“Susmakla başlayan tüm eylemlerimiz daha da derinleşen bir susmakla bitiyor”; çünkü yerleyeksan olan ne varsa elimizle toplamaya çalıştığımız, evlerimizin kapısında asılı. Kırık, kırgın ve hüzünlü. İnsanın kendisini korunaklı hissettiği evi sahiden duvarlarıyla güçlü, pencereleriyle aydınlık mıdır? En sevdiğini bir pencere kenarında onun hatırasına incelikle bir türküyle bekleyen insanın kartondan mıdır hayalleri? Yerinden yurdundan edilenlerin özlemi, ruhuna ve kalbine sürgün olanların, babasına hasret kalanların, aşkların, ölümlerin ardına düşen Ay, bir dilim gecenin ucundan seslenir, bir düşe ışık olur:
“…İç denizindeyim tüm iç denizlerin. Sırtüstü yatıp Ay’ın suyunda, ellerimi yastık yapıp başımın ardında birleştiriyorum, çarşaf gibi örtüyor üstümü ışıltılı su. O anda görüyorum parıltısı suda dalgalanan Ay’ı tepemde. Aldandığımı anlıyorum. Hiç üzülmüyorum ama. Uzanmışım Ay’ın aynasında, buradan, altımda serilen karanlık dünyadaki tüm denizlere düşmüş Ay’ın yansısı içinde yitiyorum.”
* * *
M. Özgür Mutlu, Karton Ev kitabındaki öyküleriyle bizi kapattığımız pencerelerimizden bakmaya zorluyor; olan biteni görmemiz, yeniden ve yeniden yaptığımız karton evlerimize bir de dışarıdan bakmamız için… İnsanlığın kıyıya vurdurduğu hayatlardan, “öteki” kılınan insanlardan, tünellerden ışığa ulaşmak isteyen gelecek kaygılarından, ölümlerden, özlemlerden, korkulardan, yalnızlıklardan haberimiz olsun diye, dilinin ve kaleminin sağlamlığıyla cümleleri birbiri ardına ekliyor. Bir de Ay’ı ekliyor, umuda aydınlık olsun diye. Biz, Karton Ev üzerine konuştuk. Keyifli okumalar…
Röportaj: Funda Dörtkaş
Funda Dörtkaş: Kitabın adıyla başlamak isterim. Kitabınızdaki öyküleri kapsayan “ev” imgesi, duvarları, sınırları, odaları ve kapıları ile insanı tanımlayan bir gerçekliğe sahip. Yaşamın içinde kimi zaman çok farkında olmadığımız bu gizil mekan üzerinden hayatı anlatırken, “karton ev”, gördüğümüz lakin ses etmediklerimizi mi çerçeveliyor? Yani bir dokunsak yıkılacak her şeyi?
M. Özgür Mutlu: Karton Ev imgesi bir buçuk yaşındaki oğlum için kesip biçerek yaptığım bir karton evden çıktı. Bu oyuncağı çok sevmiş ve uzun süre içine girip çıkıp oynamıştı. Bir yandan oğlumla oynarken, onunla yaşantımın en mutlu anlarını geçirirken diğer yandan sosyal medyadan haber yağıyor, televizyonlar son dakikalar, flaş haberler geçiyor. Görüyoruz, bombalanan köyler, yıkılmış evler, yaralı ve ölü çocuklar, mülteci haline gelmiş insanlar. Sonra yemeğe oturuyoruz. Herkes gibi, herkes kadar mutlu, huzurlu bir gün yaşamaya çalışıyoruz. Yemekten sonra yeni haberler, batan tekneler, öldürenlerin ve ölenlerin kimliklerine göre şekillenen haberler, yorumlar, kınamalar. Evde rahatız ama şimdilik. Çay içiyoruz, ne yapalım, çerez falan. Sonra insanları görüyoruz, konuşuyorlar, turizmin içine ettiler, köşe başlarındaki bu kir içindeki insanlardan korkuyorum, pis kokuyorlar, gitsinler savaşsınlar canım, elleri kolları tutuyor, bizim günahımız ne onların yükünü taşıyoruz, öfkemizi gerçek sorumlular yerine yine en savunmasız ve zavallı olan kesime yöneltiyoruz. Evimizdeyiz tabii, uykumuz da geliyor, tatlı bir yorgunluk üstümüzde. Yarın işe de gidilecek, ne yapalım yatıp uyuyoruz. Uykumuzda belki çocukluğumuzda sahip olduğumuz karton evi görüyoruz. Ev hala yıkılmamış. Onu ayakta tutan şey çocuk hayallerimiz, saflığımız. Oysa büyük bir hızla eritiliyor bu hayaller. Kabullenmek istemiyoruz ama yaşadığımız coğrafya ve dönem itibariyle evlerimiz her an karton bir eve dönüşebilir ve o evi ne hayallerimiz kurtarabilir ne de artık çamura bulanmış saflığımız.
