

Sinan: Peki kriterin ne? Yani “işte bu bir kültür ürünüdür”, dediğin ne? Bunu diyebilmen için ne gerekiyor?

Şenol Erdoğan: Neden bahsediyoruz,

Sinan: Neden mi bahsediyoruz? Söylediğin şey şu; kültür, kültür ürünü olan her şey benim ilgi alanıma giriyor diyorsun… Doğru anlıyorum herhalde?

Şenol Erdoğan: Kesinlikle!

Sinan: Ben de diyorum ki bunun kültür ürünü olduğunu sana hissettiren şey ne? Senin buradaki kriterin ne?

Şenol Erdoğan: Hımmm!

Sinan: Çünkü çöp dediğim, Ulvinin çöp diyeceği, senin için bir kültür ürünü olabilir? Senin çöp dediğin benim için bir kültür ürünü olabilir?

Şenol Erdoğan: Hımmm! O zaman sen benden slaytlar istiyorsun?

Sinan: Seni heyecanlandıran şeyi merak ediyorum? “hah bunu okumalıyım ve başkasına ulaştırmalıyım, taşımalıyım” dedirten şeyi merak ediyorum?

Şenol Erdoğan: Her anlamda, sosyal politik, antropolojinin bütün alanlarından bahsediyorsun… Antropolojinin bütün alanlarını kapsayacak şekilde yıkıcı olan, ahlaksız olan, tersine giden, bunun böyle olmadığını anlatan, Guy Debord ’un “gösteri toplumu“nda yapmaya çalışıp beceremediği şey? Nietzche nin kitaplarında yapmaya çalışıp beceremediği şey? Rimbaud’un götlek bir dönek olduğu için bırakıp terkettiği şeyler? Verlaine’ın içine sıçtığı şey? Jim Morrison’un  çok erken gittiği için yarım bıraktığı şey? William Burroughs’un  çok iyi yaptığı şey? Allen Ginsberg’in eline yüzüne bulaştırdığı şey? Bu! Daha devam edelim… Çok daha basite indirgeyelim! Ensest! Kızkardeşinle yatabilmek! Babana g.t verebilmek! Kabe’de otuz bir çekebilmek! Bir caminin tuvaletinde bir kadını düzebilmek! Sokak ortasında legal olarak junk alabilmek! 24 saat kapanmayan barları tahayyül edebilmek! Politikayı ortadan kaldırabilmeyi tahayyül edebilmek! Asla ortadan kalkmayacağını bildiğini bildiğin halde, onun aslında seni var eden bir mekanizma olduğunu bildiğin halde,devam edebilmek! Kapitalizmin en en güzel hücrelerinden biri olduğun halde kapitalizme saldırmak! Saldırdıkça kapitalizmi ayakta tutabilmek, ama ayakta tuttukça da saldırmak! Bu kadar!

Sinan: Yani bir metinde bunları mı arıyorsun?

Şenol Erdoğan: Her şeyde bunları arıyorum! Aslında Dionysos ya! “Aslında” diyorum çünkü, Dionysos “rönesans” gibi bir kelime! Çok arkaik! Eskide, geride kalmış… Kimse Dionysos’u upgrade etmiyor ama edilmesi gerekiyor aslında! Az önce Morrison dedim ya? Morrison bunu yapmaya çalştı, ve gerçekten arthur’un tiyatrosuyla Dionysos’u alıp, teatral bir müzik sahnesi kurup, işin içine poetikayı da katıp bir şey yapmaya çalıştı. Ama o kadar abuk  bir tarihte yaptı ki bunu, herifin adı rock star oldu. Öyle ilan edildi ama bu, herifin derdi falan değildi ki? Alteregom falan değildir sakın yanlış anlaşılmasın, ama ben Morrison’un yaptığı ve yapmaya  çalıştığı ve yarıda bıraktığı şeyi çocukluğumdan beri önemsedim, hala da önemsiyorum. Hala da üzerinde çalışıyorum, hatta şu an bir Morrison kitabı hazırlıyorum.

Sinan: “Normal” hiç bir şey ilgini çekmiyor mu?

Şenol Erdoğan: Yani bilmem? Her şey ilgimi çekebilir ya? Yani herkes?

Sinan: Her şey uçlarda şu anda?

Şenol Erdoğan: Hı hı! Aslını istersen, benim tahayyül ettiğim yapı, yani dünya, hani, gerçekten ne ütopya olur ne distopya olur… Öyle bir şey yok! Ama bildiğim bir şey var… Bir insanın doğduğu andan itibaren, ölümüne giden yolda değişemeyeceğine inanıyorum…Yedi yaşındayken, bahçemizde bir incir ağacı vardı. Tepesine çıkıp, çok güzel bir çatalı vardı, orada otururdum böyle… Sırtımı yaslardım ve incir yerdim… Yedi yaşında olduğumu çok net hatırlıyorum ve bir cümlem vardı, çok uzun süreler o cümleyi kurdum ben… Ara sıra hala kurarım ve aynı yere dönerim, yedi yaşıma… “bir şey olacak!” Bu kadar! Cümle bu! Ben bunu hala söylüyorum… 16 yaşındaki kadar çok söylemiyorum, çünkü 16 yaşıma kadar bir sürü şey oldu… Olacak şeyler giderek azalıyor, çünkü olacak şeyleri kişi yapıyor. Şimdi, 35 yaşında tamam, bir şey olacak… Ama giderek azalıyor, ölene kadar giderek azalacak. Ama hiç bitmeyecek, çünkü yaşım ilerledikçe “bir şey olacak”ı daha fazla anlıyor ve sarılıyorum… O cümleyi sarf ettiğimde yedi yaşındaydım, büyük ihtimal şimdi bildiğim şeylerden daha çok şey biliyordum yedi yaşındayken… Kesinlikle buna inanıyorum. Bilinç altına daha fazla inebildiğimi, onun içinde yaşadığımı düşündüğüm için bu cümleyi kuruyorum. şu an olduğundan daha fazla bilgiye haiz olduğuma inanıyorum… Aslında belki de misyon dediğim şeyden bahsediyorum şu an… Liseyi bırakmam, üniversiteye gitmemem… Bunların hep basamak olduğuna ve seni yürüyeceğin şeye doğru götürdüğüne ve daha ilerideki şeylere hazırladığına inanıyorum… O yüzden misyon diyorum.

Sinan: Yayınladığın veya sözünü ettiğin veya içinde bulunduğun dünya, hep tutunamamış, sorunu olan, problemi olan, çelişkisi olan, aykırı unsurlar, aykırı hayatlar, aykırı öyküler… Ama burada bir başarı hikayesi var? Yani sende bir başarı hikayesi var? Kendini gerçekleştirmişsin? 33 yaşında bir adamsın ve anlıyorum ki bütün bunların sonunda, her şey kötü her şey aykırı işte her şeyin karşısındayım ama, bu arada kendimi varladım?

Şenol Erdoğan: Demek ki doğru olan bu? Bunları yaparak doğruya varabildiğime göre, bunları yaparak doğruya varılıyormuş demek ki?

Sinan: Bu doğru mu yani? Kendini varladın mı?

Şenol Erdoğan: Benim doğrum! Hayır!

Sinan: Bunu düşünüyor musun? Bunu hissediyor musun?

Şenol Erdoğan: Bunu sen söylüyorsun, ben yürüyorum şu anda?

Sinan: Benim gördüğüm bu? Ulvi ne der bilmiyorum?

Şenol Erdoğan: Ben yürüyorum! Benim yürüyüşüm bitmedi… Daha bayağı bir yürüyeceğim. Çok işim olduğuna inanıyorum…  Yürümekten kastım o, o yüzden böyle bir şey söyleyemem. Yani bunun daha beş sene, on sene, on beş sene sonrası olduğuna inandığım için “yürüyorum” fiilini kullanıyorum. Ama hani, on beş sene sonra vardığım noktada, aynı şeyleri kalitesini sayısını coğrafyasını yükselterek on beş sene sonraya gideceğimi düşünüyorum… On beş sene sonra değişen tek şey benim fiziki şeklim, yaptığım işler, sayılar rakamlar… Bunlar değişecek on beş sene sonra, ve sadece niteliğin daha daha daha büyüyeceğine inanıyorum, kitlenin de daha daha daha büyüyeceğine inanıyorum…

Sinan: Nereye varacak?

Şenol Erdoğan: Bir yere varması gerekmiyor ki? Yani benim varacağım yer ölüm olduğuna göre? Ben öldükten sonra gerisi beni ilgilendirmiyor? Ya bir yere varmayacak zaten!

Ulvi: Benim Şenol’la yakın olma durumum şu…  Dedi ya ütopyaya inanmıyorum ben de inanmıyorum. Yani More‘un ütopyası olsa, orada da bir çatlak ses olmak zorunda. Onu istemeyen, başka bir şey olan, başka bir şeyi tırmalayan, orada da aykırı olmaya çalışan bir şey olacak tamam mı?  Bu sürekli var… Hiç bir zaman “bir şey olacak ve bitecek” diye bir şey yok hayatta… Bir şeyler olacak. Bir şeyler değişiyor zaten hayatta. Ama o hayatın içinde her zaman, aykırı olan, belki her şeye g.tünden bakan birileri olmak durumunda. İşe yarar yaramaz, ama olmak zorunda!Okulda saç keser ya öğretmen, bu olmak zorunda. Çünkü çocuğu rahat bıraktığın zaman o yaşta çocuğun karşı çıkacağı bir şey olamıyor. Bir çocuğun baskıcı bir ortamla ilk karşılaştığı yer okul ve karşılaşmak zorunda ki çocuk “hayır, ben şunu yapayım bunu yapayım kendimi var edeyim” diyebilsin. Şimdi özel okula falan gitti, orada da demeyecek, üniversite de özel? Sen nerede diyeceksin ki? Bir yerde karşı çıkmak zorundasın? Lazım! Bizim zamanımızda daha rahattı. Anne-baba, kuşak farkı vardı, şimdi aydın anne babayız ya, çocuk rahat… Direneceğin bir şey kalmayınca çok aptalca oluyor. Ooh okulda da g.tümü yayayım, ailemde de oturayım, askerde hiç bir problem yok?

Şenol Erdoğan: Şimdi sen çocuğuna istediğin kadar senin dalga geçtiğin tarzda istediğin kadar aydın baba ol, kesinlikle çocuğun evin içinde sana karşı çıkacağı noktalar olacak.

Ulvi: Hah, olması lazım zaten! “Ben çocuğumla arkadaşım” diyorlar ya? Ulan niye arkadaş oluyorsun sen? Senin bir yaşam tarzın var, oturma biçimin müzik tercihin… Çocuğunla çatış ki, o da senin üstüne bir şey koymaya çalışsın, kendi bir fikri olsun doğru-yanlış, farketmiyor?

Şenol Erdoğan: Abi şöyle düşün… Caz manyağı caz delisi bir baba olduğunu düşün, hani herif pop dinlemeye başladığı nokta senin s.çma noktandır! Sittin sene cazı dinletemezsin… O cazı dinleyeceği zaman cazı dinleyecektir.

Ulvi: Benim karşıma geçip “hayır kardeşim ben pop dinliyorum, bu iyidir” desin. Yoksa hep beraber caz dinliyoruz, akşam ayağımızı oturup yatıyoruz. Neyle itişeceksin? Bir şeyle itişeceksin ki üzerinde düşünesin…

Şenol Erdoğan: İşte anarşistlerin s.çtığı nokta ya işte! Anarşizm, anarşizm! Eee? “Hadi bir ütopya kuralım, bir gün anarşist bir yapı kuralım!” Eee? Ne yapacağız? Anarşist bir devlet mi kuracağız? Kurduğumuz gibi yıkmamız gerekiyor! A.Q! Yıkacaksak niye g.tümüzü yırttık?

Sinan: Anarşistlerin örgütsel bir yapı içerisinde olmalarıda komik zaten?

Şenol Erdoğan: Ya o rezalet! O bir rezalet yani! Hele de o bir takım adlandırmalar var ya; yok sosyalist anarşi, yok komünist anarşi, yok s.kim anarşi! Oha be abi!

Sinan: Arıza mısın sen? nedir derdin? Sürekli rahatsız edeyim ama yerine bir şey koymayayım durumu?

Şenol Erdoğan: Ne biçim sorular bunlar be! (Gülüşmeler) Arızayım evet! Beni ilk olarak 1955 amerikan edebiyatı bozdu 1955 amerikan edebiyatının içinde yürüdükçe, onu öğrenip- kavradıkça, anladıkça… Geriye yönelik… Amerikan edebiyatı işte standart Emerson‘lar , Whitman‘lar… Böyle başladı her şey…

“bakıyorum ne yok memlekette? dün yoktu, bugün de yok. e yapalım o zaman. yapalım da olsun…”

Sinan: Seni sarsan şey neydi 55 edebiyatında? Nesi ilgini çekti?

Şenol Erdoğan: Benimkisi çok klasik, ben ilk zen kaçıkları‘nı  okudum, ve hass..tir oldum. Orada başladı benim bütün hikayem ve sonra böyle yalap şulap bir İngilizceyle (çünkü o zamanlar Türkçe’de kitap yok), ya da dergilerde böyle yalan yanlış metinler çeviri apartmaları falan yayınlanıyor… “Aaa bir de bu varmış!” İlk kez keşfediyorsun… Abi keşfediyorsun! Zaten daha ötesi yok! Hani ilk biranı içiyorsun, çok hoşuna gidiyor ve “hass..tir ya!” diyorsun, “bira diye bir şey varmış lan” diyorsun ve bu senin diğer alkol üniteleriyle olan ilk bağlantını kuruyor… Derken bir gün votka soda içiyorsun, “abi ben artık bira içmeyeyim ya” diyorsun, “votka varmış!”.. Sadece alkolde de değil yani… Aşırılık hep aşırılık! 55 i tüketip işte kökleri sorgulamaya başladığında 1800’lerin sonu san fransiscoda karşı kültür yapılanmasına ulaşıyorsun… İşte Keneth Rexroth ’lar,  Black Mountaine ekolü  odur budur derken doğal olarak ve s.ke s.ke yolun 1985 New York’una düşüyor!1985 New York’una giderken sen tabi 1977 deki Punk’u da yakalıyorsun. İngiltere’de, eğer bir salaksan sadece Sex Pistols’u  dinleyip yürüyüp gidiyorsun. Üzerine de öyle bir t-shirt giyiyorsun, burada aklıma Greil Marcus’un  “ruj lekesi”  geliyor. Kainatın en güzel kitabı bence! Okullarda ders kitabı olarak okutulması gereken bir kitap! Mükemmel bile değil yani, “korkunç mükemmel” bir kitap o kitap! Şimdi, 77 punk’unu yakalayan bir insan, 1955-60 Amerikan edebiyatını yakalayan bir insan oradan 1985 New York ortamını yakalayan bir insan zaten bu üçünü yakalarken, istemsiz olarak, hani o entelektüalite olarak adlandırdığımız yola giriyor zaten. Eğer dümdüz bir okuyucu değilse, meraksız bir insan değilse doğal olarak, politik olarak, o, bu, şu olarak tonlarca milyarlarca şey onun önüne seriliyor… IRA ya da atlıyor ETA’ya da atlıyor, undergrounda da atlıyor, her şeye atlıyor! Doğal olarak beslendiği şeylerle yaşadığı coğrafyayı çarpıştırmak zorunda kalıyor… Ne var abi bu ülkede?  Sene 84! PKK mı var? TKP’ mi var? Ne var bu ülkede? Çeviri dediğim işte buydu abi! Yani bu ülkede o yok bu yok ve benim global global dediğim şey bu işte! Bir şeyin senin ülkende olmaması, o şeyin kainatta olmadığı anlamına gelmiyor. Ya da bu taa Los Angeles’ta ya da San Fransisco da ya da Florida’da Tampa’da var diye oralara gitmene de gerek yok yani… Bir örgütlenmeden falan bahsetmiyorum, tam tersine bunların kişisel şeyler olduğuna inanıyorum. Kendi kendine boğulmaktan bahsediyorum ben aslında… Bir ada, bir kültür yaratmaktan bahsediyorum! Fazla insana ihtiyacımız olduğunu düşünseydik sanırım zaten bu işleri yapmazdık… Amaç insan sayısını fazlalaştırmak, birilerini kurtarmaya çalışmak yada Mesih olmak falan değil. Ego ya da sidik yarışı değil! Sen sadece bir şey görmüşsün, bir şey almışsın ve doğal olarak bir süre sonra, o alma ünitesi kendisini kapatıyor ve mecburen verme ünitesi devreye giriyor… O üretme mekanizması 30 dan itibaren çalışmaya başladığında, artık emdiğin her şeyi, sıkmak istiyorsun. Sıkarken de aldığın şeyi geri vermiyorsun, aldığın şeyi kendinle çiftleştirerek geri veriyorsun… Mesela Türkiye’de sitüyanist enternasyonal‘in   “s” si yok! Eh bir tane sitüyanist enternasyonel kitabı hazırlayayım!  Masturbasyon mu yapıyorsun? Hayır! Ülkeyi mi kurtarıyorsun? Hayır! Kitap seçerken buna bakıyorum öncelikle… Bakıyorum ne yok memlekette? Dün yoktu, bugün de yok. E yapalım o zaman? Yapalım da olsun.

Ulvi: İnternet diye bir mecra var, senin de blogların var bir sürü… Hani bu işin para pul kazanma, hayatını idame ettirme yönü bir yana, sen bunları internette de yayınlayabilirsin? Zaten internete de koydun kitabını?  “Para verip alamıyorsan işte kardeşim internete koydum al?” diyorsun…

Şenol Erdoğan: Evet, evet,

Ulvi: Underground Poetix bir blog da olabilirdi, çok iyi bir blog olabilirdi üstelik… Daha çok kişi okuyabilirdi. Ama bunun kitapçıda olması da bir duruş. Orada var kardeşim, boktan kitapların arasında böyle bir şey de var?

Şenol Erdoğan: Kesinlikle!

Ulvi: Herşeye ulaşabiliyorsun şimdi internette. Yok kardeşim onların arasında biz bunu da hazırladık koyduk. Fanzinin bir aşama ötesi bu, çünkü fanzin fotokopi ile dağıtılır ama bu, ciddi ciddi bir şey! Orada duruyor… Bu Fanzin Allahına kadar, ama orada duruyor, ayakta duruyor, onların yanında duruyor! Bu da bir duruş?

Şenol Erdoğan: Kesinlikle aynen öyle,

Ulvi: Orada Elif Şafak varsa kardeşim, böyle bir şey de var?

Şenol Erdoğan: Bu kesinlikle doğru… Bir de o noktada, büyük bir ihtimalle senin de söylediğinle bağlantılı, ben matbuata olan ilgimi zerre kadar kaybetmedim…  Hiç kaybetmedim! İnternet Türkiye’de yayılmaya başladığında kitaplar çıktı ya işte “internet kitabı bitirecek mi?”,  “kâğıdın sonu geldi mi?” diye… Ben sene kaç olursa olsun, kağıdın sonunun geleceğine inanmıyorum! Bilişimin patladığı daha ileri zaman diliminde de insanların böyle deliler gibi ipadleri karşılarına alıp bir şey okuyacağına hiç bir şekilde inanmıyorum. Sistem, döngü devam ettiği sürece kağıdın bir şekilde var olacağına, matbaanın bir şekilde var olacağına ve o kitabın nesne olarak, hayatını idame ettireceğine kesin kes inanıyorum ve bunu da destekliyorum. Evet, bir site yapar mıydık poetixi? Yapardık, çok güzel olurdu. Kat kat daha fazla kişi okurdu. Ama bastığımız kitapların çoğunu da zaten internete koyuyoruz. Burada bir satış derdimiz yok, bu açık olarak zaten belli.

Ulvi: Ben hayatım boyunca, yaşadığım sürece elime alabileceğim bir kitabı tercih edeceğim, kağıdı tercih edeceğim. İnterneti destek unsuru olarak zaten bunu kullanıyorsun blogunda, facebookta, twitterda?

Şenol Erdoğan: İnternet kitabın daha fazla kitlelere ulaşabilmesini sağlıyor. Hem satış anlamında, hem reklam anlamında… İnternet benim için sadece bir medya. Bloglarda da dikkat edersen kışkırtıcı öge şudur. Çok geniş bir şeyi aslında o kadar kısıtlı olarak veriyorum ki, bu adam gidip onu almak mecburiyetinde kalıyor. Bu anlamda new media denilen b.kun unsurlarından biri ve en önemlisi internet. Bilmem ne gazetesinin kitap ekine ya da bilmem ne gazetesinin hafta sonu ekine ilan vermekten çok daha etkili. Özellikle facebook’un geldiği son nokta! Hayatında 10 tane arkadaşı olan ben, facebookta bin tane arkadaşı olan yine ben! Şimdi bu 900 kişi benim arkadaşım değil elbette,  ama bu 900 kişi benim müşterim. Tırnak içinde müşterim. İnternet yani sanal, somuta hizmet etmeye mecburen devam edecek… Çünkü bir gün elektrik kesilecek. Çünkü bir gün plakların yeniden üretilmesi, pikapların yeniden üretilmesi gibi insanlar s.ke s.ke birbirlerine mektup yazmaya mecbur kalacaklar. Çünkü bir gün elektrik gerçekten kesilecek.

Sinan: Neye dayanarak söylüyorsun bunu?

Şenol Erdoğan: Çok basit ya… Herhangi bir büyük savaş, herhangi bir kimyasal savaş, herhangi bir büyük deprem, zaten her şeyin sonu olur.

Sinan: Bu, senin kitabının da sonu olur?

Şenol Erdoğan: Hayır, ilkele dönüş gibi bir şey bu. Sakın öyle Zerzan’cı   merzancı olarak anlama. İlkele dönüş derken o kadar felsefi bir şey kastetmiyorum.

Sinan: Sizi izlerken şaşırıyorum. Nasıl böyle bir imanınız var mevcut, basılı statükonün devam edeceği konusunda?

Şenol Erdoğan: Evet, devam edecek, hayat bundan yana,

Sinan: Kim demiş bunu? Hayat bunları diyenleri püskürterek devam ediyor?

Şenol Erdoğan: Hayır hayır! Bu neye benzer biliyor musun? Bu kutup ayıları toprağın üzerinde oturuyor diye kıyamet koparan insanların durumuna benziyor. Eee? Ama elindeki veri sana ne diyor? “Babacığım sakin ol, 2,5 milyar yıldır diyor, kutup ayıları 400 defa toprağa oturdu a.q.! Bir defa daha oturacaklar, belki beş bin defa daha oturacaklar” diyor… Yani ilk vida örneği, civata örneği! 4.000 sene önce vida üretiliyor ama ilk civata ancak sanayi devriminde üretiliyor, 1937 de… Civatayı bulduk diye kıyamet kopuyor ama babacığım herif 4000 sene önce yaptı bu vidayı, senin ne idüğü belirsiz medeniyetin civatayı 1937 de buldu…  Senin ne idüğü belirsiz medeniyetin interneti 1900 yıllarının sonunda buldu…

Sinan: Evet insanoğlunun teknolojik sıçraması son yüzyılda oldu?

Şenol Erdoğan: Ya tamam, ama handikap şu abi. İnsanlığın yarattığı bütün o mitler, bütün o dinler, bütün o fakeler nereden doğuyor? O geriye dönük kalıtlardan doğuyor. Sürekli kalıtlar, sürekli fosiller çıktıkça insanların o geriye dönüşü, miti yaratışı başlıyor… Yani bu mit de bitecek. Ve bu sözde gerçeklik te mit olacak…

Sinan: Her şey gidecek kağıt kalacak diyorsun?

Şenol Erdoğan: Abi mecbuuuur! Elektrik gittiği zaman, insan zaten kağıda geri dönecek! Bak dikkatini çekerim, kağıt artık ağaçtan üretilmiyor. Selülozdan üretiliyor.  Kağıdı üretmekten vazgeçmediler.

Sinan: Enerji de üretilmeye devam edecek? Hatta yepyeni yöntemlerle edecek?

Şenol Erdoğan: Edeeeer?

Sinan: Dolayısıyla elektrik kesilmeyecek merak etme?

Şenol Erdoğan: Hayatımızda h2o olduğu sürece enerji muhakkak ki üretilmeye devam edecek. Onu bir çözsünler o mükemmel iki birleşimi bir çözsünler, “o s..tiğimin oksijeni ile karbonu nasıl bir arada duruyor da, kainat patlamıyor” u bir çözsünler, mükemmel bir enerjiyi zaten açığa çıkaracaklar.  O doğalgazı da geride bırakacak, bilmem neyi de geride bırakacak.

Sinan: Hayır, rüzgar var h2o ya da gerek yok? Güneş var?

Ulvi: Var da sorun o değil! Ben olmayacak demiyorum, olsun isteyenlerdenim. Ama hala benim kadar tutucu olmayan insanlar bile pdf.den kitap okuyamıyorlar. Bakma öyle (Sinan’a) okuyamıyorlar! En teknolojik adam bile?

Sinan: O senin tutuculuğun?

Ulvi: Hayır bir sürü insan! Sen okuyor musun?

Sinan: Okuyorum tabii?

Ulvi: Hangi kitabı okudun pdf den?

Sinan: Ben gazeteleri elektronik ortamda okuyorum artık?

Ulvi: Gazete başka bir şey? Gazeteyi ben de internetten okuyorum?

Sinan: Gazeteyi okuyabiliyorsam kitabı da?

Ulvi: Okuduğun bana bir tane kitap söyle, pdf den tamamını okuduğun?

Sinan: Yok? Sıkılırım?

Ulvi: E yok işte! Olamaz!?

Sinan: Ama bu bizim alışkanlıklarımızla ilgili?

Ulvi: Hayır bu alışkanlıkla ilgili değil abi! Olmuyor?

Şenol Erdoğan: Hayır abi organizmaya aykırı

Sinan: Bir süre sonra olacak?

Ulvi: Olmayacak?

Şenol Erdoğan: Abi göz değişmeyecek ki ama? Göz bu ya göz!

Sinan: Arkadaşlar yapmayın?

Ulvi: Olmayacak!

Sinan: Bu kadar muhafazakar olmayın!

Şenol Erdoğan: Bu bir teknoloji karşıtlığı değil,

Sinan: Tamamen öyle!

Ulvi: Bu, “yiyecek hapları olacak” gibi bir şey?

Sinan: Maalesef?

Ulvi: Olmayacak abicim?

Sinan: Olacak valla?

Ulvi: Olmayacak! Çünkü bir kültür, bu bir yaşam biçimi?

Sinan: O kültürü besleyen kaynak ortadan kalkarsa? Gıda teknolojisi devreye girerse?

Şenol Erdoğan: Hayır abi tam tersi evrim devam edecek!

Sinan: Kağıt bitecek?

Ulvi: Kağıt bitmeyecek? Kağıdın malzemesi değişir, kağıt, kahve, bitmeyecek abicim, sonuçta kahve hapı almayacaksın, kahve içeceksin?

Sinan: Tahayyül bile edemeyeceksin? Artık fiziksel olarak sevişmene bile gerek yok? üç tane elektrot bağlayacaklar?

Ulvi: Hiç öyle bir şey yok? Abi bir dakika sevişmekle bir tutma! Kahve, niye kahve? Kahvenin lezzetinden dolayı? Hayır, kahvenin kültüründen dolayı?

Sinan: Adam sana “her şey kokudur” diyor. işte Yeni bir Japon teknolojisi işte, adamlar patlattılar. Ekranda koku aparatları var. Görüntüyü veriyor, kokuyu da salıyor, su içsen kahve içtim diyorsun?

Şenal Erdoğan: Bunun aksini iddia eden yok ki Sinan? Bak bir arkadaşım var, sarışınlardan nefret eder. Bir sarışınla aynı masaya oturmaz, yatmaz, sevişmez. Bu adam hiçbir sarışınla yatmadı, yatmayacak.  Ve bu adam hayatı boyunca, kitap okudu, kitap okuyacak, bu adam internetten nefret ediyor! Bu kadar abi!

Sinan: Sen, senin çocuğun, senin çocuğundan sonrası artık bunu kaldıracak ortadan, göreceksiniz?

Şenol Erdoğan: Kaldıramaz abi! Dedem gibi konuştun!  Dedem de öyle diyordu, babama… Benim için söylüyordu bunu.

Ulvi: Kaldıramayacak! Tam tersi seçenekleri olacak. Cd player, mp3 player vs. Ama hala eve geldiğinde müzik setinden dinliyorsun?

Sinan: Bir yayıncı olarak mı bu kadar öfkelisin teknolojiye karşı?

Şenol Erdoğan: Ne öfkesi be?

Sinan: Öfkelisin?

Şenol Erdoğan: Hayır canım benimki sevgi! Sadece sevgi!

Ulvi: Kitap bitmeyecek!

“e-kitaba daha çok yurtdışındaki türkler ilgi gösteriyor…”

Şenol Erdoğan: Ona bakarsan ben e-book satıyorum? Benim kitaplarımın sadece 21 tanesi e-book. Ama yavaş yavaş…

Sinan: 6.45 yavaş yavaş oraya gidiyor mu?

Şenol Erdoğan: Şu an sadece 21 tane, ama işte bir de bunun kanuni prosedürü var, yurtdışından copyrightını aldığın her kitabı kendi keyfinle oraya koyamıyorsun, herifin ok.lemesi falan gerekiyor, ama şöyle bir şey var yani, eeee, seçenek noktasına geliyoruz, al kardeşim e-book,

Sinan: Yani kayıtsız kalamıyorsun sonuçta? Ve yavaş yavaş oraya doğru gidiyorsun?

Şenol Erdoğan: Kayıtsız kalmak diye bir şey yok zaten.. Oradan nakit bir para akıyor.

Ulvi: Satıyor mu e-book?

Şenol Erdoğan: Çok az, çok az! Sana çok açık söyleyeyim idefix e-booka başlayalı, 4 ay oldu aşağı yukarı. Bizim oradan aldığımız para taş çatlasın bin lira, bin beşyüz lira falandır, haydi iki bin lira olsun… Bunu ilerlettiğni düşün, bütün kitaplarını e-booka koyduğunu düşün, tamam o zaman iyi bir nakit gelire dönüşür, ama şunu söyleyeyim, e-book alıcısı yurtdışında yaşayan Türkler…

Sinan: Çünkü adam erişemiyor? Eh işte Türkiye’den de alınmamasının sebebi de ulvi gibi adamlar? Öyle mi? Tutturuyorlar illa elime alacağım diye?

Ulvi: Abi sen söyle bana? Bana bir kişi söyle bir kitabı, ciddi bir kitabı başından sonuna pdf.den okusun Türkiye’de?

Sinan: Neyse bir gün o da gelecek…

Şenol Erdoğan: 4-5 sayfa değilse okuyamam… Kimse okuyamıyor abi!

Ulvi: İndirmiyor muyum? İndiriyorum bütün kitapları pdf indiriyorum…  Elimde olsun diye, çünkü orjinali yok. Ama o arşivcilik, başka bir şey? Ama okumak başka bir şey? Hani çok önemli bir kitapsa da götürüyorum print alıyorum, ciltletiyorum koyuyorum rafa?

Şenol Erdoğan: Aynen öyle…

“bir kitabı sen basımıyorsan, basacak bir başkası bulunur. sen basmıyorsan ben basarım…”

Sinan: e-kitapların da çıkışını hesaba katarak türkiyede şu anda yayıncılığın durumunu nasıl değerlendiriyorsun?

Şenol Erdoğan: Şimdi 90 larda ilk kırılma 1998 de oldu. Atıl And’ın en kıytırık kitabının baskı adedi üç bindi… Afa’daydım o zamanlar ve  “minimum baskı adedi 3 bindir” diye öğrenerek yayıncılık hayatına girdim. 1998 den sonra gerçekten çok büyük bir kırılma yaşandı, ve baskı adetleri direkt bine düştü. Ha, tabii “best seller” lar bunun dışındadır… Çünkü o zaman da 3.000 basılırken best seller 15.000 basılıyordu… 2003 lerde 2005 lerde olay daha da kötüye gitti ve dijital matbaa denilen bir b.k ortaya çıktı. Aslında bu bildiğin masa üstü printer abicim.  Bu kitaptan on tane de üretiriz bir tane de üretiriz! Kaç tane sipariş gelirse o kadar!

Ulvi: Fotokopinin hallicesi?

Şenol Erdoğan: Aslında fotokopi evet, biraz daha kalitelisi diyelim ona. Dijital matbaanın söz konusu olması bile zaten Türkiye’de yayıncılığın, Türkiye’de kitap okuma miktarının nereye düştüğünün en büyük göstergesi…

Sinan: Dijital matbaa aslında maliyetleri düşüren ve bu anlamıyla okuyucuyu artırması gereken bir şey değil mi?

Şenol Erdoğan: Değil. Dijital matbaada çok minimum sayıda kitap basıyorsan bu ticari olarak mantıklı bir seçenek. Şöyle düşün, bir kitabı bin bastın kitap sattı, bir daha bin basarsan bu kitap satmayacak, ama bir de kitaba talep var… Bu talep te aslında yüz tane bilemedin yüz elli tane… Dijital matbaada bu kitabı yüz elli tane ürettiğin zaman piyasanın ihtiyacını karşılıyorsun… Sorun nerede çıkıyor peki? Dijital matbaada adet düşük olursa fiyat iyi oluyor, adeti yükseltirsen fiyat çok fazla uçuyor normal matbaayı katlıyor yani… Şimdi yüz tane ürettin, üç ay sonra bir yüz tane daha ürettin, üç ay sonra bir yüz tane daha ürettin… Aaa bir bakmışsın üç yüz tane kitabı basarken, bin tane kitap parasını zaten ödemişsin, dijital matbaanın problemi burada…

Sinan: Stok sorununu ortadan kaldırıyor iddiasında bulundu yayıncılar?

Şenol Erdoğan: Evet stok sorununu ortadan kaldırıyor, piyasada kitabım yok demiyorsun… Kitap hep rafta oluyor, ama işte yüz yüz yüz yüz bastığında bir sene içerisinde bir bakıyorsun dijital matbaaya bir kitap için vermişsin beş bin lira! Kaç tane basmışsın? Bin tane! Abicim bin tane bassaydın zaten vereceğin bin beşyüz lira paraydı?… Bir ara altı kırkbeş te yaptı bunu.  Çok açık söylüyorum maddi olarak da manevi olarak da k.çımıza kaçtı dijital matbaa.,

Sinan: Kitap satışları niye bu kadar düşük? Niye birden bire binlere düştü?

Şenol Erdoğan: Douglas Coupland  ‘ın dediği şey abi; ilk önce X Generation,   sonra y generatinon, şimdi de sana bir z generation! Öylesine söylemiyorum yani gerçekten kuşak değişti… Kitaba karşı duyulan ilgi, sempati, entelektüel ilgi, Coupland’ın adlandırdığı ve dünyanın da kabul ettiği o x kuşağı sıfatlandırmasıyla gerçekten yerle bir oldu… Şimdi yeni yeni bir jenerasyon çıkıyor. Mesela Türkiye’de daha fazla kitap okunmaya başlandı, çünkü üçüncü yeni bir kuşak geliyor… Bu kuşak geriyi sorgulamaya başladı, aramaya başladı: “lan nerede bunlar ya?” “Bunlar bunlar olmuş bu ülkede abi, nerede bunlar? Bu kitaplar nerede?” Bu jenerasyon bence kitaba yeniden ilgiyi, tirajını b.kunu püsürünü de artırabilir,

Ulvi: Seçicilik de artıyor bu arada tabi? Her b.ku almıyor? Benim lise yıllarımda, ayda üç tane beş tane kitap çıkardı, takip edebilirdin. Şimdi kitapçıya gittiğinde neredeyse her hafta bütün vitrin değişiyor. Çoğu çöp ama çeşit çeşit kitap var artık.

Şenol Erdoğan: Kesinlikle! Bak bir de mesela buna paralel olarak yeni yayınevleri de kuruluyor. Beğenirsin beğenmezsin, eleştirirsin bilmem ama, Ayrıntı “yeraltı edebiyatı”   ticari adıyla bir seri yaptı, ve Ayrıntı’yı ayakta tutan seri bu seri! Niye? Tekabülü var, bir okuyucu kitlesi var… Mesela Versus   bir şeyler yapmaya çalıştı, önce anarşizm sonra sola kaydı ama  bir şeyler yapmaya çalıştı, çalışıyor hala… Daha yeni Siren   kuruldu. İşte Irwin Welsh ‘leri   yeniden bastı. İşte, Keret ‘i   türkiyede popüler kılmayı becerdi ki bu, parantezin   beceremediği bir şeydi mesela… Keret’i 2006 da ilk kez parantez basmıştı ama, şimdi iki liraya Kelepirde satılıyor! Ama bir taraftan da on beş liraya Siren yeni Keret’i satıyor, ilginç yani…  Bir yandan yeni okuyucu geliyor, bir yandan yeni okuyucuyu baz alarak yeni yayınevleri kuruluyor, bir yandan da yeni okuyucu, “bunlar vardı eskiden, ben bunları da istiyorum abi” diyor…

Richard Brautigan  ın bütün haklarını satın aldık. Niye? Ortada bir Brautigan ismi dolaşıyor bir hayalet! Richard Brautigan! Richard Brautigan! Abi çocuk bakıyor basılmış. Ne zaman? On iki sene önce basılmış! Kaç kitabı basılmış? Sekiz kitabı basılmış. Kaç kitabı var? İki kitabı var piyasada… Ne söylemeliyim bu durumda? Basıyormusun abi yeniden? Basmıyorum…  Sen basmazsan onları basacak adam var! Çünkü basılması gerekiyor. Türkiye’de bunlar genelde gurur meselesi yapılır da, Avrupa’da Amerika’da böyle değildir. Bir kitap, aynı kitap aynı yazar 37 yayınevinden çıkar arka arkaya yani… Genç nüfus kendinden önceki gençlerin aksine eskiyi sorguluyor, eskiyi karıştırıyor, ve duyduğu ihtiyacı gidermeye çalışıyor, ama ortada nesne yok, kitap yok, o zamanda iş yeni yayıncılara düşüyor.

Biz mesela hep “yayınevlerinin Altı Kırkbeş’in yayınladığı kitapları yayınlamak gibi bir hobileri vardır türkiyede” deriz… Altı Kırkbeş ne yayınladıysa onu x bir zaman dilimi sonra başka  yayınevleri basar. Bu güzel bir şey ama  bir taraftan da kösnül bir şey. Yayınlayacak o kadar çok şey varken yani bu ülkede o kadar çok kitaba ihtiyaç varken…  Türkiyede yayıncıların bir ahlak problemi var. Ömer Faruk “85 ten sonra Türk yayıncılığında ahlak bitmiştir” der, gerçekten bitmiştir! Yayıncı dediğin adamların doğal olarak üstün vasıfları olan insanlar olması gerekiyor. Bunlar topluma bir şeyler sunuyor, gerekirse gençliği bir yerlere yönlendiriyor. Hiç küçümsenmeyecek bir şey bu. Ve bu insanların üçü beşi bir araya gelerek “abi bak şöyle yapalım böyle yapalım” diyeceğine, ortada böyle çok çiğ, çok ilkel ve hiç fiziksel olarak birbirleriyle muhatap olmadan  bir psikolojik gerilim var. Psikolojik bir pislik, savaş var! Sen onu bastın, ben bunu basarım! “Ben basarım hayır sen basamazsın!” Ne yapıyorsunuz abi? Yapmanız gereken şey beşinizin bir araya gelip, “ya uUvi sen bunları bassana”, “ben basamıyorum”. “Ben editörüm!” Editör müsün sen?  Editörsün! Kabul et sen dandik bir editörsün! Benden daha dandik bir editörsün! Gel kardeşim bak, benim elimde bir liste var. Al bu listeyi. Ticari olarak iş yapar bu kitaplar. Ben bunları basamıyorum ya. gel bir bana sor lan ne basayım? Hayır, burada o kadar büyük bir ego var ki! O kadar küçük bir ülke ki, o kadar salak bir kültür ki! Böyle bir şey yok.