Funda Dörtkaş: Tıpkı Ay’ın Düşü gibi, içinde yaşayıp giderken sanki öznesi olmadığımız ve fakat o akışkanlığın sonunda içimize çöken karanlık yüzünden mi hayret edemeyişlerimiz? Yaşadığımız dünyanın karanlığını aydınlatmak için ayın düşü yetecek mi sahiden?
M. Özgür Mutlu: Büyürken hayatın bize yaptığı en büyük kötülük şaşırma yetilerimizi törpülemesidir bana kalırsa. Bu törpülenme sadece çocukluktan yetişkinliğe adım atarken değil, hayat boyu devam ediyor. İçinde yaşadığımız toplum, çevrili olduğumuz medya, bize hayrete düşmeyi, şaşkınlığı, dumura uğramayı yasaklıyor. Bu yetilerini kaybetmiş insan topluluğundan ne büyük sanatçılar çıkabilir ne de bilim insanları. Yaratıcılığı tetikleyen şeylerden birisidir çünkü hayret etmek. Oysa çoğumuz günlük hayatlarımız içinde şaşkınlığa kapılabileceğimiz kanalları kapatarak, neredeyse robotlaşmış bir canlı türüne dönüştük. Daha da kötüsü iktidar, medya ve toplum neye şaşırıp şaşırmayacağımızı belirleyebiliyor. Algılarımıza yapılan sayısız müdahale sayesinde bir çeşit körlük yaşıyoruz. Örneğin Bağdat’ta bir bomba patlayıp iki yüz kişi öldüğünde şaşırmıyoruz ya da dün söylediklerini bugün eğip büken ve tam tersini iddia eden, zeytinyağı gibi üste çıkıp suçlarını birtakım başka insanlar ya da gruplar üzerine atıverenlerin maharetine hayret etmiyoruz. Ama ön patileri üzerinde yürüyen yavru kediye pekâlâ şaşırıp bir anda viral bir hale sokabiliyoruz. Körleşmeyenler, Saramago’nun “Körlük” romanındaki Doktor’un Karısı gibi körlerden çok daha büyük bir dehşet yaşıyorlar. Normalleşme kavramı da çok saptırılmış bir ifade günümüz toplumunda. Hatırlarsanız birkaç ay önce Atatürk Havalimanı’ndaki canlı bomba saldırısının ardından uçuşlar birkaç gün içinde başlamıştı; henüz tavandaki kan lekeleri ve insan parçaları temizlenmemişti bile. Bunun adı normalleşme oldu. Elbette infiale kapılıp biz de şiddete sarmalına kapılalım ya da korkuyla sinip evlerimizden çıkmayalım demiyorum ama normalleşmenin karşılığı da unutuvermek, umursamamak olmamalı. Biraz normalleşmemeye ihtiyacımız var. Öykü işte bu köreltilen şaşırma yetimizi bize geri kazandıran, en azından etrafımıza örülen duvarda ufak da olsa bir gedik açabilen bir tür. Bunu sanatın her dalı yapabilir fakat öykü işlevsel olarak şaşırtma gücüne daha çok sahip. Öykü sadece bu yüzden bile muhalif bir tür sayılabilir. Biz unutuyoruz, normalleşiyoruz, şaşırmıyoruz; öykü hatırlatıyor, tedirgin ediyor, hayrete düşürüyor. Bu kapsamda bakıldığında edebiyatın toplumda neden ilgi görmediği de anlaşılıyor; birbirinin tuzağına düşen bir kısır döngü içindeyiz. Ancak ilk başta çiçeğin açışına, rüzgârın esişine, bir çocuğun büyüyüşüne hayret edip, sonra dünyadaki haksızlıklara ve zulümlere şaşırarak daha iyi bir geleceğe dair hayal kurabiliriz.
Funda Dörtkaş: Öykülerinizde okura usulca sesleniyorsunuz. Bu sesleniş, farklı okurlarınızın hayat deneyimleri üzerinden sadece empati yapmalarını istemek değil. Hissetmelerini veya en azından duyumsamalarını sağlama arayışı gibi. Bir öyküyü anlatılabilir kılan sizce tıpkı Baba Yarısı öyküsünde öykünün kahramanı çocuğun dediği gibi bütün kapıları açacak anahtarın sabrı mı?