Sinan:peki bir yayıncı niye basamaz bir kitabı?

Şenol Erdoğan: Parası yoktur, yada azdır!

Sinan: Ticari şansı olsa bile?

Şenol Erdoğan: Hı hı! Şu an zihinsel olarak bir etüd yapıyorum, rahat ayda beş kitap basarım diyorum mesela. Beş kitap basabilirız biz ayda, ama basamıyorum. Bunun yerine iki ayda iki kitap, yada iki ayda üç kitap basabiliyorum. Bunun tek sebebi benim çevirmene, copyrighta ve matbaaaya gerekli parayı ayıramamam…

“basalım batalım a.q.!” 

Ulvi: Kitap pahalı mı türkiyede?

Şenol Erdoğan: Kâğıt pahalı abi, kâğıt pahalı! Matbaa pahalı. E doğal olarak da matbaa pahalı olunca fiyat etiketi pahalı. Okuyucu ile yayınevi arasında şöyle bir problem var: Adam kitabı alıyor, ooooo on beş lira! Yuh! Şimdi atladığı şeyler o kadar bariz ki, sen bu kitaba ortalama bin lira bin beş yüz lira ya da dolar neyse artık, telif ödemişsin. Çevirmene bin beş yüz lira para ödemişsin. Etti ortalama dört bin dolar. Bunun bin beş yüz- ikibin lira da baskı masrafı var,  bu beş bin lira gibi bir paraya çıkıyor. Beş bin- beşbin beşyüz dolar gibi bir paraya… Sen bir kitabı rafa koyuyorsun. Koydun mu? Koydun! Yüzde ellisini bunun dağıtımcı aldı mı? Aldı! O kadar abi! Keşke Türkiye’de bunu öğrenseler… Kaç para abi? On beş lira! Hayır abi yedi buçuk lira! Aldın mı abi yedi buçuk lirayı? Aldım! Keza altı aylık çekle alıyorum bunu, ayrı konu zaten. Aldım! Düş abi bunun içinden çevirmenini, düş abi bunun içinden copyrightını, düş abi bunun içinden Kültür Bakanlığı’na verdiğin bandrolünü b.ku püsürü… O yedi buçuk lira abi! Baskı masrafı da dahil buna. Düştüğün zaman yayınevinin o yedi buçuk liralık kitaptan kazandığı para iki bin lira. Şimdi bir tane kitap satacağım ben, ikibin tane… Ee? İkibin lira para alacağım… Kaç sattın? 700 sattın. Abi 700 çarpı 2? Hesap çok basit.  Türkiye’de böyle de bir problem var. “Oooo pahalı!” Hayır değil. 350 sayfa dergi veriyorsun, 700 sayfalık bir kitap bu! 20 lira… Pahalı! Hayır değil! Ama bunu bu adama anlatamıyorsun. Çünkü zaten o adamla birebir karşı karşıya gelemiyorsun, nasıl anlatacaksın ki? İnternete mi yazacaksın? Gazeteye reklam mı vereceksin?

Ulvi: Altı Kırkbeş’in veya senin korsan kitapla ilgili herhangi bir şeyini göremedim?

Şenol Erdoğan: Yok!

Ulvi: İyidir, kötüdür, böyledir, b.ktur hiç bir şey dememişsiniz?

Şenol Erdoğan: 98’de sanırım Kağan’ın kurduğu bir cümle var bir tek. O da sanırım Ekşi Sözlüğe yazıldı. O laf benim çok hoşuma gider. “Etrafınızdaki en yaşlı ağaca bakın, ve sakın i.nelik yapmayın” diyor korsanla ilgili olarak Kağan. Ben çok sevmiştim o lafı. Altı Kırkbeş’in çok korsan kitabı basıldı. Fantastiği ilk Türkiye’ye ilk soktuğu zaman Tolkien’i falan soktuğunda, abiler direkt çöktü masaya silahlarıyla beraber… Oldu, o hikayeler oldu…  Korsan ters bir etik, kötü bir etik, hani zaten kitabının künyesinde “alın bunu çoğaltın” diyen…

Ulvi: Zaten onun için soruyorum… Başka bir yayınevi için bir şey ifade ediyor da, senin için zaten kitabın arkasına bile yazıyorsun “bu kitabı alacak paranız yoksa veya almak istemiyorsanız şu web sitesinden bedava indirin” diye?

Şenol Erdoğan: Mühim olan o! Ben diyorum ki “bak web sitesinden indir”… “Al abi sen bunu çoğalt, fan zine yap”…  Ama o o.çocuğuna ben demiyorum ki sırtımdan para kazan?  Oradaki etik kabul edilemez bir etik. Hiç bir iş yapmadan para kazanan bir adam bu… O yüzden çok çirkin ve kabul edilemez bir şey yani… (Sinan’a dönüp) Sen sustun ya hayırdır?

Sinan: Dinliyorum seni bir yandan da… Çalma “hakkı” olamaz mı insanların ya?

Ulvi: Çalmak? Çalmak başka bir şey?

Şenol Erdoğan: Abi çalsın… Kitabevinden çalsın?

Ulvi: Yok o ayrı bir şey!

Şenol Erdoğan: Çalsın tamam. Senin dediğini anladım. Çalsın ama gelip benim masama belinden bir tane tabancayı çıkarıp böyle masaya…

Sinan: Öyle bir şey mi oldu?

Şenol Erdoğan: Koyup çalıyorsa, iş orda değişir abi!

Sinan: Onu niye yapıyor?

Şenol Erdoğan: Onu geçelim abi.

Ulvi: Gençken kitap çalmışlığım var, param yoksa kitap alacaksam kitapevinden çalarım?

Şenol Erdoğan: O zaten kitapevine girer…

Ulvi: Kitabı çalıp, onu basıp, bunun üzerinden bilmem ne kadar para kazanmak ayrı bir şey… Bunu ben kendime çalıyorum. Ya da kitabı alıp fotokopisini çekip çoğaltıp sana veririm… Bir kişidir hani, kaç kişiye çoğaltabilir sin ki? Altı kırkbeşe gidip “param yok” desen de verir zaten herif… Param yoksa yani harbiden, eskiden çaldım bugün de olsa çalarım. Kitap okuyan bir herifim ve param yoksa çalarım. Burada ben etik bir yanlış görmüyorum. Ama ben kitabı alayım, tekrardan matbaada basalım bunu da kadıköyde satalım! Bu kitap okumak için yapılan bir şey değil, bu para kazanmak için yapılan bir şey?

Şenol Erdoğan: Onun tabi kitapla bir ilgisi yok. Don gömlek satar gibi kitap satıyor. Sonuçta çevirmenine küfür ediyor, copyrightına küfür ediyor, yazarına küfür ediyor. Hepsine küfür etmiş oluyor yani.

Sinan: Siz yayıncı olarak bunun neresinde konumlandırıyorsunuz kendinizi?

Şenol Erdoğan: Nasıl abi?

Ulvi: 6.45 bir yayınevi değil, onu mu demek istiyorsun?

Sinan: Hah, yani?

Ulvi: Bence değil? Klasik formatta bir yayınevi değil?

Şenol Erdoğan: Evet standart anlamda bir yayınevi değil.

Sinan: Evet ama yayın dünyasının kuralları da bir yandan?

Şenol Erdoğan: Mecburen. Çünkü bir şeyi nesneye dökmek için yapman gereken prosedürler var. Onları yapmazsan olmuyor. Ortada bir Kültür Bakanlığı var. Kültür Bakanlığı senden belirli şeyler istiyor. Yazarla yaptığın anlaşmayı getir, copyright şirketiyle yaptığın anlaşmayı getir… Niye? “Sana bandrol vereceğim”. Yüz elli lira veriyorsun sana bandrol veriyor falan bunlar mecburi. :u işi nesneye dökmek istiyorsan bunları yapacaksın,

Sinan: Ve bunu sürdürebilmen gerekiyor?

Şenol Erdoğan: Mecbur, mecbur! Bu kaçınılmaz bir şey, ama öbür taraftan hani varsa siz düzeltin mesala biz bir manifesto yayınladık, yayınlamak zorunda hissettik. Türkiye’de ya da dünyada manifestosu olan bir yayınevi var mı bilmiyorum.

Ulvi: Yok, benim bildiğim yok?

Şenol Erdoğan: Onun haricinde, film çeken, parti yapan, kitaplarına parti yapan, efendime söyleyeyim şiir okuma geceleri düzenleyen, içki içme geceleri düzenleyen?

Ulvi: Barı olan?

Şenol Erdoğan: Evet, barı olan?

Ulvi: Üniversitelere giden?

Şenol Erdoğan: Ya evet? Üniversitelere giden, sempozyum düzenleyen? Bu yüzden biz hep “oluşum” olarak adlandırıldık. Çünkü oluşum çok önemli bir kelime. Kendi kendine meydana gelen bir şey  bu. Hani böyle olsun diye bir iddian yok. Böyle bir amacın da yok.  Bu seninle ve kitleyle beraber, imece usulü, spontan oluşan bir şey. Eğri oturalım doğru konuşalım, Türkiye’de marka olabilmiş bir tane yayınevi vardır o da altıkırkbeştir. Çünkü marka olabilmek başka bir şey, ha bir de Yapı Kredi  markadır, tamam.

Sinan: İletişim ‘i nereye koyuyorsun?

Şenol Erdoğan: İletişim’i hiç bir yere koymuyorum. İletişim’in ne yaptığını bilmiyorum daha doğrusu. Bir siyah beyaz serisi vardı çok ilgimi çekiyordu, ondan vazgeçmeleri bayağı kalbimi kırmıştı benim.

Sinan: Niye vazgeçmiş olabilirler sence?

Şenol Erdoğan: Satmıyordur, satmıyordur!

Sinan: Sen bir kitaba karar verirken, satmayabilir endişesini taşıyor musun?

Şenol Erdoğan: Ya onu yapmayı çok istiyorum yapamıyorum. Yani Kağan da yapamıyor onu bende yapamıyorum…

Sinan: Yani satsa da satmasada olur?

Ulvi: Ama yaptığınız oldu? Bir sürü yayınevine göre oldu?

Şenol Erdoğan: Yapmıyoruz.

Ulvi: Yapamıyoruz başka?

Şenol Erdoğan: Hayır hayır!

Sinan: Maddi koşullardan ama? Satmayacağını bilerek? Onu soruyorum?

Şenol Erdoğan: Yapıyoruz.

Sinan: Satsa da satmasa da ben bu kitabı basmak istiyorum?

Şenol Erdoğan: Bizim bir atasözümüz vardır, yayınevinin atasözü, “basalım batalım a.q.!” Kağan Çaydamlı’nın sözüdür. “Abi bu nasıl?”, “Çook iyiiii!”, “Kaç satar?”, “Yüz!”, “Ne yapalım?”, “basalım batalım a.q.!” Bu gerçektir yani, bu gerçekten gerçektir yani!

“sonuçta vakit gazetesine kapak olmayı da, geri zekalının birinin diz kapağıma kurşun sıkmasını da istemem tabii…”

Sinan: Basmayı çok istediğin? Çok fazla isteyip basamadığın kitaplar?

Şenol Erdoğan: Ohoo! Çok fazla!

Sinan: Basamayacağını düşündüğün bir şey var mı?

Şenol Erdoğan: Bir sürü abi!

Sinan: Hangi endişeyle?

Şenol Erdoğan: Param yetmiyor copyrightlarını almaya.

Sinan: Sorun sadece para mı?

Şenol Erdoğan: Evet sadece para! Başka sorun yok, emin ol! Para harici bir problem yok. Yayıncının para harici bir problemi olamaz.

Sinan: Açılacak olan davalar, işte ödeyeceğin cezalar, şunlar bunlar endişelendirmiyor mu seni?

Şenol Erdoğan: Açılıyor zaten abi? açıldı, ödendi, oldu, oluyor da?

Sinan: “Ya öyle bir basılır ki bu kitap ama bunu basmaya da k.çım yemez” dediğiniz kitap var mı?

Şenol Erdoğan: Var tabii. Avukatla konuştuğumuz, hatta “hayır abi lütfen bunu basmayın” dediği şeyler var.

Sinan: Mesela?

Erdoğan: Anarşist Cook Book  Bomba yapımı, silah imalatı, evde uyuşturucu yapımı, bubi tuzakları, basit patlayıcılar!

Sinan: Hah işte! Tanrı aşkına  böyle bir kitabı basmayı niye ister bir yayıncı? Eğer sapık değilse?

Şenol Erdoğan: Ben sapığım onu söyleyeyim önce! Niye ister? Çünkü her insanın bomba yapma hakkı vardır! Her insanın evinde uyuşturucu üretme hakkı vardır! Uyuşturucu çok pahalı! Dünyanın en basit şeyi kokain, Türkiye’de bir gramına üç yüz lira ödeniyor! Kokainin nasıl üretildiğini bilen bir insansan eğer, ona üç yüz lira vermek nasıl zoruna gider yani, değil mi?  

Sinan: Yani bunu ciddi ciddi bir insan hakkı olarak mı görüyorsun?

Şenol Erdoğan: Tabii? Sigara içmek, alkol tüketmek nasıl bir haksa, benim kendi kendime evimde LSD yapmam da bir haktır? Evimde bira yapabiliyorum, evimde ekmek yapabiliyorum, sigara almayıp, tütün alıp tütün sarabiliyorum. Tütün de ekebiliyorum, bunlarda bir sorun yok. Ama evimde LSD, kokain yapamıyorum?

Sinan: Evinde bomba da yapamıyorsun?

Şenol Erdoğan: Evimde bomba da yapamıyorum evet! Çünkü devlet bombayı ve uyuşturucuyu bir şekilde tehdit olarak algılıyor. Hoş sigarayı ve alkolü de tehdit olarak algılıyor yüce iktidar, padişah hazretleri! En son bir şişe Jack Daniels’ı 94 TL yaptılar abi! İki ay sonra 104 TL yaparlar, bir sene sonra 150 TL olur.

Sinan: Ama bedelini ödeyerek satın alabiliyorsun?

Şenol Erdoğan: Ama bir dakika şimdi! Böyle giderse ben Jack Daniels’ı bedelini ödeyerek satın alamayacak hale geleceğim, onu anlatmaya çalışıyorum. Bu bir mekanizma! Alkolün fiyatını artıralım içmesinler, sigaranın da fiyatını artıralım içmesinler! Sigaranın fiyatı daha çok artacak, standart 15 euro mantığına gelecek.

Sinan: Dünyada da artıyor zaten?

Şenol Erdoğan: Biliyorum ama, mesele bu degil! Mesele mekanizmadan kurtulmak. Bence şu anki mekanizma bizim bira içmemizi de istemiyor.

Sinan: Anladım, sonuçta bu endişelerle bazı kitapları basamıyorsun.

Şenol Erdoğan: Hayır hayır, bu bir endişe değil. Basamıyorum çünkü hayatımı hapisanede geçirmek istemiyorum. Hapisane kötü bir şey yani, ben niye hapisaneye gireyim?

Sinan: Şu an bastıklarınla da aynı şey başına gelebilir?

Şenol Erdoğan: Gelebilir. Oldu bir kaç tane davamız, onları atlattık sorunsuzca… Ama senin verdiğin o büyük örnekle benim de karşılığında “anarşist cook book var mesela” dediğim şey başka… Mesela bir yayıncı arkadaşım da bana “abi anarşist cook book diye bir kitap varmış” dedi, “evet var ne olmuş?” dedim. “Onu basmayı düşünüyorum abi” dedi. “Sakın ha” dedim. “Niye abi?” dedi. Avukatın bana söylediği şeyleri ben ona yazdım: Dedim ki; “Çünkü seni severim”:)

Ha bak, bu ülke o kadar acayip bir ülke ki, basar hiç bir şey olmaz..  Hiç bir şey olmayabilir.  Kimse farkına varmaz falan, buna şaşırmam. Ama kanunen şunu biliyorum: Ben bu kitabı yayınladım diyelim..  İşte içinde uyuşturucu yapımı, bubi tuzakları, silah, tabanca, ağır patlayıcı bomba yapımı hepsi anlatılıyor…  Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde, bir gün bir yerde, bir ev yapımı, el yapımı bomba patladığında; ev yapımı, el yapımı bir uyuşturucu bulunduğunda, Kanun “sen bunu bu adamlara işte bu kitapla öğrettin” diyerek seni bitirir. Bak “Takva Course” tan bahsettik. Bu kitabı bir değerli dostumuz çevirdi kendi kendine… O kadar sevdi ki, okudu okudu çevirdi. Basmadık biz bu kitabı! Basmadık çünkü Vakit Gazetesi’ne kapak olmak istemiyoruz. Vakit Gazetesi’ne kapak olduğu zaman insanların başına ne geldiğini biliyoruz… Açıkçası yolda yürürken diz kapağıma bir tane kurşun sıkılmasını istemem? Ya da gerizekalı birinin kafama kurşun sıkmasını da istemem. Çünkü o adamlar için bunlar misyon, çok önemli şeyler.

Sinan: Herşey çok basit ama bu kadar da uzun boylu değil diyorsun?

Şenol Erdoğan: Çok basit bir şey söyleyeyim sana, çok daha basiti… Bir kitapta, dipnotunda “bu fransız a.cıklar” ifadesi nedeniyle  “Fransız halkına hakaretten” dava açıldı! Fransızlara a.cık demişiz! Al buyur abicim şimdi? Ona bakarsan William Burruoghs ,  “Çıplak Şölen” de “beni alemlerin rabbi düzdü” diyor. Şimdi bir Müslüman bundan ne anlıyor? Vay efendim seni Tanrı ….! Yahu adam ne diyor? “Ben öyle bir düzüldüm ki, beni alemlerin rabbi düzdü” diyor! Herif duyduğu acının büyüklüğünü anlatıyor. Ama amca nasıl anlıyor bunu? İşte bu amca gelir kafana sıkar senin! Ya da 14 yaşında birini gönderir yaptırır bu işi… Türkiye’de gerçekten g.te gitmek çok basit bir şey. Bu senin tirajını da yükseltebilir ama? Böyle bir ülke yani burası… Bunu yapan yayınevleri de var? Kendi kitaplarını ihbar eden yayınevleri de var, yok değil yani…

Sinan: Bu tür oyunlar da var yani?