M. Özgür Mutlu: Usulca seslenmekten anladığım okurun gözüne sokmamak. Mümkün olduğunca anlatmak istediklerimi sezdirmeye çalışıyorum. Schnurre’nin dediği gibi kısa öykü yazarı için ima etmek, açıklamaktan çok daha önemlidir. Hem de usulca seslenmek bazen daha dikkat çekicidir. Bağırarak konuşan insanların içinde fısıldayan birinin ne söylediğini daha çok merak ederiz. Hatta bu fısıltıyı bağıran birine karşı kullanırsanız onun da sesinin alçaldığını görürsünüz. Proust ise Okuma Üzerine’de yazarın nihai çabasının bizi evren karşısında meraksız bırakan çirkinlik ve anlamsızlık perdesini bizim için ancak kısmen aralamaya varmasıdır, der. Yani yazar o perdeyi okur için sonuna kadar açmamalı, sadece aralayıp ışığın içeriyi bir nebze aydınlatmasını sağlamadır. Bu da usulca yapılabilen bir eylemdir.
Okura hissettirme ve duyumsatma konusuna gelince, açık konuşmak gerekirse bazen yazarken ve kurgularken kurallara uygun olarak, mekanik bir iş yaptığımı düşündüğüm oluyor. Bazı öyküler yazıldıktan sonra üzerinde çalışılan ve rötuşlanan kil hamurlarına dönüşüyor. Burada samimiyeti yakalamak bazen zor olabiliyor. Bunu önlemek için geçerli bir yöntemin, en azından kendi adıma, yazdıklarımı bir kenara bırakıp bir süre metinden uzaklaşmayı, yabancılaşmayı beklemek olduğunu söyleyebilirim. Öykü tekrar ele alındığında yaşanan bu uzaklaşma metni duygu ve samimiyet yönünde test edeceği gibi, yazılanların niteliği, yapılan hataların daha net görülmesi için de bir fırsat tanıyor.
Funda Dörtkaş: “Hayatımız bilmemekle bağlı, dünyada bilmemekle sınandığımız doğru…” Böyleyse kendi elimizle kurduğumuz, korunaklı sandığımız karton evlerimizin kaderi neden hep ilk rüzgarda yıkılmak oluyor? İnsan ruhunun göçebeliği hangi anlatının suskunluğunda dinlenir sizce? Öykü, roman, şiir?
M. Özgür Mutlu: Öykünün suskunluğu geveze bir suskunluktur bana kalırsa. O kadar gevezedir ki bıraktığı boşluğa ya da okunup bitirildiğinde yarattığı çarpıcı etkinin de eklendiği yoksunluk hissine dünya kadar hayal ve düşünce sığabilir. Çünkü her okurun elinde tamamlandıkça, dolduruldukça genişler bu anlam derinliği ve boşluk. Yazılanlar sadece yazılmayanlara işaret etmek içindir.Hasan Ali Toptaş hikâye dediğimiz şey kelime kusarak değil, kelime yutarak yazılır, diyor. Yuttuğumuz kelimeler, cümleler öyküyü yazınsal anlamda zengin kılar. Bu anlamda öykünün çağımız özelliklerine en çok uyan edebi tür olduğunu düşünüyorum. Özellikle kısa oluşu ve bu sayede hızlı oluşu onu güçlü kılar. Günümüzde her şey eskiye nazaran hızlı, yollar daha hızlı alınıyor, internet hızı düşükse kahroluyoruz, haberlere hızla ulaşıyoruz, aynı zamanda hızla gerçek olmayan, çarpıtılmış haberlerle çevreleniyor, hızla yozlaşıyor, hızla ölüyoruz da. Aydın Şimşek’in Bebek Patikleri kitabında yaptığı tanımlamalar çok güzel: “Kısa öykü hızın önerdiği ya da küreselleşmenin geçerli saydığı şeye aynı hızla saldırıyor, üstelik gücünü saldırdığının içeriğinden alıyor. Yani hızdan.” Dikkat çekici olan şey şu ki buna rağmen hızlı bir tüketim metasına dönüşmüyor öykü. Bir romana göre daha hızlıca okuyabilirsiniz öyküyü -sıra beklerken, otobüste giderken, bir kahve içerken- ama aynı hızda sindiremezsiniz; gücü burada. Ve öykü karton evlerin yıkılışını göstermek zorundadır, insanın acılarına, kederine, yalnızlığına içkindir; çünkü bunların içinden doğar, bireyin oluşumuyla koşuttur.
Funda Dörtkaş: Öteki olana ait tahayyülümüz neden hep kederli? İki Yüz Kırk Beş Basamak öyküsündeki Banu mesela? Bekçi Osman kendi içinde öteki. Banu’nun hayatına merdiven sayarken olmadığı bir kahraman gibi hissetmesini geçirecek hangi güçlü duygu vardır hayatın içinde?
M. Özgür Mutlu: Öteki olmak kederli bir varoluştur gerçekten. Kahramanlar zaten başlı başına ötekidirler. Süper kahramanlar önce giysileriyle ayrılırlar bizden, pelerinleri, gözlükleri. Benim öykümde ise bekçi üniformasıyla. Yüzlerini görmeyiz çoğunun, göstermek istemezler, yalnızdırlar. Bunlar olumlu anlam yüklediğimiz ötekiler. Biz kimilerini öteki olarak görürken kendi ötekiliğimizin ne kadar farkındayız bilmem. Toplumda herkesin birbirini öteki olarak yaftaladığı ise artık yadsınamaz bir gerçek. Politikacıların uzlaşmaz, küfürlü, ayrıştırıcı dili, kaşınan hassasiyetler,provokasyonlar bizi bir ötekiler toplumuna dönüştürdü. Otobüste yanımıza oturana, apartmana yeni taşınana, hatta yıllardır tanıdığımız insanlara kuşkuyla bakar olduk. Ötekileştirdiğimiz ölçüde de ötekileşiyoruz. O kadar kolay ki, ters ve kınayan bir bakış, alaycı bir gülüş, sinirli bir küfür anında ötekileştirmeye yetiyor. Bu bir kültür ve iklim durumu sanki. Her şeyden önce dilimize yerleşmiş ayrıştırıcı ifadeler. En tehlikelisi de bunu çoğu kez farkına varmadan yapıyor ve durumun yerleşmesine, kökleşmesine katkıda bulunuyor, en azından yadsıyamıyoruz. Dervişin fikri neyse zikri de odur denir ya. Cinsiyetçi fıkralar, bir halkı aşağılayan ifadeler, kalıplar, küfürler… Çoğu insan Çingene, Ermeni, karı gibi, ibne vb. ifadeleri bir alışkanlık halinde kullanıyor; hani çocuğuna bile çingenelik etme diyor; çocuğun dilini ve zihniyetinizehirleyip şekillendiriyor böylece. Sahip olduğumuz dilin niteliği bizim düşünce, algılama, yargıda bulunma şeklimizi etkiliyor. Kelimelere yüklediğimiz anlamlar kadar geniş ya da dar dünyamız. Nermi Uygur Dilin Gücü’nde dil bir bakış, görmede bir tutum, belli bir algılama biçimidir ve dilim düşüncemi, düşüncem de dilimi yoğuruyor, der. Dilin söylemdeki kirliliğinden temizlenmek aslında değişmek demektir, her anlamda. Bu yüzden dilden başlamak zorundayız öncelikle ötekileştirmeye son vermek istiyorsak. Evet, önce kendimizden başlamalıyız temizlenmeye. Böylece “öteki”ler kaybolur ve biz de bir başkası için öteki olmayız. Bir diğer boyutu ise gördüğüne inanmamak Ulus Baker’in deyimiyle. Bu söz her şey için geçerli tabii. Fakat ötekiler üretmeye çalışan siyasete, pompalanan düşmanlığa, ulusal ve evrensel anlamda karşı durmak, verilenlere, gösterilenlere inanmamak gerekir, bunun için mücadele etmek.
Funda Dörtkaş: Öykülerinizin sonunda, öyküdeki karakterler hakkında kesin olarak “kötü”, “iyi” ayrımını engelleyen bir ince çizgi var. Karakterlerin yaşadıkları bizatihi hayatın onları konumlandırışı ile ilgili. Karakterler hakkındaki yorumu veyahut kararı okura bırakmanızın nedeni hayalin hayatı affetmesi sebebiyle mi?