Şenol Erdoğan: Var, var, biliyoruz! varlığını biliyoruz, ha öbür taraftan işin esprisini geçip gerçek hayata dönelim mesela. Sel Yayınları’nın başına gelene bak. Daha geçen gün beraat etti kitapları . “Cin-Sel diye bir cinsellik serisi var ki hani, çok kadim kitapları, çok eski Fransız metinlerini bu tip şeyleri bastı adamlar. Adamların kitapları mahkemeye verildi  iki yıldır mahkemelerde süründüler ve kitaplar beraat etti. Sadece politik ya da milli şu bu konular da değil yani,  sadece legal bir pornografiden bahsettiği için de bir yayıncının başına bunlar gelebiliyor bu ülkede!  On yıl oldu herhalde, Enis Batur ‘un “Elma” kitabında başına gelenler bu kez Sel’in başına geldi. Neymiş efendim kitabın içinde s.ki, .mı olan tablolar varmış! E çıktılar mahkemeye, kardeşim bu tablolar zaten ülkede müzelerde sergileniyor dediler. 

Sinan: Okuyucularıyla ilişkisi nasıl altıkırkbeş’in?

Ulvi: Yani diğer yayınevlerinden farklı olarak? Bir iletişim var çünkü?

Şenol Erdoğan: Çok yoğun! Şöyle bir şey var ulvi abi;  birisi bizim yayınevimizin kapısını çalıp içeriye girdiğinde ona “buyurun” denmiyor. Yani “Buyurun, ne istiyorsunuz? Burası altıkırkbeş?” denmiyor. O adam orada gezebiliyor, oturabiliyor, kimse de bundan rahatsız olmuyor… Adam bir kitap için geldiğinde; “şöyle bir şeyim var basmayı düşünüyorum”  dediğinde evet ona Orhan Pamuk gibi davranıyoruz…

Sinan: Tahminen kaç kişiyi etkiliyorsunuz?

Şenol Erdoğan: Satın alan kişiyle okuyan kişi arasındaki rakam çok büyük uçurum… Bizim hiç bir kitabımızı almayıp hatta hiç bir kitabımızı okumayıp “okuyucumuz” olan bir kitle de var. Biz bunlara fan diyoruz. Takım tutmak gibi bir şey bu. Yıllar önce bir dergide bir tartışma olmuştu bizim merkezimizi baz alarak; “yazarın okuyucusu olur yayınevinin olmaz” diye. Hayır, bizim okuyucumuz yazarımızın okuyucusu değil yayınevimizin okuyucusu! Fantastikten nefret edip altıkırkbeş fantastik kitaplarını alan, ya da beat kuşağını   hiç sevmeyip, bizim çıkardığımız bütün beat kuşağı kitaplar kütüphanesinde olan insanlar var. Marka olmak dediğim şey aslında buydu. Herifin seni takip etmesi yada seni izlemesi için senin ürettiğin bir nesneyi satın alması alıp da okuması gerekmiyor, ya da bir yazarı takip etmesi gerekmiyor… Yazarı takip etmeyip yayınevini takip eden bir kitle var. “Bu herifler bastıysa bu kitabı alırım ben” diyen…

Sinan: Soruyu özellikle o yüzden kaç kişiyi etkiliyorsunuz diye sordum? kaç kişiye erişiyorsunuz diye sormadım?

Şenol Erdoğan: E çok fazla! Hatta abartarak, o kitlenin içindeki bir kitlenin hayatına yön verdiğimizi bile söyleyebilirim yani..

Sinan: Bu bir sorumluluk?

Şenol Erdoğan: Kesinlikle! Bunun bir sorumluluk olduğunun bilincinde olduğumuz için, yayınevine gelen bütün maillere, hiç bir şekilde baştan savmadan, hatta onları şaşırtacak genişlikte cevaplar veriyoruz. Adam bir tane metin göndermiş, arkasından da mail atıyor, size üç gün önce bir metin gönderdim diye…  Bu adama mutlaka dönülüyor, kitabı basılmasa bile, hem şevkini kaybetmemesi, hem de  “hadiyin lan oradan” dememesi adına… Kendini kötü hissetmemesi adına o herife öyle bir açıklama yapıyorum ki ben, o herif kendini kötü hissedemiyor zaten. Bana bir teşekkür mailiyle dönmek zorunda kalıyor. Bunu yapmak mecburiyetindesin sen. Mecburiyeti burada iyi anlamda kullanıyorum.  Adama baştan savma biçimde “abi biz senin romanını basmıyoruz” dersem adamın bir kırılma yaşayacağını, reddedilme duygusu yaşayacağını biliyorum.  “Seni reddettim ama ben tanrı değilim” diyorum. ” otuz bin tane yayınevi var,  seni hasan çok sevebilir, osman çok sevebilir, onlara git” diyerek bir yerlere yönlendiriyorum.

Sinan: Anladım, yayınevinin kitle üzerinde etkisi var, ama bir de “halk bunu istiyor” diye bir şey var. Biliyorsun artık, ete kemiğe bürünmüş bir okuyucu kitlen var, “bunu yayınlarsam bu okuyucu kitlesi bunu reddeder” dediğin bir endişe var mı? Okuyucu kitlesi mi seni yönlendiriyor, yoksa sen mi okuyucu kitlesini yönlendiriyorsun?

Şenol Erdoğan: Hayır o endişe yok. Çok net anladım seni, hayır! Tam tersine bir de bu var, bir de buna baksınlar, ya da böyle de bir kol açalım, böyle de bir kanal açalım düşüncesi var.

Sinan: Okuyucuyu genişletmek anlamında söylüyorsun?

Şenol Erdoğan: Evet, yeni bir kitle yaratalım, yeni bir okuyucu grubu kuralım, onlar da bize dahil olabilir bunu yayınlarsak diyoruz…

Sinan: Peki klasik fanlarının itirazı ortaya çıktığında? Sen o cidarı genişletiyorsun ya?

Şenol Erdoğan: Evet…

Sinan: Sonuçt senin kitlenin en azından bir kısmının tahammül edemeyeceği bir şeyi de koyuyorsun?

Şenol Erdoğan: Öyle bir kitle var gerçekten… Siz şunu basmalısınız, şunu basmamalısınız diyen…

Sinan: Senden fazla senci olan?

Şenol Erdoğan: Hah bravo! Siz bunun harici hiç bir şey basmamalısınız! Biz bir şekilde bunun izahını da yapıyoruz aslında ama, orada benim düşüncem şu: o nüfusu istediği şeyle doyurursan, o öteki nüfusa bulaşmayacak… Evdeki bütün çocuklara bir şekilde eşit davranman lazım. Hasan’a spor ayakkabı aldıysan, Eda’ya Osman’a Muallaya’da spor ayakkabı alman lazım…

Sinan: Ooo! Tanrısal bir güç vermiyor mu size bu ya? Yani diyorsun ki “benim bir kitlem” var?

Şenol Erdoğan: E var?

Sinan: Tebaam var?

Şenol Erdoğan: E vaar?

Sinan: Bak bir dakika! Ne diyorsun sen? “Tebaaam var”?

Şenol Erdoğan: Evet var? Ben bunu onaylıyorum evet?

Sinan: …Ve onların gönlünü hoş edeceğim, ama canım isterse ben bunun alanını biraz daha genişletebilir ya da daraltabilirim?

Şenol Erdoğan: Burada bir “god is a dj” durumu var evet,  yok değil! “God is a dj” durumu var doğru. Ama dediğim gibi,  benim tanrım mütevazi bir tanrı. Tevazu göstermesini bilir, ve bana iyi davranır. Her zaman da isteklerimi yerine getirmek zorunda zaten değildir… Tek uğraştığı da ben değilim…  Milyarlarca insan var, o gözle bakıyorum…

Sinan: Peki böyle bir kitleye hükmetmek nasıl bir duygu?

Şenol Erdoğan: Hükmetmek değil, hizmet etmek! Biz hizmet ediyoruz, hükmetmiyoruz çünkü!

Sinan: Hayır bir dakika! Senin kişiliğini var eden şey okuduklarındır! Konuşmamızın taaa başından beri bu böyle… Ve sen de şu anda bir kitleyi var ediyorsun?

Şenol Erdoğan: Evet, evet! Var oluyor zaten,  sen iste isteme o var oluyor!

Sinan: Sen onu besliyorsun?

Şenol Erdoğan: Besliyoruz evet?

Sinan: Yediğin neyse sen osun? Okuduğun neyse sen osun?

Şenol Erdoğan: Evet kesinlikle!

Sinan: Sen bir kitleyi şekillendiriyosun?

Şenol Erdoğan: Hı hı!

Sinan: Bilinçli ya da bilinçsiz! Kaldı ki çok bilinçli olduğunu görüyorum?

Şenol Erdoğan: Bence öyle?

Sinan: Şenol bu bir “güç” oluşturuyor sende?

Şenol Erdoğan: Eee evet?

Sinan: “İlahi bir güç” oluşturuyor?

Şenol Erdoğan: Anladım dediğini tamam! Anladım senin derdini. So what?

Sinan: Bütün bu anlattıkların aynı zamanda politik tezler? Her ne kadar politikadan hoşlanmadığını söylesen de?

Şenol Erdoğan: Ya bu bir takım  insanların seni sevmesine ve başka bir takım insanların da senden nefret etmesine yarıyor… Çünkü seni çok seven bir kadının erkek arkadaşı doğal olarak senden nefret ediyor gibi düşün bunu yani, çok basit bir şey bu…

Sinan: Çok egosal bir şey galiba ha?

Şenol Erdoğan: Egoyu kötü kullanmamak burda önemli olan.

Sinan: Hayır gözlerindeki pırıltı öyle değil?

Şenol Erdoğan: Hahaha ya gözlerimdeki pırıltı bir piç olmamdan kaynaklanıyor ve az önce verdiğim kadın örneğinden kaynaklanıyor.

Sinan: Bundan büyük mutluluk duyuyorsun?

Şenol Erdoğan: Evet çok keyif alıyorum. Sonuçta herşeyi bir kenera bırakırsak bu sonuçta “ben”im! Benim bir etiketim var. Bak, ben iki taneyim! Bir tane Şenol Erdoğan’ım, bir tane dealtıkırkbeş Şenol Erdoğan‘ım. Hatta bunun bir üçüncüsü de olmaya başladı bir de “underground poetix” Şenol Erdoğan‘ım.

Sinan: Şu an hangisiyle konuşuyoruz?

Şenol Erdoğan: Şu an sadece Şenol Erdoğan’ım. Ama bu sana seçenekler sunuyor. Mesela benim hayatım boyunca kadın problemim olmadı. Bunu da hep yaptığım şeyle bağıntılamışımdır. Senin o ego dediğin şeyi ben çok iyi anlıyorum. Hatta seninle orada aslında örtüştüğümüzü de düşünüyorum. Çünkü senin de onu çok kaba anlamda kullanmadığını biliyorum. Bunu bana insanlar da söylüyor. Bir kadın bana gelip “sen g.tsün” dediğinde kadının ne dediğini biliyorum. Niye g.t olduğumu ve nasıl bir g.tten bahsettiğini biliyorum. Evet o öyle bir güç veriyor sana, vermiyor değil.

Ulvi: Hatta bir pop bir kimlik sağlıyor sana.

Şenol Erdoğan: Mesela bir sinema salonuna gitmiş oturmuşsun, bir tane çocuk geliyor yanına, “Merhaba Şenol Erdoğan” diyor. Ya da “Şenol Erdoğan siz misiniz?” diyor… Eh, şimdi sen sana göre normal bir insansın tabii ama…

“kalabalık bir barda otuz kırk kişinin beni tanıması ve selam vermesi hoşuma gitmiyor dersem adilik yapmış olurum”

Sinan: Bir kalıp mı “Şenol Erdoğan”?

Şenol Erdoğan: Evet kalıba dönüştü, bir hitap şekline dönüştü… Şenol değil… Yakın çevrem haricindeki ikincil çevremin bana “Şenol Erdoğan” diye hitap ettiğini söyleyebilirim. Orada bir ego var evet. Bir bara gittiğinde, kalabalık bir barda otuz kişinin selam vermesi hoşuma gitmiyor dersem adilik yapmış olurum. Hoşuma gidiyor, gidiyor.  Ve bu sadece ve sadece kimlikle ilintili bir şey bunu da biliyorum…

Sinan: Peki bu aslında nefret ettiğini söylediğin o biat kültürünün bir uzantısı değil mi?

Şenol Erdoğan: Yoo! Biat çok derin bir şey! Ve yani… Hımmm…  Biat… Biat çok sert tabi…

Sinan: Sonuçta “Şenol Erdoğan!”?

Ulvi: Bir pop ikon olmuyor mu diyorsun? Popüler kültürün?

Sinan: Oraya geleceğim birazdan da?

Şenol Erdoğan: Bana yada Kağan Çaydamlı’ya biat etmiyor kimse… Ama şunu da söylemeliyim bak…  Hımm… Gerçekten biaat eden insanlar da var.

Sinan: Samimi ol! Samimi ol? Çok yakın çevrende sana biat etmiş, ağzının içine bakan daha genç, birilerinin olduğunu sen de biliyorsun?

Şenol Erdoğan: Daha gençlerle beraberken… Evet…

Sinan: Çünkü aynı hamurdanız biliyorum? Tamam… Var ve kimleri kasttettiğimizi biliyoruz?

Şenol Erdoğan: Var, var! Tamam var! Kabul ediyorum! A.q! Bu herif sorgu yargıcı oldu çıktı ya!

Sinan: Sence de bu iğrenç değil mi?

Şenol Erdoğan: Hayır! Çünkü benim ondan menfaatim yok ki?

Sinan: Yapma Şenoool!

Şenol Erdoğan: Hayır, en fazla bir kadından menfaatim olabilir benim onun da benden menfaati var?

Sinan: Kıçını kaldırmak için bir menfaatin var desem Şenol?

Şenol Erdoğan: Hayır canım! O beni s.kiyorsa ben de onu s.kiyorum. Karşılıklı! Niye benim ondan bir menfaatim olsun ki? Hayır, ben ona çok iyi bir s.kiş sunuyorum!

Sinan: Hadi ya? Devam et?

Şenol Erdoğan: O da çok iyi bir s.kiş yaşıyor! Eee? O alacağını aldı!

Sinan: Ha yani, “alan memnun” ?

Ulvi: O da diyor ki arkadaşlarına, “akşam Şenol Erdoğan’la yattım”?

Şenol Erdoğan: İkisinden biri memnun olmayabilir, o da ayrı bir konu…  Marka olmak ve markayı kullanmak benim başıma çok geldi. İnternette evimin fotoğraflarını çok gördüm ben.

Sinan: Hani diyorsun ya otuz kırk kişinin seni tanıdığı bir bara girdiğinde hoşuna gidiyormuş. O bardan seninle çıkmak “bir şey” haline geliyor o kitle için?

Şenol Erdoğan: E, evet… “Bir şey”…  Ama sadece birileri için bir şey bu… Öyle büyük bir nüfüs değil. Ve bunu o nüfus farkedebilir sadece…

Sinan: Bir bardan Küçük İskender’le çıkmak gibi…  Küçük İskender’le çıkmak “bir şey”dir yani?

Şenol Erdoğan: Bizim için de o bardan Küçük İskender’le “çıkmamak” bir şeydir.

Sinan: Hayatında eşcinsel ilişkisi olmayan bir çocuk orada Küçük İskender’le çıkar ve onunla çıkmayı “bir şey” olarak görür?

Ulvi: Olabilir, Touchdown’a gittiğinde de reklamcılar için bilmem hangi büyük reklamcıyla çıkmak da “bir şey”dir?

Şenol Erdoğan: Aynı şey!

Sinan: Sonuçta Ulvi’nin az önce söylediği pop ikonların, auralarını, güçlerini kullanıp onunla bununla yatmaları kalkmaları iğrenç bir şey değil mi?

Şenol Erdoğan: Hı hı! Anladım onu…

Sinan: Bu senin reddettiğini düşündüğüm bir şey?

Şenol Erdoğan: Bir daha söyle? (Gülüyor)

Sinan:Bu senin reddettiğin bir şey olmalı diyorum?

Şenol Erdoğan: Yo yo hayır! Reddettiğimi düşündüğün şeyi bir daha söyle?

Sinan: Yani o pop ikonların auralarını kullanıp, onlara hayran bir kitlenin zaafını kullanması iğrenç bir şey değil mi sence?

Şenol Erdoğan: Kesinlikle!

Sinan: “Kesinlikle” ne Şenol? “Kesinlikle iğrenç?”, “kesinlikle iğrenç değil”?

Şenol Erdoğan: Kesinlikle iğrenç bir şey!

Sinan: Çok güzel! Aynı Şenol Erdoğan bir bara gidiyor, yirmibeş otuz tane genç çocuk var?

Ulvi: Grupileri var?

Sinan: Hah grupileri var evet! Onlardan her biri şöyle parmağını şıklatsa, oroda bile “vermeye” hazırlar! Çünkü Şenol Erdoğan “öyle bir adam ki”?

Şenol Erdoğan: Ama… Ama bir şey söyleyeceğim!

Sinan: Bir dakika! Marjinaliz ya?

Şenol Erdoğan: Hayır! Hayır! Bir şey söyleyeceğim…

Sinan: Şenol Erdoğan şöyle dedi? Bak yaaa… Çok underground ya?

Şenol Erdoğan: (Gülüyor)  Hayıııır işte bak, çarpıtacak bak şimdi!

Sinan: “Çök ve em!” der Şenol Erdoğan!? Öyle mi?

Şenol Erdoğan: Gel! Yok yanlış anlama, gel derken… (Kahkahalar)

Sinan: Ben yaparım? Sen yapabilir misin?

Şenol Erdoğan: Ben de yaparım! Çok severim emmeyi. Allen Ginsberg’in sözüdür!

Sinan: Of tamam! o kadar iğrençleşme? (Kahkahalar)

Şenol Erdoğan: Yok yahu! Allen Ginsberg’in sözüdür diyorum… Ben değil yani Allen Ginsberg öyle der.

Sinan: Yani parmağını şıklatsa Şenol Erdoğan, “eğil” dese o çocuk, kız veya oğlan eğilecek?

Şenol Erdoğan: Tam bu! Tuvalet hayatı!

Sinan: Ve bunu yapmazsa dışlanacak, aşağılanacak?

Şenol Erdoğan: Hayır o kadar değil! Yok o kadar değil!

Sinan: Bu arada istemediğin yerleri kesebiliriz?

Şenol Erdoğan: Yo yo, hiç bir yeri kesmene gerek yok! Ben sana sadece kişisel konuştum farkındaysan. Bak çok önemli, bu noktada senin bu konuşmalarının üzerine bir şey söyleyeceğim. Ben on altı-yirmi yaş arasında Şenol’ken, Akmar pasajında ve Moda iskelesinde başıma gelen şey aynıydı… Ortam da aynıydı. Tamam bak öyle bir aura oluşuyor doğru.  Kullanılır kullanılmaz onu demiyorum ama bu benim kişisel olarak hayatımda zaten hep var olan bir şeydi…

Ulvi: Ben s.kerim yani diyorsun?

“kaan bize bir şey hediye etti… kaan’ın bize hediye ettiği şey biz’dik…”

Sinan: Çok popülerdim diyorsun?

Şenol Erdoğan: Kendi içimde… Kendi kendime yani…

Sinan: Ama şimdi artık efor sarfetmeden geliyor bir şeyler?

Şenol Erdoğan: Ben efor sarfetmedim hiç?

Sinan: Yok canım, herkes bir miktar efor sarfeder?

Şenol Erdoğan: Tamam, efor sarfediyorsun… En azından bir yerden sonra sarfediyorsun (kahkahalar)

Sinan: Bir noktaya kadar sarfetmiyorsun?

Şenol Erdoğan: Bak bu noktada çok önemli bir şey söyleyeyeceğim. Şimdi Şenol Erdoğan’dan çıkıp aileye, altıkırkbeş familyasına girmem gerekiyor burada. Bak biz Kağan’lardan bir miras aldık… Bak şimdi “biz” diyorum, Kaan’lardan  diyorum…  Biz yıllardır Kaan’la birebir moda mod çalışıyoruz yayınevinde. 2005’ten beri bir Kaan var bir ben varım. “Biz Kaan’lardan bir miras aldık” dediğim şey;  “b.k b.ku kenefte bulur” dediğim nokta, yani bizim Kaan’la kanalize olma noktamız zerre kadar beni şaşırtmıyor çünkü. Yapmayı düşündüğüm şeyleri yapan birileri var. Yaşadığın şekilde ve ilerde yaşayacağın şekilde yaşayan birileri var. Senin bildiğin bir şey var: bu heriflerle işin olmaz! Bu herifler orada takılıyor ben burada takılıyorum…  Yine işin içine metafizik giriyor. Bir gün bir yerde buluşuveriyorsun.  kültür zaten öyle, yani Kaan’la Mete’nin 90’larda başlattığı Kaybedenler Kulübü” radyo programıyla  zaten ortaya çıkmış bir mit var.  Kağan bize bir şey hediye etti! Kaan’ın bize hediye ettiği şey bizdik!

Sinan: Kaç kişiydiniz o esnada?

Şenol Erdoğan: Onlar mı biz mi?

Sinan: Siz?

Şenol Erdoğan: Biz bir çeteydik… 20-25 kişilik bir çeteydik.

Sinan: Peki 25 kişi içerisinden “tanrı Kaan” niçin sana verdi hediyeyi?

Şenol Erdoğan: “tanrı Kaan” bana hiç bir şey vermedi! “Lulu diye bir kuş vardı” derdi babam, “Lulu kuşu kemikle besleniyor oğlum” derdi. “Evet baba?” derdim. “Lulu kuşu” derdi “kemiği yutmadan önce,  alıyormuş g.tüne sokuyormuş çıkarıyormuş, eğer kemik g.tüne girer ve çıkarsa kemiği yutuyormuş!”  Kaan kimseye hiç bir şey vermedi. Biz kimseden hiç bir şey almadık. Eğer o kemiği yutarsan ve sıçabilirsen bitti! Eğer o kemiği yutup sıçacak birileri vardıysa, benim on yıldır çektiğim maddi ve manevi acıları çekecek biri vardıysa (ki herkes bizi ve beni çok zengin sanır) buyursaydı da ve hala da buyursun gelsin! Biz bir üçüncü kişi, beşinci kişi, bir onuncu kişiyi de alırız, kabul ederiz. Yeter ki üretsin. Yeter ki bizimle aynı şeyleri düşünebilsin. Burada bir sorunumuz yok. Ama öyle bir kişi gelmedi. Ben geldim. Kağan kimseyi beklemiyordu. Kaan veliahtlık falan vermiyor, dağıtmıyor. Hikaye budur!

Sinan: Peki ya sen? Kime devredeceksin bu bayrağı?

Şenol Erdoğan: Henüz kimse yok. Benim Kaan abiye hep söylediğim bir şey var: O’na diyorum ki, “hani hep ihtiyarlar, yaşı daha ileri olanlar gençlerden daha önce ölür” kafası vardır ya matematiksel olarak? Diyorum ki, “sen benden daha önce öleceksin… Hani bir aksilik çıkmazsa… Bir süre sonra da ben öleceğim…” İlk inandığım şey şuydu: Kağan’a hep bunu söylemişimdir…  “Abi sen öleceksin, bu yayınevi devam edecek!” Kağan hep şunu söylerdi: “Şenol ben yirmi sene – şu an altıkırkbeş yirmibirinci yaşına doğru gidiyor, 89 da kuruldu, ilk kitabını 90’da çıkardı –  ben bi yirmi sene devam ettim, siz de bir yirmi sene devam edin. Ben bunu istiyorum.” Kaan abi hep bunu söyledi, ki bu benim için çok değerli, çok manevi bir şeydir. Arabeskleşip “Kaan benim manevi babamdır” demek istemiyorum ama, o anlamda evet Kağan benim babamdır! Ben de bu sene Kaan’a şunu söyledim: “Ya Kaan” dedim, “Ne hissediyorum biliyor musun? Sen de ölsen, ben de ölsem, biliyor musun bizimle hiç ilgisi yok bunun, bu yayınevi devam edecek” dedim.  Bir tane or..u çocuğu çıkacak “ben altıkırkbeşim lan” diyecek ve devam edecek! Bu yayınevininin kapanacağına inanmıyorum. Ve gerçekten ortadaki yirmi yıllık historyaya baktığım zaman gördüğüm şey bu! En özünde zaten bir kurum olarak tırnak içinde altıkırkbeş çok değerli insanları bünyesinde barındırmış… Onları editöryel olarak çalıştırmış, yazar olarak onlarla çalışmış. Gözden kaçan en önemli şey, 90’lı yılların en başında yerli edebiyat hiç yayınlanamazken yerli edebiyatı yayınlamaya başlamış… Adı sanı bilinmeyen insanların takır takır kitaplarını basmış bir yayınevi! Bunlar konuştuğumuz herşeyden daha önemli, bence.  Ben bunun bizim elimizde olmadığına ve bizim dışımızda bunun devam edeceğine inanıyorum. Çok önemli bir şey oluyor burada. Tolga Örnek kaybedenler klübü  diye bir film çekti bak. Çekimleri bitti, şu an montaj aşamasında. Mart ortasında gösterime girmesi planlanıyor.  On yıl süren bir sessizlik ama içten içe de hiç sessiz olmayan, ve gerçek anlamda bir mite dönüşmüş bir kültürü bir hikayeyi çekiyor Tolga Örnek. 7 tane uzun metrajı, 7 tane belgeseli ortaya koymuş bir yönetmen…  Şimdi bu, bir şeylerin bir türlü tükenmediğinin, bir şeylere hala ihtiyaç duyduğunun ve hala yeni bir şey gelmediği için de, bu ülkenin elinde hala bu kültür olduğunun göstergesi. Bu adamların artık radyo programı yapmayacağını düşünerek, bunu filme çekmekten başka çarenin olmadığının göstergesi bu… Bu adam bu kültürü bu filmle devam ettiriyor. Haa, neye yaracak? Bir uzun metraj, bir mainstream uzun metraj? Türkiye’nin her yerinde gösterime girecek bir film olmasının ötesinde neye yarayacak?  Bir kültürü, o kültürün historyasını yeniden ayağa kaldıracak. Bir zamanlar belirli bir kitlenin sadece işitsel olarak ulaşabildiği, şimdikilerin de yahu bir zamanlar böyle bir program varmış” diyerek arayıp bulmaya çalıştığı bir kültürü anlatan bir film bu…  Şimdi bu film gösterime girdiğinde ben bazı şeylerin daha fazla yerli yerine oturacağına ve yeniden de bazı şeylerin canlanacağına inanıyorum.

Sinan: altıkırkbeş bağlamında mı?

Şenol Erdoğan: Hayır… Evet! Hem evet, hem hayır! Evet altıkırkbeş bağlamında… Sonuçta çekilen Kaan Çaydamlı’nın hayatıyla Mete Avunduk’un hayatıdır aslında ama, burada önemli olan şu: Ha filmle beraber doğal olarak kaybedenler klübüyle eş zamanlı olarak bir altıkırkbeş ayağa kalkacak. Ama bu sadece altıkırkbeşi bağlamıyor. Bir dönemin ayağa kalkmasından, bir dönemin yeniden popülerleşmesinden bahsediyorum. Bu sadece altıkırkbeş’i ilgilendiren bir şey değil yani. Siren’i var, Ayrıntı’sı var… Bunların yeraltı edebiyatı var. Onlar da o kültürün uzantılarını bugüne aktaracaklar bir biçimde…  

Ulvi: Onlar da ekmek yiyecek yani?

Şenol Erdoğan: Ha, bravo! Tırnak içinde evet!

Ulvi: Sinema da yiyecek, ,müzik de yiyecek, radyoculuk da yiyecek, kitap da yiyecek?

Şenol Erdoğan: Bu filmin soundtracki hem cd hem plak olarak basılıyor abi! Yani böyle bir durum var: O dönemin müziğini de ayağa kaldıracak bir şey bu. Zaten çok güçlü olan bir dinamoyu daha güçlü ama daha güncel bir hale getirecek…  Belki biraz poplaştıracak? Ya daha şimdiden hani işte ne bileyim, bilmem ne gazetesinin bilmem ne eki, full sayfa! Bunlar zaten yeterince pop şeyler, magazinel şeyler.

Sinan: Endişendirmiyor mu bu seni?

Şenol Erdoğan: Endişelendirmiyor. Birileri küfür edecek! Onu biliyoruz, etsinler! Hep küfür ediyorlar. Küfür yüceltir

Ulvi: Kimin küfür edeceğine bağlı?

Şenol Erdoğan: Ya iki grup küfür edecek!

Ulvi: Bak ben küfür edenlerden biriyim altıkırkbeşe. Ben altıkırkbeş’le ilk tanıştığımda ne Şenol’u tanıyordum, ne Kaan’ı tanıyordum… Meteyi zaten hiç tanımadım.  Ben altıkırkbeşin fanıydım?

Şenol Erdoğan: İşte bu!

Ulvi: Okuyarak! Sonra altıkırkbeş bilim kurguları çıkarmaya başladı, ben küfür ettim! Ben küfür eden adamlardandım, tamam…  Hala bilim kurgu çıkardığı zaman küfür ediyorum, ama bu beni bozmuyor artık… altıkırkbeşle ilgili, magazin olduğunda da beni bozmayacak?

Sinan: Bir okuyucunla bu röportajı yapmak kötü bir şey tabi yani?

Şenol Erdoğan: Sen değilmisin okuyucusu?

Sinan: Hayır değilim?

Şenol Erdoğan: Nasıl yani hiç okumadın mı altıkırkbeş?

Sinan: Okumadım? Asla da okumayacağım?

Şenol Erdoğan: Poetix okumuyor musun?

Sinan: Yoo? İşim olmaz!

Şenol Erdoğan: G.tmüsün sen ya!! (Kahkahalar)

Sinan: Değiştirme konuyu! Edişelenmiyor musun?

Şenol Erdoğan: Yok! Çünkü o kadar küçük ve geçici bir şey ki o…

Sinan: Şimdi biz film çıkacak diye bu röportajı yapıyoruz mesela! Bundan nemalanmak için?

Şenol Erdoğan: Biz de film çıkacak diye kitaplar hazırlıyoruz!

Sinan: Biz de! Film çıktığında, herkes seni tanıdığı zaman ben nefret edeceğim bu röportajdan?

Şenol Erdoğan: Ha, bu arada filmde ben de varım… Röportajdan nefret edemezsin!

Sinan: İşte bu yüzden nefret edeceğim bu röportajdan?

Şenol Erdoğan: Çook güzel olacak!

Sinan: Hayır!

Şenol Erdoğan: Harikayım ama bak filmde!

Sinan: Bizim bir an önce bu röportajı koymamız lazım. Böylece “kimse tanımıyorken yaptık biz bunu” diyebilelim!

Ulvi: Ya bu arada, eskiden altıkırkbeş’te Kaan’ın yazdığı küçük küçük notlar olurdu?

Şenol Erdoğan: Şubatta kitap olarak çıkıyor ,

Ulvi: Peki niye artık kitaplarda yok?

Şenol Erdoğan: O doksan dönemi aurasıydı bitti! Yaşandı ve bitti. Kaan abiyle konuştuk bunu.  1-2 kitaba yeniden yazdı,  hatta “a.k.t.n”  adını koydu falan. Ama gerçekten o dönemi kapsayan, o dönemin ruhu ile ilintili bir durumdu bu.

Ulvi: Bitti yani, altıkırkbeşle ilgili bir şeydi ama yerine bir şey konmadı?

Şenol Erdoğan: Konmadı, dikkat edersen, arka kapak, aynı şekilde arka kapak devam ediyor dikkat edersen, o daha ağırlık buldu, işte şubatta şimdi benim, Kaan’ın, Mehmet’in, bizim Can’ın bluescu Can’ın, kitabı çıkacak.

Ulvi: Kadıköy Üçlemesi ?

Şenol Erdoğan: Kaan’ın o sezonda çok daha geniş ve kişisel toplantı notları vardı. Onları toparladık, bazıları revize edildi, ilerletildi. 93’lerden, 94’lerden beri altıkırkbeş okuyucusunun istediği bir şeydi bu. Kaan’ın k.t.n.lerini bir kitap olarak istiyor bu adamlar.

Ulvi: ben, yani, o dönemdeki herkes gibi bir altıkırkbeş kitabının önce orasına bakılırdı?

Şenol Erdoğan: Açtığımda ktn.yi okuyordum, sonra kitabı okumuyordum. Kitap önemli değildi, ardıldı yani. Önemli değildi derken, o kitaplarla ilgili basın açıklaması gibi bir yazı yazdım onu internete de verdim görmüşsündür. Orada benim dediğim bir şey var ona çok inanıyorum. Kaan’ın ktn’leriyle çok başka bir açıdan ilgileniyorum. Ben onun avantgarde  bir yazın stili olduğuna inanıyorum. Yazım şeklinden dolayı değil. Kendi edebiyatını parça parça başka büyük isimler, başka kitaplarda tefrika ettiğinden dolayı bunun avantgarde bir yayın biçimi olduğunu, bunun underground bir yayın biçimi olduğunu bildiğim hissettiğim düşündüğüm için çok fazla önemsiyorum. Bu çok önemli. Bir adam var, yazı yazıyor ama yazmakla kalmıyor, yazılarını tefrika ediyor. Tefrika etmekle kalmıyor, yazılarını kitaplarda tefrika ediyor. Bu dünyada yok! Bu avantgarde dır. Kimse de b.k yememelidir! Yani, yiyen de pisliğinden yer! O yüzden ktn.lere  saygı duyuyorum ben. O avantgarde yayın tarzı bence önemli olan, Kaan’ın ne yazdığından daha önemli…

Ulvi: Kesinlikle?

Şenol Erdoğan: Kaan’ın bireysel metinlerinden çok daha önemli olan bence bu. Orada dünyada görülmemiş bir yayın ve yazın şekli var: Bir adam metinlerini başka yazarların kitaplarında yayınlıyor… Yayınlaması da önemli değil, kabul görmüş olması yani 

Ulvi: Benim bildiğim herkes kitabı açtığında önce orasını okutuyor olması yoksa hani yazarsın kimse s.kine saymaz ayrı bir şey yani kült olmuş  olması önemli zaten?

Şenol Erdoğan: Evet aynen! Kült! uygun kelime buydu,

“hayatı özgürce yaşamaktan, o an içinden fışkırandan daha önemli olabilir ki?”

Sinan: Bütün değer yargılarıyla t.şak geçen metinleri yayınlıyorsun?

Şenol Erdoğan: Öyle mi? Hiç okumadın ama biliyorsun? Az önce altıkırkbeş ve poetix’i hiç okumadığınızı belirtmiştiniz sayın sinan!

Sinan: O başka? Herşeyle böyle t.şak geçerken yok mu senin değer verdiğin bir şeyler?

Şenol Erdoğan: Olmaz mı, var tabi canım! İnsanın bir memeli hayvan olduğu gerçeğini unutmadan, diğer memeli hayvanlarla eşdeş bir hayat yaşamamız gerektiğine inanıyorum. Günümüzde, sadece kedilerle köpeklerle yaşanabiliyor malesef. Sokaklarda daha başka hayvanların gezmesini dolaşmasını çok isterdim ama. “Kedi besliyorum”, “köpek besliyorum” cümlesinden tiksiniyorum. Onların yerine insanların “kediyle yaşıyorum” demesini bekliyorum. O bir ev arkadaşı sonuçta! Bir hayvan olduğumuz, memeli hayvan olduğumuz noktası orta birden beri benim çok ilgimi çekiyor. Hani vasıfları çok gelişmiş hayvanlar olmamız, ağaç yerine binalar yada beton kullanmamız, bunlar hiç bir şekilde evrim gerçeğini ortadan kaldıracak şeyler değil. Bizler memeli hayvanlarız ve bir şekilde bunu yadsıyoruz.  İstemiyoruz, unutuyoruz ama, ben kendi adıma bunu hiç bir zaman unutmadım. Benim en değer verdiğim şey bu…  Biliyorum böyle bir cevap beklemiyordun, ama… Budur!

Sinan: Toplumsal mesaj kısmını geçelim, şenol erdoğanın değer verdiği şeyleri merak ediyorum?

Şenol Erdoğan: önce bu!

Sinan: Tamam peki onu anladık ve not ettik?

Şenol Erdoğan: Çok dolu çok özgür bir hayat istiyorum,

Sinan: Ne kadar özgür? özgür değil misin sen şu anda?

Şenol Erdoğan: Ne kadar özgür olabilir insan ki ya?

Sinan: Daha özgür olmak istiyorsun?

Şenol Erdoğan: İnsan özgür olamaz ki diyorum.

Sinan: Ne istiyorsun?

Şenol Erdoğan: Şöyle bir hikaye anlatayım sana çok kısa: Bir arkadaşımın evini taşıyordum. Beraber, yardım ediyoruz. Çok terledim, iç çamaşırı giymeyen bir herif olduğum için öyle bir terledim ki, pantalonun şu kemer kısmı beni irite ediyor artık vıcık vıcık!

Ulvi: Bizde en son donla şarkı söylediğini hatırlıyorum?

Şenol Erdoğan: Hatırlıyorum, hatırlıyorum (kahkahalar)

Ulvi: Vardı yani iç çamaşırın?

Şenol Erdoğan: Ter içinde kalınca Melek’ten üstüme giyecek bir şey istedim. Her şey taşınmış, paketlenmiş, sadece bir elbise bulabildi, şöyle leopar desenli askılı kısa bir elbise. Giydim acaip rahatladım! Bu elbiseyle bir iki defa sokağa inip çöpü attım. Mahalle arası olduğundan sansasyon yaratmadım yani. Neyse işimiz bitti, pantalonumu giydim ama giymemle çıkartmam bir oldu. Ter ve kire karşı doğal bir tepkim var, giyilecek gibi değlidi pantalon terden falan. Çıkardım yeniden leopar desenli elbiseyi giydim. Oya ve Melek bana bakıyorlar “ne yapıyorsun sen” dercesine. Ya tamam dedim, eve böyle gideceğim. Ev dediğim de 2 sokak uzakta. Hayatımın ortasında duran iki insan bile bunu önce şaka olarak algıladı ve itiraz ettiler. Oysa acaip ciddiydim. Kıyameti kopardılar, izin vermediler. Kapıları kilitlediler falan… Giyemedim yani… Oysa ben o elbiseyle Bostancı’ya bile gidebilirdim. 

Sinan: Yoksa acaba Şenol Erdoğan’ı Şenol Erdoğan yapan bu mu? Yani, “giyerim lan ne var” diyerek insanları şaşırtıp panikletmesi ama aslında itirazları kıramıyormuş gibi yapıp, gerçekte k.çının sıkmaması?

Şenol Erdoğan: Taksim’de İndigo alt konserinde mesela pantalonumu çıkardım? İnsanlar üstüme atladı tamam mı?

Sinan: Pantalonumu çıkardım derken?

Şenol Erdoğan: İç çamaşırı giymediğim için pantalonu çıkarınca…

Sinan: Konserde?

Şenol Erdoğan: Konserde evet, ben vokaldim!

Sinan: Haa sahnedesin?

Şenol Erdoğan: Sahnedeyim tabi ya! Şimdi diyorum ki bu teatral bir şey yani? Burada bir metin var! Mikrofonu şöyle tutmakla ya da saçımı şöyle atmakla aynı şey bu yani? Sonuçta ben ortada öyle gezmiyorum? Pantalonu indirdim kaldırdım! Ama indirdiğim an ön sıradan beş kişi üstüme atladı pantalonumu geri giydirmek amacıyla! Ya da işte Karga‘daki  bir konserimizde doğaçlama esnasında ezan okuduk. Vay efendim siz nasıl ezan okursunuz?! Yaaa, dünyanın en güzel en avantgarde şeyi! Kahveden imam getirsen onun ezan olduğunu anlamaz öyle bir okuduk yani, onun ezanla mezanla alakası yok! Arkada dört tane saksafon, iki tane trombon, kopuyor ortalık! Noise! Ve ses o kadar manüplik, dejenere ki, bambaşka bir şey var ortada… Bütün bunları tek tek anlatıyorum, bilerek. Özgürlük dedik ya? Hayatı özgür yaşamaktan, o an içinden fışkıran şeyden daha önemli ne  olabilir? Hani UP dergisinin bilmem kaçıncı sayısının toplantısını yapıyoruz Shaft’ta.  Üst kattayız. “Üç tane adam biz böyle pantalonlarımızı indirdik hadi dedik oral seks yapalım!”. Yirmibeş kişi var orada! Dergi editörleri, çok baba kallaviler! Şaka sandılar! Biz oral seks yapalım deyince! Üç tane adam Shaft’ın üstünde! Ya bu adamlar eşcinsel mi? Hayır değil! Bu adamların bir kimlik sorunu mu var? Hayır yok! Bu adamların bir cinsel problemi mi var? Hayır yok! Bu üç tane adam sadece o anda bunu yapmak istedi ve hiç kimse, hiç bir güç bu adamları durduramazdı!

Sinan: Sevdiğin şey bu mu? Provakasyon mu?

Şenol Erdoğan: Provakasyon değil ki bu? Orada provoke edecek kimse yok ki?

Sinan: Bu provakasyon? Yani orada otuz tane insanın ortasında?

Şenol Erdoğan: Ortasında değil kenarındayız!

Sinan: Veya kenarında? Yaptığını hissettirmek provakasyon, başka bir şey değil! Hatta mastürbasyon bu! Sen göstermeyi seviyorsun, teşhircisin yani?

Şenol Erdoğan: Teşhirciliği mi diyorsun? Teşhirciliği seviyorum o ayrı konu, oraya geliriz.

Sinan: Bu “showun parçası” mı yani? Şenol Erdoğan’ı yapan bu mu?

Şenol Erdoğan: Hayır.

Sinan: Bunu anlamaya çalışıyorum?

Şenol Erdoğan: Bu sadece onlardan biri…  Şunu söylüyorum sana, ısrarla: Bir şekilde anlamamaya çalışsan da, asıl provakasyonu sen yapsan da…

Sinan: Şenol Erdoğan miti var?

Şenol Erdoğan: Vaaaar?

Sinan: Ve bu miti oluşturan aslında bu! “Vaay be! Şenol Erdoğan otuz kişinin ortasında erkeklere oral seks yapar!”, “Şenol Erdoğan yüz kişinin ortasında pantalonunu indirir!”… Yani bunu ancak  Şenol Erdoğan yapar! Peki Şenol Erdoğan başka ne yapar?

Şenol Erdoğan: İlk başta söyledik? İkiyüz tane kitap yayınlar… Yedi tane kitap yazmış…

Sinan: Onu geç, onu geç! O “altıkırkbeş Şenol Erdoğan”. Ben şimdi Şenol Erdoğan’ı soruyorum?

Şenol Erdoğan: Şenol Erdoğan şiir yazar, şiir yazmayı çok sever, çocukluğundan beri…

Sinan: Hayır hayır! Geç, geç!

Şenol Erdoğan: Kadınları çok sever?

Sinan: Özgürlükten söz ediyoruz Şenol! Hani “özgür ruhlu” ya Şenol Erdoğan?

Şenol Erdoğan: Alkolü, güzel kafayı çok sever?

Sinan: Başka?

Şenol Erdoğan: Hızı çok sever?

Sinan: Başka?

Şenol Erdoğan: Ağaçları, tırmanmayı çok sever?

Sinan: Bu kadar mı, özgürlük?

Şenol Erdoğan: Tırmanmayı çok sever, ağzına geleni söylemeyi çok sever, küfür etmeyi çok sever, denemeyi çok sever?

Ulvi: Kadıköy’ü sever mi?

Şenol Erdoğan: Kadıköy’ü b.k gibi sever hem de ya!

Ulvi: Biraz da Kadıköy konuşalım mı sonra?

Şenol Erdoğan: Kadıköy’ü konuşalım ya! Bu adam (Sinan) ısrarla provoke ediyor!

Sinan: Ulvii! Kaçırtma adamı! Ama sen şimdi minderi kenara çekiyorsun?

Ulvi: Ya adam söyledi her şeyi?

Sinan: Hayır, ben tatmin olmadım henüz?

Şenol Erdoğan: Tamam seni tatmin edeceğim!

Sinan: Sen beni tatmin edemezsin de…

Şenol Erdoğan: Deneriz!

Sinan: Hadi oradan! Gırgıra vurma işi, bak “özgürlük” dedik ya?

Şenol Erdoğan: Özgürlük diyoruz zaten?

Sinan: “Çok özgür olmak istiyorum” dedin ya?

Şenol Erdoğan: Evet, çok özgür olmak istiyorum?

Sinan: Şenol bana o özgürlüğü anlat o zaman? Yani ne bu? Öyle pantalonunu indirip teenage veletler gibi çükünü göstermek falan değil?

Şenol Erdoğan: Hayır istediğim yerde istediğim şeyi yapmak istiyorum! Benim için özgürlüğün tanımı budur abi! Ben çok ciddiyim!

Sinan: Bu “bana dair bir özgürlük” mü? Yani kendine dair, bireysel bir özgürlük mü?

Şenol Erdoğan: Herkese dairdir bu, ben herkesin her yerde her istediğini yapabilmesini istiyorum,

Sinan: Asıl mesele de bu zaten? Bu kadar basit yani…  Bunun sınırları?

Şenol Erdoğan: Yok! O yüzden bir sürü bardan kovuluyoruz. Mesela Küçük İskender’in şiir okuma gecelerinin birinde bir kadın… Ünlüymüş! Lale Müldür mü ne? Tanımıyoruz biz, çok kötü şiir okuyordu ama… Biz soyunup t-shirtlerimizi sahneye attık falan… Lale Müldür ağlamış, İskender kavga etmiş erkek arkadaşıyla, bize kızmış! Ne bileyim yani, bize ne kime ne? İskender’in okuma gecesine biz de gittik, biz de şiir okuduk. Mikrofonu alıp bir şey okumaktan daha özgürce ne olabilir? Yazmadığın bir şeyi yazmış gibi, ezberindeymiş gibi okumak? Mesela arkadaki bir kadını tarif ederek bir şiir yazmak? Bunu sadece o kadının bilmesi… Sonra, senin de çok iyi bildiğin gibi, o kadınla o bardan beraber çıkacak olman ve o şiiri sadece onu becerebilmek için yazmış olmak! Daha nedir ki? 120 ile giden bir arabanın el frenini çekip 8 takla atıp nehre yuvarlanmaktan daha güzel, daha özgürleştirici ne olabilir? Samsun yolunda başımıza gelen şeydi bu! Tam 120 km hızla gidiyordu araba ve arkadaki geri zekalı el frenini çektiğinde ve sekiz takla atıp bir nehre düştüğümüzde ve nehre düşünce de “aaaaa patlayacak” deyip, emniyet kemerlerimizi bir Amerikan filmi çevirircesine açıp, arabadan kendimizi nehre atmak…  Arabanın patlamayacağını bilerek salak salak gülmek… Evet abi, özgürlük çok zor bir şey değil.

Sinan: Sen mi varsın sadece?

Şenol Erdoğan: Hayır bir sürü insan var işte, el frenini çeken arka koltuktaki adamdı diyorum. Asıl hareketi o  yaptı!

Sinan: Of ondan bahsetmiyorum! Sokağa çıktığın zaman sen mi varsın sadece?

Şenol Erdoğan: Sokağa çıktığımda gözlemlediğime göre (ki çok iyi bir gözlemci olduğuma inanıyorum), tam tersi olduğuna inanıyorum… Gerçekten çok iyi bir gözlemciyim… Sadece kendi olan bir adamın, sadece kendini yaşayan bir adamın gözlem derecesinin gelişmiş olduğunu sanmıyorum… Sadece “ben” olan bir adam gözlemleyemez… Ben tam tersine, çok çok çok fazla gözlemciyim. Şehre karşı da mimariye karşı da…

“altıkırkbeş okuyunca güzel bir edebiyat, güzel bir kitap okumuş oluyorsun. güzel bir kadınla veya erkekle yatınca ne oluyorsa o oluyor…”

Sinan: Politik anlamda bir duruşun var mı?

Şenol Erdoğan: Yok! I-ıh! Hayır yok! Hiç olmadı da hatta, olmadı evet…

Sinan: Nasıl değerlendiriyorsun politik görüşü olan insanları?

Şenol Erdoğan: Fraksiyon olarak mı diyorsun? Yani zartçı zurtçu olan insanları mı?

Sinan: Zartçı zurtçu?

Şenol Erdoğan: Havanda su dövüyorlar, diye düşünüyorum, yazık onlara yani. O beyni başka bir şeye ayırsalar, başka şeyler yapsalar keşke…  Çiçek ekseler, kitap yazsalar, ne bileyim televizyon bile seyredebilirler mesela?

Sinan: Yani kendini bir davaya adamış olan insanlar konusunda ne düşündüğünü soruyorum?

Şenol Erdoğan: Politik olarak mı? Saçmalamışlar! Eğer Türkiye 80’lerinden bahsediyorsan yarısı or… çocuğu oldu, yarısı hapisanede geberdi! Demek ki bir s.kim olmuyor yani! Beni ilgilendirmiyor! Sevmiyorum ben galiba onları ya? Sadece Türkiye’de değil yani? 68 tribini de sevmiyorum ben… Yok yok, hayır, sevmiyorum, hiç birini sevmiyorum! Düşündüm de böyle bir miras bağlantı? I- ıh, bende yok! Bende yok abi.

Ulvi: Wikileks sence politik bir şey mi gündemde olduğu için? Ya da anarşist midir?

Şenol Erdoğan: Hiç bir şeyi değiştirmedi. Gözlemliyorum, hiç bir şeyi değiştirmedi dünyada. O yüzden bir anlamı yok.

Sinan: Dünyada bir şey değiştiren ne var ki zaten?

Şenol Erdoğan: Şu ana kadar mı? Ben görmedim. O yüzden hiç birinin anlamı yok dedim ya zaten? Paris’te taş atarken, ya da Chicago’da polis öldürürken…  69’da da bir şey olmadı yani? Ne bileyim?

Sinan: Ama sen yaptıklarınla bir şeyleri değiştirmeye çalışıyorsun?

Şenol Erdoğan: Neyi mesela?

Sinan: İnsanların hayatını değiştirmeye çalışıyorsun, seni okuyan insanların?

Şenol Erdoğan: Ben polise taş atmasınlar demiyorum ki? Polise taş atınca bir şey olmuyor diyorum…  Yani, polise taş atınca bir eylemi yerine getirmiş oluyorsun ama polise taş atınca sadece “polise taş atmış olursun”… Hükümet değişmiyor polise taş atınca. Bir şey olmaz ki polise taş atınca? Sadece biber gazı yersin!

Sinan: altıkırkbeş’i okuyunca ne olur?

Şenol Erdoğan: altıkırkbeş’i okumuş olursun! Kim diyor ki altıkırkbeş’i okuyunca şu olur? altıkırkbeş’i okuyunca güzel edebiyat okumuş olursun. Güzel bir kadınla yatınca, ya da güzel bir erkekle yatınca ne oluyor ki? Hani Bukowski  diyor ya?  “Hayatımın en iyi s.kişiydi” diyor. Hayatının en iyi s.kişiymiş işte! Bitti! İki hafta sonra yine söylüyor, bir karıyla daha yatıyor ve “hayatımın en iyi s.kişiydi!” diyor. Hayatının en iyi s.kişiydi işte! Hayatımın en kaliteli edebiyatını okudum. Hayatımın en iyi kitabını okudum, bir tanesini daha okudum, polise taş attım, yüzme havuzuna gittim…

Sinan: Peki yayınladığın kitap… O kitabın okunmaya başlanan ilk sayfasıyla son sayfası arasında duyulan haz…  Bu hazdan ibaret bir şey mi?

Şenol Erdoğan: Bu kişiye bağlı. Kişi aldığı hazzı nereye yönlendirir, o hazla ne yapar bilmem… Mesela V for Vendetta’nın sinemasını  yaptıklarında hissettim bunu… V’nin romanını , çizgi romanını okuduğumda “güzel” dedim…  Güzel yapmış herif,  helal olsun Moore!  Çok sevdim ve Poetix’e de koydum…  Ama filmine gittiğimde (ki gece son seansa gitmiştim Moda sinemasında) çıktığımda yok dedim, ben eve gidemem! Bir şey yapmam lazım! Ya eve gitmeyi kabul edemiyorum! V for Vendetta’yı izledikten sonra eve gidip yatmayı kabul edemiyorum. Bara gidip içmeyi de kabul edemiyorum, lumpenlik olraak algılıyorum. Lan dedim, bir şey yapmam lazım!

Sinan: Neden?

Şenol Erdoğan: Dur ona geleceğim. Elime bir taş aldım, bir binanın camından içeri geçirdim! Sonra kaçarak eve gittim! Tamam mı? Şimdi bir altıkırkbeş okuru, bir kitabı okuduğunda ister otuzbir çeksin ister sırtını dönüp uyusun, ister gitsin polis vursun, o altıkırkbeş okuruyla altıkırbeş arasında geliştirdiği şeyle ilintili bir şey…  Ben o kitabı okudum hiç bir şey hissetmedim ama o filmden çıktıktan sonra… “Sen!” dedim… “Eve gidemezsin! Bir şey yap, eve öyle git, ama bir şey yap!” dedim. Hiç bir şey yapamıyorsan bir tane binanın bütün zillerine bas, ama bir şey yap!

Sinan: Sinemanın kitaptan daha etkili olmasından mı kaynaklanıyor bu?

Şenol Erdoğan: Hayır öyle değil, görsellik beni her zaman daha çok hareket geçirmiştir…

Sinan: Ben de  senin yayınladığın bir kitabı okuyan ve senin tıpkı o sinemadan çıktıktan sonra hissettiğin sarsıntıyla çıkan adamdan bahsediyorum… Ona karşı olan hissiyatından bahsediyorum?

Şenol Erdoğan: Hımmm ona karşı hissiyatımı soruyorsun…

Sinan: İyi bir kitap iyi bir sevişme gibiir, ötesi beni ilgilendirmez diyorsun? Yani o kitabı okuduktan sonra okuyucunun ne hissedeceği ve nasıl bir eyleme kalkışacağı meselesi benim meselem değil diyorsun…

Şenol Erdoğan: Evet onu söylüyorum! Orada ben aktif olamam ki? Orada ben yokum?

Sinan: Orada bir ruh var ama sen kitabı seçerken, yayınlamayı seçerken? Bak karşımızda bin kişi var?

Şenol Erdoğan: Evet? Bin ayrı kişi, bin ayrı parmak izi, bin ayrı beyin, bin ayrı karakter, bin ayrı alım gücü, bin ayrı alım tarzı… Yani bin kişi ayrı şey alacak ondan…

Sinan: E tamam da, sen de Reşat Nuri Güntekin basmıyorsun yani?

Şenol Erdoğan: Tamam abi de yani… William Burroughs’u bastığında yada Allen Ginsberg’i bastığında da bu, bin kişinin devrim yapacağı anlamına gelmiyor?

Sinan: Onu okuyan 18 yaşındaki bir çocuğun ruh dünyasını düşün? Hayır düşünüyor musun diye soruyorum sana?

Şenol Erdoğan: Düşünüyorum ya! Düşünüyorum, düşünme noktamda da şöyle bir düşünce üretiyorum: 70 küsur milyon olduğu iddia edilen Türkiye Cumhuriyeti’nde biz bir milyon kişiysek, bu bir milyon tane salağın arasından 300 tane adamın, bir nebze de olsa daha bir ileri gittiğine, beyninin biraz daha açıldığına, bir şeyleri daha fazla sorgulayabileceğine bir şeyleri daha fazla isteyebileceğine,  ümit etmektense bir şeyler yapmanın daha doğru, bir şeyler üretmenin daha doğru olduğuna dair bir inanç geliştireceklerine ilişkin bir düşüncem var…

Sinan: Oooo? Hani sen politikayı sevmiyordun?

Şenol Erdoğan: Şimdi eee… 1999, 2000, 2002 senesinde Bahman Gobadi ,  “Kaplumbağalar da uçardı  galası için Türkiye’ye geldi. Biz de nasip kısmet oldu yani aynı masaya düştük, röportaj yapıyoruz adamla…  Kürtçe İngilizce Türkçe takılıyoruz…  Gobadi’ye “niye bu kadar politik bir film?” dedim… “O film politik değil ki” dedi…  “Bu politik bir cevap ama?” dedim… “Ben politik değilim ki?” dedi…  “Bu çok daha politik bir cevap” dedim…  “Benim politikayla işim olmaz ki” dedi, “e ama politika yapıyoruz?” dedim…  “Hayat politikadır o zaman” dedi…

Sinan: (Kahkahalar) Başka sorum yok! Sanık senindir Ulvi!

(Kahkahalar)

“80’lerin, 85’lerin Kızıltoprak hikâyelerini, 90’larda yaşadıklarımızı düşününce bugün 16. yüzyıla gittiğimizi düşünüyorum”

Ulvi: Kadıköy’ü anlatsana biraz?

Şenol Erdoğan: Abi bu adam var ya bu… (sinan) Bu felç eder adamı!

Ulvi: O ikinci şubeden geldi zaten?

Şenol Erdoğan: Bir yerden gelmiş o belli!

Sinan: Kadıköy’e girmeden önce bir şey soracağım? Seksi bir adam olduğunu düşünüyor musun?

Şenol Erdoğan: Kimin?

Sinan: Kendinin?

Şenol Erdoğan: Bedensel olarak mı?

Sinan: Genel olarak?

Şenol Erdoğan: Bedensel olarak hayır…

Sinan: Ha, ruhumla s.kerim diyorsun?

Şenol Erdoğan: Hayır konuşmaya başlayınca işler değişiyor…

Ulvi: Dilimi keserlerse iktidarsızım diyorsun yani?

Şenol Erdoğan: Konuşmak için dile gerek yok abi, başka yerlerde dile gerek var da… Bir bütün olarak kendimi algılamayı seviyorum (kahkahalar)

Sinan: Tamam sizindir?

Şenol Erdoğan: (kahkahalar) bu iyice savcıya sardı! Sizindir falan! (kahkahalar) Kadınlar bunun aksini iddia edebilir ama bu seksilik meselesi beni ilgilendirmiyor…

Sinan: “İlgilendirmiyor” derken ki haline bir bak?

Şenol Erdoğan: Hadi be sen kendi haline bak!

Ulvi: Hadi Kadıköy?

Şenol Erdoğan: Pis yargıç!

Ulvi: E hadi Kadıköy? Kadıköy de altıkırkbeş ile kült oldu çünkü, Kadıköy’ün öyle bir şeyi yoktu?

Şenol Erdoğan: Evet yoktu,

Ulvi: Hani Kadıköy’ü seven yine severdi ama Kadıköy birleştiricisi olan altıkırkbeş oldu yine?

Şenol Erdoğan: Bak ben yaşım gereği bir şeye yetişemedim, ondan dolayı hep üzülmüşümdür. Amerika’da güzel coğrafi adlandırmalar vardır ya, yukarı,aşağı, kıyı… Aslında Kadıköy tam o iş için uygun bir yer de, o adlandırmadan bi haber bir kültür olduğu için öyle adlandırılmıyor. O kültür kıyıya, Akmar tarafına düşmeden önce bu 80’ler, 85’ler ki kaaan’lar da bunun içine dahildir, Kızıltoprak’la ilgili birebir dinlediğim çok hikâye var.  O hikâyeleri dinleyip etkilenmemek mümkün değil.  Şu an 80lerin New York’unu özlemek neyse 80 lerin Kızıltoprağını 85’lerin Kızıltoprağını falan özlemek bende öyle bir şey… Yeni yeni oluşan bir kültür, yeni yeni ithal edilen bir kültür, küçük oluşumlar… Barlar cafeler yok, onun yerine çay ocakları tostçular var o zamanlar… Anlatabiliyor muyum?

Ulvi: Şimdi zaten Kadıköyün kendine özgü bir durumu var, işte Orhan Topçuoğlu da anlattı; 1960ların müziği, Kadıköy, Caddebostan, Moda… Ben o dönemi görmedim ama, benim zamanımda da işte Köhne vardı mesela… O da bir külttür ama yazılmadı çizilmedi… E işte Akmar sonraları…

Şenol Erdoğan: Akmar’la eşdeş ve Akmar’dan önce Hasır vardı… Aygırlar der bazısı, bazısı kayalıklar der…

Ulvi: Kadıköy’de altkültür oluşumu hep  vardı, ama ilk defa mı altıkırkbeş yazdı çizdi bunu ne oldu?

Şenol Erdoğan: Açığa çıktı. Aslında bak senin bahsettiğin şey çok önemli. Üzerine çok fazla konuşulması gereken bir şey. Bu alt kültür hiç yazılmadı, bizden önceki or.. çocukları sağ olsunlar hiç yazmadılar. Bizim teenage dediğimiz dönemimizde yaşamak o kadar önemli ve ağırdı ki zaten yazmak aklımızda bile yoktu. Ama bu ülkenin daha doğrusu bu şehrin alt kültürünün yazılmamışlığı en büyük kültürel suçtur abi. En azından hani 85’lerdeki Kızıltoprak oluşumundan bahsediyorum ben. O zamanlar g.tümde donla orta okula mı gidiyordum, artık nereye gidiyordum bilmiyorum…  Hadi onu geç, abi biz 90’larda öyle bir şey yaşadık ki hem Taksim’de hem Kadıköy’de; yani sana şöyle söyleyebilirim, bu ülke o dönemden nasıl geridir inanamazsın! 16.yüzyıla falan gittik abi biz! Abartıyorsam ki abartmıyorum,  ister Kadıköy olsun abi ister Taksim olsun sana bak sadece 93 ile 96 arasından bahsediyorum, bar tuvaletinde seks mi mesela? Ne kadar normal bir şey! Kimse seni rahatsız etmez! Hiç kimse dönüp sana bakmaz!  Bir barın tuvaletinde lavobaya işemek mi, bir barda oturduğun yerde yere işemek mi? Eee ne olmuş, ne var ki bunda? Abi 90larda sanıyorduk ki, “var ya ikibinler, oğluuuuum lan biz ölmezsek var ya oğlum neler olacak lan”! Bundan daha fazla ne olabilir ki, kadını tutuyorsun barda, götürüyorsun tuvalete! Geri geliyorsun, o kadın yok, sen yoksun! Masana dönüyorsun! Arkasından biranı içiyorsun. Haaa çişin geldiğinde de oturduğun yerden işiyorsun üstüne üstlük! Şimdi yaa ne bu kriter mi? Evet lan kriter a.q! Bugün g.tü yiyen biri bırak barda durduğu yerde işemeyi, gitsin lavaboya işesin ya? Biz lavaboya işemek için sıra bekliyorduk. Tuvalete işemek için değil ha! Sanıyorduk ki 2000’lerde böyle İstiklal Caddesinde, Kadıköy’de o zamanki ankesörlü telefon kulübeleri vardı ya hani kapıları kapanırdı falan, onlar gibi klübeler yapılacak… Ama filim camlı ve jeton atacaksın, yoldan geçen bir hatunu ya da adamı alacaksın götüreceksin, jetonu atacaksın  tak tuk tak tuk işi bitireceksin, çıkacaksın! Biz 2000’ler için böyle şeyler düşünüyorduk… Bunun ilerisi ancak bu olabilir diyorduk… 

Sinan: Bütün bunları yaptığınız, yapabildiğiniz yerler de belliydi ama… Gettolarda yaşıyorsunuz? Getto yaşamı bu tabii?

Şenol Erdoğan: Evet, getto!

Sinan: Şimdi bunu okuyan birisi zanneder ki, istanbul’daki herhangi bir barda bunu yapabiliyorsun! Böyle bir şey yok?

Şenol Erdoğan: Ya ama bunu okuyan herhangi biri böyle zannederse b.k yer! S.tirsin gitsin!

Sinan: O dönem için de söylüyorum? O dönemde de böyle bir şey yok? V bugün de senin onları yapabileceğin belli yerler var?

Ulvi: Yok yok! O dönemki gibi yok!

Sinan: Bak bir dakika! Bir barda, herhangi bir barda, herhangi bir kadını ya da adamı, herhangi bir şekilde alıp götüremezsin… Ha, o kadın ya da adam, senin gibi bir kadın ya da adamdır zaten. Kendin gibi insanlarla, kendin gibi insanların olduğu yerde yapabilirsin bunu?

Şenol Erdoğan: İyi de babacığım, biz de tavernaya gitmiyorduk zaten?

Sinan: E tamam dostum o zaman? Kendin gibi insanların olduğu bir mekândasın zaten?

Şenol Erdoğan: Niye tavernaya gidelim ki? Sen tavernaya gidiyor musun ki?

Sinan: Tabii? Giderim ben?

Şenol Erdoğan: Gidersin tamam da anladın mı ne demek istediğimi? Gidiyor musun? Hayır gitmiyorsun?

Sinan: Niye? Gidiyorum işte? Çünkü ben senden farklıyım?

Şenol Erdoğan: Ya yavrucuğum, ne dediğini biliyorum. Ben de giderim tavernaya, Ümit Besen’i otuz defa dinlemiş bir adamım ben yani!

Sinan: Çok küçük alanlarda çok küçük gruplarda yapabildiğiniz şeyler bunlar?

Şenol Erdoğan: Eveeeeet, artık yapamadığımız şeyler kısmından bahsediyorum!

Ulvi: Ama ben oraya katılılmıyorum. Çok küçük değildi? Bugüne göre çok küçük değildi?

Şenol Erdoğan: Abi küçüklüğü önemli değil ki, artık zaten yapamıyorsun. Mesele bu… Bak mesela köprü altı yandı… Köprü altı Kemancı da yandı. Zeki abi, Ali Poyrazoğlu Tiyatrosunun yanına taşıdı Kemancı’yı… Cumartesi gecesi orada o kadar sarhoş oluyorduk ki masaların üstüne yatıyorduk. Sabah kalkıyorduk, gidip kürt böreği alıp böyle su bardaklarında çay, Kemancı’da sabahın 9’unda, televizyonda Battal Gazi seyrediyorduk. Cüneyt Arkın. Star 1…  Şimdi  bar kapanıyor seni ordan tekmeleyerek dışarı atıyorlar. Abi 35 kişi biz barda yatıyorduk, yerde yatıyorduk! Şimdi artık bunu  yapamazsın abii! Bu bitti, bu yok artık! Ve bu politikadır abi. Bunu sana yaptırmıyorlar artık!

Sinan: Var bunu yapan çocuklar da şu anda var! Sadece senin artık bunu yapabiliten kalmadı?

Şenol Erdoğan: Nerede, nerede?

Sinan: Sen yaşlandın Şenol Erdoğan, yoksa  insanlar yaşıyorlar bunu yani, çocuklar yaşıyorlar? Her kuşak kendi marjinalliğini yaşıyor?

Şenol Erdoğan: Senin ne dediğini ben çooook çok iyi biliyorum bu bizim her gün konuştuğumuz bir şey de…

Ulvi: Böyle değil işte, böyle değil bak… (sinan’a) ağzını burnunu bükme, bana öyle yapma!

Sinan: Şu anda türkiyenin neresinde ne yapıldığını bilmiyoruz?

Ulvi: biliyoruz

Sinan: 3. Sayfa haberlerine, televizyon haberlerine bakarsan baş örtülü kadın kocasını grup sekste öldürüyor?

Şenol Erdoğan: Abi “Genetifikation” denen şeyden bahsediyorsun sen, hayır, sen kibarlaştırmadan bahsediyorsun abi.

Sinan: Kibarlaştırmadan mı bahsediyorum?

Şenol Erdoğan: Evet abi, bu kültürü kentsel olarak bazı deliklere soktular, ve bu b.ku bu deliklerde yiyebilirsin den bahsediyorsun.

Sinan: Hayır ben senin muhafazakarlaştığını düşünüyorum?

Şenol Erdoğan: Evet, o anlamda bunu kullanabilirsin.  Woodstock geri gelmeyecekse, 68 geri gelmeyecekse, 69 Chicago geri gelmeyecekse, Kara Panterler geri gelmeyecekse 85 New York punk’ı geri gelmeyecekse, 1977 İngiltere’si geri gelmeyecekse 1955 San Fransisco’su geri gelmeyecekse ve ben bunlarla beslendiğim ve bunların değerini hala bugün herhangi bir değerin karşılamadığına inandığım ve bunu bildiğim için, hala bu değerleri ayakta tutmaya çalışıyorum. Bu benim savaşım!

Sinan: Peki o zaman özgürlük anlayışını günün koşullarına göre yeniden tanımlaman gerekmez mi?

Şenol  Erdoğan: Öyle sorma, bana şunu sor: “Özgürlük anlayışını bugünün koşullarına uydurabiliyor musun?” diye sor. Hayır, uydurabiliyorum, amacım, bir barın tuvaletine işemekse, allem eder kallem eder bir barın lavabosuna işersin, ama inadın ve amacın bu olur…  Amacın bu değildi, inadın yoktu. Sadece çok spontan bir şekilde lavaboya işiyordun. Şimdi amaç ve inat edinirsen o lavaboya işiyorsun. Çok mu istedin, bir barın tuvaletinde kadın mı becermek istiyorsun? Erkek mi? Beceeeer?  Becerirsin. Tık tık tık yaparlar, tık tık yaparsın, kapıyı açarsın, sekiz kişi suratına mal mal bakar… Alırsın partnerini s.ktir olup gidersin! Mesele bu değil ki?  Dediğim şu, tık tık olmazdı, kapıyı açtığında sekiz kişi mal mal sana bakmazdı, bir güvenlik görevlisi arkandan yürümezdi, anlatabildim mi? Bu değil yani, dert bu değil… Bunların hepsini evet yaparsın, evet yapıyoruz, yapacağız, daha da değişecek, mesele bu değil… Evinde kanepede erkekle ya da kadınla yatmaktan rahatsız değilsin. Mesele bu değil. Ama sözde geliştiğini, değiştiğini düşünürken aslında bir şeyler gidiyor, alınıyor senden, mesele bu! Mesele bu! Benim derdim o, yoksa dediğin noktada evet, evet onların hepsini yapıyorum… Çok başka bir örnek vereyim dört tane daktilom var evde duruyor, daktiloyla yazıyordum, hayır yazmıyorum artık. Yazamıyorum, klavyesini bile unuttum… Anlatabildim mi? Evet bilgisayar kullanıyorum doğal olarak, evet artık mektup yazmıyorum, ama hala mektup yazıyorum! Hala mektup yazdığım insanlar var ve mektup yazmayı istiyorum, mektup yazmayı özlüyorum…  Ve evet, evet! Keşke sadece mektup yazsak diyorum ya, diyorum bunu.  E-mail atmayı yadırgamıyorum, e-mail atmıyor değilim, günde binbeşyüz tane e-mail atıyorum ama daktilomu ve mektup yazmayı özlüyorum.

Sinan: Ona bakarsan sen hala kitap basmayı da istiyorsun zaten? İnsanlar her yerde sevişebiliyorlar, eskiden legal olarak bulamadıklarından yakındığın her şeyi bulabiliyorlar da…

Şenol Erdoğan: Bulabilenler bulabiliyor, sevişebilenler sevişiyor, biz de bundan faydalanıyoruz, bunu yadırgamıyoruz, bunu yadsımıyoruz,

Sinan: Sense hala daktilonu seviyorsun? Hala mektup yazmak istiyorsun.

Şenol Erdoğan: Hayır daktilomu sevmiyorum! Kullanmıyorum ve mektup yazıyorum.

Sinan: Ama keşke daktilonu kullanabilsen değil mi?

Şenol Erdoğan: Evet, keşke, evet!

Sinan: Muhafazakarsın?

Şenol Erdoğan: Evet, bunda bir sorun yok. Eğer muhafazakarlık daktiloda mektup yazmaksa, ben hacıyım a.q! tamam yani!

Sinan: Saçların bembeyaz olacak, hala uzun saçla “ben undergroundum” diye dolanacaksın ortalıkta, ama millet orada, senin kapının arkasında düzüşecek?

Şenol Erdoğan: Peki ben niye kapının arkasında düzüşemüyorum abi?

Sinan: E o senin sorunun! Artık düzüşebilme kapasiten kalmamıştır?

Şenol Erdoğan: Hadi oradan! Sen öyle olduğunu iddia ediyorsun!

Sinan: Bilmem? Sen yakınıyorsun her yerde düzüşemiyorum diye?

Şenol Erdoğan: Lan yakınmak değil bu! Tam aksi! Bak izah ettim anlamıyorsun, hayır tam aksi! Artık her yerde düzüşebiliyorsun, düzüşebiliyoruz, sorun bu değil!

Sinan: Sorun ne o zaman?

Şenol Erdoğan: Sorun legal olan şeylerin illegal olması, illegal gözüken şeylerin legal olması.

Sinan: Buna da değişim diyorlar zaten?

Şenol Erdoğan: Değişim bu değil abi! Bu g.tüne sokulan bir şey! Bak Anavatan vardı gitti… Refah geldi gitti, DSP, SHP geldi gitti…

Sinan: Politikayla ilgilenmiyoruz ama? Görüyor musun bak?

Şenol Erdoğan: Bütün bu süreç içerisinde İstiklal Caddesinde sokakta müzik yapmak, sokak müziği yapmak yasaktı. Yasaktı! Polis sokakta müzik yapan birini gördüğü an hadi arkadaşım buradan gidin diyordu. Mukavemet edeni karakola alıyordu. Gerekirse orada dövüyordu ama yasaktı. Ne zaman bu yasak delindi biliyor musun? AKP ilk iktidar oldu, yasağı iptal etti! Sokakta içki içmeyi serbest bıraktı. İstiklal Caddesinden bahsediyorum sana sadece. Sokak müzisyenlerine enstrüman kullanma hakkını, amfi vs. kullanma hakkını verdi.

Ulvi: Metro dahil?

Şenol Erdoğan: AKP verdi bunu abi!

Sinan: Ne kadar can sıkıcı değil mi? AKP’nin vermiş olması!

Şenol Erdoğan: S.keyim tamam mı! Ben o sokakta hala müzik yapan bir or.. çocuğu varsa onun ecdadını s.keyim!

Sinan: Niiye?

Şenol Erdoğan: Niye mi abi? Sen AKP’nin verdiği izinle sokakta müzik yapmayı kabul mu ediyorsun a.q!?

Sinan: Pardon sen müzik mi yapmak istiyorsun, yoksa?

Şenol Erdoğan: Bir dakika! Sokakta müzik yapan bir insanın derdi sadece müzik yapmak değildir abicim.

Sinan: Nedir?

Şenol Erdoğan: Sokakta müzik yapan bir insanın problemi, derdi zaten sistemledir. Sokak müziği nedir abi? Ben o bağlama çalan, yanında karısı kızı olan heriflerden bahsetmiyorum. Ben siya siya band gibi replikas  gibi vakti zamanında sokakta müzik üreten ve dayak yiyen insanlardan bahsediyorum. Bir de polis dövmüyor artık abi?

Sinan: Nasıl yani?

Şenol Erdoğan: Bu adamların hepsi, polis dövmediği an müziği bıraktı! İşte, sen de diyorsun ki artık ben sokakta sevişirim! Ben sevişmiyorum abi! AKP’nin verdiği izinle ben ne müzik yaparım, ne sokakta sevişirim, ne de sokakta bira içerim abi! AKP’nin adı mühim değil, isterse ZKP olsun!

Sinan: Peki izin mekanizmasını tartışmıyoruz? Sen bunları yapmak istiyor musun istemiyor musun?

Şenol Erdoğan: Abicim yapmak istesen de istemesen de artık sana çıkarılan bir problem, sana karşı kaldırılan bir kalkan yok! Senin derdin legal olmaksa sen zaten standart bir devlet malısın!Sokak müziği rave diye bir şey var! Eğer rave’ye polis izin verirse, “rave culture” denilen şey ortadan kalkar. Çünkü “rave culture”ın ana motifi, polisin izin vermediği, iskansız mekanlarda büyük sound sistemler kurarak parti yapmaktır. Ana hedef de zaten polis oraya gelsin bassın, biz de taşlı sopalı birbirimize girelimdir. Şimdi polis gelecek bana diyecek ki, alın bu bina sizin a.q! Eeee? Siz burayı işgal edin! Eeee? Burada squat  olarak yaşayın! A.Q, polis bana burada “squat olarak yaşayabilirsin” diyorsa ben o binayı g.tüme sokayım. Ya demesine bile gerek yok, adam ne yaparsan yap ilgilenmiyor seninle!

Sinan: Bu seni bozuyor mu?

Şenol Erdoğan: Bozmaz mı yahu? Bozar tabii ki! Seni s.klemiyor lan devlet!

Sinan: Evet?

Şenol Erdoğan: Bir dakika ya! Şimdi, bir tane kadın seni s.klemiyor, bir tane adam s.klemiyor! Sence bu çok karakterli bir durum mu?

Sinan: Evet?

Şenol Erdoğan: Nasıl ya? Öyle mi?

Sinan: Evet?

Şenol Erdoğan: Ya bir tane kadına, bir tane adama ilgi duyuyorsun…

Sinan: Evet? 

Şenol Erdoğan: Ve o da seni s.klemiyor!

Sinan: Evet?

Şenol Erdoğan: Ve bu da çok karakterli?

Sinan: Şenol bu realite? Yani bugün sokaklardaki çocuklar  slogan atmaya başladığında polis yanından geçip gitse ne olacak?

Şenol Erdoğan: O polis artık polis olmayacak!

Sinan: Polis ilgilenmese,  çocuklar bağırmaya devam edecekler mi?

Şenol Erdoğan: Etmeyecekler!

Sinan: Peki amaç ne burada, yani illa karşımızda polis mi olsun?

Şeol Erdoğan: Burada sen polis stratejisini böyle buraya kadar aldın demek? Polis bir strateji geliştirdi, sen de bunu buraya kadar yuttun demektir bu. Bu kadar!

Sinan: Senin amacın ne peki bu arada? Derdin ne yani? Sokakta bağıran insan niye bağırır? Bir derdi olduğu için, derdini duyurmak için bağırır? Ve derdini duyurabiliyorsa polis te müdahale etmiyorsa bunun nesi kötü?

Şenol Erdoğan: Ha sen diyorsun ki, polisle iyi geçiniyorsak bir problem yok,

Sinan: Bak öyle bir şey demiyorum? Çarpıtma!

Şenol Erdoğan: Diyorsun? Çarpıtmıyorum!

Sinan: Diyorum ki sana, amacın derdini anlatmak değil mi? Veya özgürce yaşamak değil mi?

Şenol Erdoğan: Hayır benim derdim otoritenin anasını avradını s.kmek!

Sinan: Ha derdimiz başka?

Şenol Erdoğan: Başka tabi! Benim derdim o, başka diye bir şey yok!

Sinan : İyi de ne yapacaksın şimdi? Alanlar özgürleşiyor?

Şenol Erdoğan: Hangi alan özgür? Hangi alan özgür ya? Bana özgür bir alan göstersene? Daha geçen gün 19 yaşında bir kadın altı aylık hamileyken polis tarafından tekmelenerek öldürüldü!

Sinan: Bu politik mücadelenin sorunu Şenol, sen politikayı sevmiyorsun ki?

Şenol Erdoğan: Şimdi sen de diyorsun ki o 19 yaşındaki kadının karnındaki çocuğu geberten polis sana ses çıkarmadığında sen de rahat rahat bağır yürü git diyorsun ha?

Sinan: Tam da problemimiz burada? Ben sana soruyorum, onu mu diyorsun, bunu mu diyorsun? Özgürlük orada burada serbestçe düzüşmek değil ki?

Şenol Erdoğan: Özgürlük polisin sana izin vermesi mi, polisin sana vurmaması, gaz sıkmaması mı abi?

Sinan: Evet? evet aynen bu?

Şenol Erdoğan: Bu mu özgürlük?

Sinan: Evet?

Şenol Erdoğan: Ne yaparsan yap mı?

Sinan: Evet ne yaparsan yap?

Ulvi: Öyle bir şey yok! (Sinan’a) Göz kırpıp durma bana. Çocuğu da tahrik etme. Bir yandan da arkadaşım ne yapayım, kardeşim hatta?

Sinan: Aferin Ulvi! S.çtın içine!

Ulvi: Abi öyle olmuyor işte? Bırak, woodstock  yerine rock&coke  yapıyorsun ondan sonra? Bir halta benzemiyor?

Sinan: Herifi tam kıvama getirmişim!

Kahkahalar

Şenol Erdoğan: Oğlum bak aynen devam edebiliriz?

Sinan: Hayır gitti artık gazı kaçtı? Çok oyunbozansın Ulvi ya? Adam diyor ki ben politikayı s.klemiyorum, ondan sonra da bana üç gün önce 19 yaşında bir kadının çocuğunu düşürmesinden bahsediyor?

Şenol Erdoğan: Ama Barman Gobadi’yi sana örnek olarak verdim!

Sinan: Politikadan nefret ettiğini söylüyor ama adam dibine kadar politik?

Şenol Erdoğan: Oğluuuum politik olmamak gibi bir şans bir tercih olmadığını Barman Gobadi üzerinden örnek verdim?

Sinan: Bana böyle tatlısu yavşaklığı yapma?

Şenol Erdoğan: Lan ne tatlısuyu?

Sinan: Politikayla ilgilenme?

Şenol Erdoğan: Lan ilgilenmiyorum işte?

Sinan: İlgileniyorsun? ilgilenmesen haberin olmaz? Sokağa çıksan şuradaki yüz kişiden doksansekizi bilmiyor, şu partileri sayamaz, arka arkaya ?

Şenol Erdoğan: Politika bu mu?

Sinan: Ne yaptın sen Ulvi ya! Bir daha senin tanıdığın kimseyle konuşmayacağım?

(Kahkahalar)

Ulvi: Abi saçma sapan bir yere gidiyor, ordan bir şey çıkmayacak?

Sinan: Çıkacak? Herifin derdi özgürlük değil çünkü?

Şenol Erdoğan: Neee, peki ne?

Sinan: Herifin derdi, senin derdin kendini varlamak? ben buyum diye bir şablon çizmişsin! Bak şimdi röportajın içine edildi!

Şenol Erdoğan: Ben buyum tabi yahu! Sen de sensin! Ulvi Yaman Ulvi Yaman’cılık oynar, Şenol Erdoğan Şenol Erdoğan’cılık!

Sinan:  Gözlerin çok güzel bu arada?

Şenol Erdoğan: Biliyorum (Kahkahalar) Neyse, şey bu arada ben çok önemli bir şey sormayı unuttum! Eee, biz röportaj yapacaktık ya, ne zaman başlayacağız?

Sinan: Birazdan başlarız!

Şenol Erdoğan: Başlayalım abi dört saattir konuşuyoruz, harbi bir röportaj yapacaksak yapalım. (Kahkahalar)

“bir insanın kendi kendisiyle ters düşmesi korkutucudur. bir gün, söylediklerimle örtüşmeyen bir şeyler söylemekten ve yazmaktan çok korkarım…” 

Sinan: Ha bu arada, en sevdiğin okumaktan en zevk aldığın herif kim?

Şenol Erdoğan: Offfffff!

Ulvi: Ruj lekesi!

Şenol Erdoğan: Yerli yabancı?

Sinan: Offf dediğin kim?

Şenol Erdoğan: Lokasyona hiç girmeyeyim mi, kuramsal, edebi?

Sinan: Hayır

Şenol Erdoğan: O zaman vallahi, Ulvi’den kopya çekmedim, ama, yani çok fazla sevdiğim edebiyat var: Kurt Vonnegut  Bütün kitaplarını köpek gibi okudum, okurum, hala okuyorum! Çantamda var, ama, ciddiyim Ulvi’nin söylediğinden baz almıyorum. Hayatımda benim için, hem böyle entelektüel açıdan, hem böyle boşluk doldurması açısından hatta hani okullarda arada da söyledim ya, kitap olarak okutulması gerekiyor… Grayv Marcus’un ruj lekesi abi. Hatta şu soruyu bana şöyle de sorabilirdin, başkasının bastığı senin basmak istediğin bir kitap söyle deseydin, Ayrıntı’nın bastığı  ruj lekesi derdim yine..

Sinan: Peki bir yazar senin için ne zaman biter?

Şenol Erdoğan: Hayatı boyunca iddia ettiği yazdığı şeylerin bir gün aksini söylemeye başlarsa orada kendimi kullanılmış ve kandırılmış hissedip artık doğru bile söylese onunla olan ilintimi keserim abi!

Sinan: Peki sen bundan korkuyor musun?

Şenol Erdoğan: Korkarım.

Sinan: Yani bir gün birilerini düş kırıklığına uğratırsan?

Şenol Erdoğan: Tabi tabi tabi! Korkarım şu an bile korkuyorum. İleride daha fazla korkarım. Böyle bir cümle kurma sebebim şu. Bugüne kadar hep kitap hazırladım ama artık kendi yazdığım kitapları da çıkartacağım. O yüzden artık daha fazla korkarım… “ya sen bize böyle diyordun, ama bak böyle dedin” den korkarım. Kesinlikle korkarım ki, açıklanamaz bir nokta varsa, ya da bu karşımdaki kişi ve kişilerin algısını aşan bir şeydir ve ben doğruysam bunu anlatma yoluna giderim… Ama ben yön değiştirmişimdir, ve gerçekten de taban tabana zıttır değişimim… İşte bu s.çtığımın da resmidir… Bak orada korkarım!

Sinan: Rol model misin?

Şenol Erdoğan: Çok küçük bir kitle için, minicik bir kitle için!

Sinan: Kaç kişi vardır sence?

Şenol Erdoğan: Bilmem ama çok çok küçük! 300 kişi en fazla 300 kişidir…

Sinan: Bu çok ciddi bir rakam?

Şenol Erdoğan: Bilmiyorum. Ciddi olup olmadığını hiç düşünmedim, ama 300…  Bu rakamı rahatlıkla söyleyebilirim.

Sinan: Yani 300 kişi şenol erdoğanı izliyor? Ağzından çıkanları, yaşam biçimini, yaptıklarını?

Şenol Erdoğan: Evet evet istersen taklit ediyor bile diyebilirsin… Ama işte 300 kişidir bu sayı…

Sinan: Değil 300, 3 tane insan bile beni delirtmeye yeter de, sen kendini nasıl hissediyorsun?

Şenol Erdoğan: Çok fazla açıklama yapmak gerekiyor, çok fazla izahat gerekiyor, çok fazla rahatlatmak gerekiyor… Çünkü belli bir noktadan sonra istemsiz olarak senden yaşam koçluğu bekliyorlar. Bunu da isteyerek yapmıyorlar, farkında olmadan yapıyorlar. Benim de, Kaan’ında başında çok vardır böyle. Yayınevinde bir şey gönderiyorlar mesela ve “yayınlar mısınız?”dan önce “ne diyorsunuz?” diye gönderiyorlar… Amaçları yayınlatmak değil, fikrimizi öğrenmek..  Kaan’dan öğrendiğim bir şey hayatımı kurtardı açıkçası. Biz eleştirmen değil editörüz! İlle de eleştirmemizi istiyorsan, kişisel olarak eleştiririz ki bu da genel bir eleştiri kabulü değildir…  Türkiye’de  eleştiri mekanizması yok zaten… Eleştirdiğin zaman küfür ettin oluyor… Adı bu: küfür ettin!

Ulvi: Ya da g.t yaladın?

Şenol Erdoğan: Ha, ya da g.t yaladın, evet! Bravo! İki şık! Çok az insan gerçekten eleştri mekanızmasının ne olduğunu bilerek sana teşekkür ederim abi diyor.

Sinan: Bir metin eline geldiği zaman neye bakarsın?

Şenol Erdoğan: Ya ben o konuda çok eski ekolüm… Bir şeyi okumaya başlayabiliyorsam, rahatsız olsam bile sonrasında, sonuna kadar gidiyorum… Ama birşeyi okumaya başlayamıyorsam… Abi kitabı yada neyse metin o, onu altıya bölüyorum. Altıya bölüyorum ve bölümler halinde okuyorum. Çünkü  gitmiyor…  Ama altıya bölüp ısrarla okuyorum. Eğer bir şey ilgimi, düşüncemi değiştirirse o altıya bölme mekanizmamı değiştirirse, başa dönüp baştan sona okuyorum… Ama sonuna kadar altıya böldüğümde de bir şey düşüncemi değiştirmediyse “hayır” diyorum. Ama zaten en genel kanım şu abi ya; kısa hikayelerde de, bir romanda da, bir şiir de de, bir metni açtığımda, zaten okuyorsam öyle gidiyorum, bakıyorum dört saat olmuş ve ben hala okuyorum! Aaaa diyorum tamam ya! Okuyorum ve ben okuyorsam demek ki okunuyor. Okunabilecek bir şey bu, ama bu one in a million!

Sinan: Şair var mı okuyabildiğin?

Ulvi: Türkiyeden?

Şenol Erdoğan: Underground şairler hariç yok abi, yani benim dergide bastıklarım hariç yok…

Ulvi: Favorin var mı son sayıda?

Şenol Erdoğan: Var tabi olmaz mı, açılış şiiri abi! Çocuğun adını söyleyeyim: Çağrı Erdem. Orospu çocuğu bana bir şiir daha gönderdi bu sayıya basacağım! Bir dizeyi söylüyorum sana, ama tam  hatırlamıyorum “saçların, uzun ve kızıldı, adın nadyaydı, los angeles’taydım sabaha karşıydı, bir şişe jack bitti, o sendin ya resulallah!” (Kahkahalar)

Ulvi: Kitap nasıl satın alıyorsun sen? Adam gibi bir review falan da yok…

Şenol Erdoğan: yok çok oldu, olmuyor abi, kitap gazetesi çıkarmaya çalıştılar, kitap ekleri o konuda zaten sıçık biliyorsun, review kültürü yok, o kafa yok,

Ulvi: Bak “kitapçıya gittim, karıştırıyordum, tanrı hepimizi s.kecek lafını gördüm aldım” gibi bir şey yok?

Şenol Erdoğan: Bak o cümleden ben de alırım, o cümleyi okurum! Bu da bir açık işte. Bak çok iyi söyledin, dergide bu sayıdan itibaren böyle bir şey koymak istiyorum. Birer sayfa kitap, plak falan. Ama bunu ben yapmak istemiyorum, işte sen mesela bu kitabı yaz. Yerli yazarlara yönelmek istiyorum ama biliyorsun bütçeyi… Bu bizim üçleme adı altındaki beşlemeden sonra (ona beşinci eklendi bu arada) istiyorum ki bi yerli damarı kuralım…

Sinan: Bu işin bir hasat durumu var mı? Mesela “90 lardan bir b.k çıkmaz” dediğin gibi?

Şenol Erdoğan: Arzu “90 lardan bir b.k çıkar” noktasında şu an. Çünkü ikibinler sonrası bir b.k çıkaramıyor abi. Mesela şöyle söyleyeyim sana bizim  bir kitabımız vardı: Kadıköy Felsefesine Giriş. Sadece bu kitabın adı yüzünden bu kitap zınk diye sattı! Kitap sattıktan sonra arkadaş bu kitabı bir yayınevinden daha yayınladı, bir yayınevinden daha yayınladı, sonra para mara istemeye başlayınca her şey g.t oldu bitti! Şimdi bu arkadaş yeni yeni hikayeler göndermeye başladı. hala o kafa devam ediyor abi, kitap neydi biliyor musun, herhangi takılan bir adamın, senin benim Ulvi’nin, onun bunun yazabileceği bir kitap! “İşte otostopla Olimpos’a gittik, çadırı kurduk, arkadaş bir şeyler getirdi cigara sardık, yolda motor bozuldu, otostop çektik, motoru orada bıraktık falan, bir yere kamp kurduk iki tane karı geldi, karılarla yattık,  sabah oldu, güneş , denize çıplak girdik falan filan!” anladın mı gayet basit, sade bir dil. Biz hariç iki yayınevi bastı abi! Toplam üç yayınevinden üç baskı yaptı kitap! Bu, yazarına da bir kimlik hissettirir. Kimliği olmasa da!  Benim de bir kitabımı üç ayrı yayınevi basarsa ki bunlardan biri de altıkırkbeş’se, ben de “bir şey oldum” derim. Bak “Kadıköy Üçlemesi”nde bunu çok iyi göreceğiz. Kitaplardan biri Kaan’ın, satma derdi yok, satacak bitecek! Biliyoruz efsane olacak! Biri Mehmet’in, zaten adı var! Kaybedenler Kulübü’nün senaristi.

Ulvi: Zaten film çıkmış olacak?

Şenol Erdoğan: Oradan gider! Benim kitabım üç yüz beş yüz gider… Ve Can! Yazar değil, yazmakla ilgisi yok, bluescu! Kendi tabiriyle “ben cahil bir adamım ben blues çalarım” diyen bir herif. Bizim herifle tuttuğumuz defterler vardı.  Yaz lan dedim, takıldığımız şeyi yaz! Herifin kitabına çok güzel de bir isim bulduk: “Kadıköy Blues” Bu kitap satar abi!

Ulvi: İsmi yüz elli satar zaten?

Şenol Erdoğan: Bu kitaaaap saaataaaaar! Diyeceğim o, eskiye yönelik böyle bir arzu, böyle bir istem var abi! Kafayı bozarsan teknik olarak masaya böyle cetvelle pergelle oturursan satacak kitaplar yaparsın. Sen mesela yazan bir adamsındır. Ben sana derim ki Sinan bana 23 tane şöyle öykü yaz. Şöyle şöyle kısa öyküler yaz derim, sen de onu çok iyi yazarsın. Bu kitap satar abi, ortada böyle bir handikap var!

Sinan: Formül var yani?

Şenol Erdoğan: Bravo formül var! Hani bizim için değil genel olarak. Ben şimdi bir kitap yazıp onu bestseller yapabilirim.  Biliyorum ne yazacağımı ve nereye gitmesi gerektiğini. Kitabın isminin ne olacağını, konu başlıklarının ne olacağını! O bestseller olur ama yazma noktasında karakter devreye girer, o ayrı konu! Niye öyle bir şey yazayım lan ben?

Sinan: Benim merak ettiğim biraz şu: Her kuşağın her dönemin böyle bir dalgası vardır ya?

Şenol Erdoğan: Var tabii. Ama yerli olarak, ikibinlerde henüz öyle bir isim yok abi, yabancı olarak çıktı, kim çıktı?  Palahunik çıktı! Sadece palahunik çıktı, o kadar!

Sinan: E tamam, bitirelim artık!

Ulvi: Bitirelim.

Şenol Erdoğan: Bitirdiniz zaten a.q!

OKUYUCUYA NOT:

Şenol Erdoğan röportajı yaklaşık 6 saat süren uzun bir sohbetten çıktı. Bizimle bir su berraklığında rahat ve özgürce konuşan Şenol Erdoğan metnin hiç bir bölümünün çıkartılmasını istemedi. Konuğumuzun ifade yapısını, kişilik özelliklerini ve sohbet lezzetini bozmamak adına metni bütünüyle korumak istememize rağmen, tahmin edeceğiniz endişeler nedeniyle belirli bölümleri kesmek, kısaltmak zorunda kaldık. Argo sözcükleri daha okunabilir hale getirebileceğimiz kadar getirmeye çalıştık. (Sinan & Ulvi)

BİTTİ!

Önceki İçerikİstanbul’da Bir İtalyan
Sonraki İçerikEbruliMuharrem: Asi Ve Aşık
1966, İstanbul doğumlu. Marmara Üniversitesi, Basın-Yayın Yüksek Okulu,Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Bölümü’nden mezun oldu. Aynı üniversitenin Radyo ve Televizyon Bölümü’nde yüksek lisans yaptı ve doktora çalışmasına devam etti, tez aşamasında ayrıldı. 1984-1989 yılları arasında, bir yandan okurken bir yandan Toros Mühendislik şirketinde İthalat ve Pazarlama Müdürü olarak görev yaptı. , yine aynı yıllar arasında UNESCO’ya bağlı, kar amacı gütmeyen uluslararası programlara sahip “The Experiment In International Living in Turkey”de Program Koordinatörlüğü görevini yürüttü. 1991 yılında Şeker Sigorta’da Reorganizasyon, Pazarlama ve Reklam Müdürü olarak mesleki kariyerine başladı. 1993 yılında Oyak Sigorta’da Reklam Müdürü olarak görev aldı. Dream Design Factory’de 7 yıl Genel Koordinatörlük, (dDf'teki son 3 yılında dDf’nin yan kuruluşu olan dda, Dream Design Advertising’de Müşteri İlişkileri Direktörlüğü) Capital Events’de 2 yıl Genel Koordinatörlük görevlerinde bulundu. 2003 yılında X-event’in kurucu ortaklarından biri olarak, şirketinin genel koordinatörlük görevini üstlendi. 2005-14 yılları arasında Farkyeri Reklam Ajansının Kurucu Ortakları arasında yer aldı. Ulusal ve uluslararası müşteriler için yüzlerce başarılı projeyi hayata geçirdi.Reklamcılık ve Etkinlik Yönetimi alanlarında bir çok ödül aldı. İstanbul Modern Sanatlar Galerisi’nde Yönetim Kurulu üyesi olarak görev yaptı. Doğrudan Pazarlama İletişimcileri Derneği Genel Koordinatör olarak görev yaptı. Çeşitli kitap projelerine katkıda bulundu, çeşitli dergi ve gazetelerde yazı, araştırma ve makaleleri yayınlandı. Halen bir çok ajans ve markaya danışmanlık vermektedir. TTNet'in "Yaratıcıya Destek, Yaratıcı Ekonomiye Destek" projesinin eğitmenlerinden oldu. 2006-2011 yılları arasında Bilgi Üniversitesi, Reklamcılık Bölümü’nde, “Etkinlik Yönetimi” dersleri verdi. Fenerbahçe Kulübü, Yüksek Divan Kurulu Üyesidir Specialties: Advertising, Event Management and Marketing, Special Project