M. Özgür Mutlu: Karakterler sadece iyi veya kötü değil çünkü biz de değiliz. Hiçbirimiz bir Prens Mişkin değiliz. Üzerinde sadece iyi veya sadece kötü nitelikleri toplayan kimse yok. Sadece koşullara göre bazen iyi yanlarımızı, bazen kötü yanlarımızı su üstüne çıkarıyoruz. Albert Camus 1957 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü aldıktan sonra yaptığı konuşmada, Sanatçı kesin yargılar verse iyi ile kötü arasında gerçeği, farksız bölmüş olacaktır, melodram yapacaktır. Oysa aksine sanatın amacı kanunlaştırmak ya da hükmetmek değil, her şeyden önce anlamaktır, diyor. Benim çabamda çoğu kez kurguyu ileriye taşıyan karakteri anlamak, neler yapardı, neler söylerdi, nasıl davranırdı. Ben olsam değil, o olduğu için’e dayalı sorular sormak gerekli. Karaktere zaten kendi ağzına yakışmayan bir söz söyletmek, yapmayacağı bir hareket yaptırmak metnin çöküşüne yol açar, bunun için iyiliği ve kötülüğü kendi içinde var etmeli. Yazarın karaktere sahip olamayacağı nitelikler yüklemesi onu bir karikatüre dönüştürür diye düşünüyorum. Ve yine karakterin durumu ve hayat içinde konumlanışları açısından da kurgunun geri kalanında olduğu gibi okura bir serbestlik vermek, düşünmesi ve karara varması ya da kafasında bir tekinsizlik alanı olarak kalması daha doğru bir yaklaşım öykü adına.
Funda Dörtkaş: Solus öyküsü, “kaybetmiş” bir ruhun, çiçekbozuğu izleri olan birinden af edilme umuduyla sonlanıyor. Çiçekbozuğu izleri olan o adam hayatı imliyorsa, öyküde bize sorduğunuz soruyu size sormak isterim: “hayat sıkıcı bir dans dersi mi, ayakların nereye, nasıl, hangi sırayla basılması gerektiğini öğrenip uyguladığımız?”
M. Özgür Mutlu: Hayat üzerine büyük laflar etmek, neden bu gezegende olduğumuzu ve birbirimizi boğduğumuzu çözdüğümü iddia etmek benim açımdan pek mümkün olmadı. Bu yüzden sorular sormakla yetiniyorum galiba. Okura yönelttiğim o sorulara ben de cevap arıyorum bir yandan. Sürekli değişken cevaplarla uğraştığım da oluyor. Ama bu sorunun cevabı sanırım evet, pratikte öyle. Dans etmeyi pek beceremem. Dansçı olmak isterdim. Dans edenlerin vücut rahatlığı, esnekliği, ritim duyguları, kendilerini müziğe rahatça bırakabilmeleri beni kıskandırır. Kimisi vardır, müziği duyunca kendini ortaya atıverir, dans etmeyi beceremese de -ayaklarını nereye, nasıl, hangi sırayla koyacağını bilmeden- gönlünce dans eder; bir süre sonra kimse de yadırgamaz onun garip hareketlerini. Bense utanırım, düğünlerde oynarken dahi kıvırtamam. Bu katılık beni bazen düşündürür. Hayatı, dansın kurallarını bilmese de kafasına göre dağıtan insan rahatlığıyla yaşamanın güzel sonuçlar vereceğini düşünüyorum. Ama buna imkân tanımıyorlar. Kalıpların dışına çıktığımız anda en hafifinden tahtamız eksik ya da ahlak yoksunu ilan ediliyoruz. Çoğu kez Solus öyküsünde olduğu gibi kendimiz gibi öğretilmiş hayatları yaşayan, aynı yolun yolcusu insanlarla aramızdaki kavganın da tasarlanmış, suni olduğunu düşünüyorum. Bu kavgayı, ayrışmayı din, mezhep, ırk, politik görüş, cinsel tercih, takım taraftarlığı üzerinden kolayca alevlendirmek mümkün oluyor içinde yaşadığımız toplumda. Zaten sınav, okul, işsizlik, iş bulma, evlilik, çocuk yapma, ikinci ve üçüncü çocuğu yapma, yaşlanıp çocuklarına da aynı yolu yürümelerinde diretme ve ölme şeklinde teşekkül eden hayatın içinde çırpınırken bir de toplumsal, politik ve ekonomik çıkmazlarla örülen hayat hiç de çekilecek gibi değil. Aslında günlük hayatımda bu kadar karamsar ve depresif olmasam da bu durum yazdıklarıma doğrudan yansıyor. Elbette bu saydıklarımdan ibaret değil hayat ama bazen tahammül etmek zor oluyor. Bilmem büyük laflar etmem deyip büyük laflar ettim mi?
Funda Dörtkaş: Borges Sonsuz Gül kitabında “Gökyüzü boşa değişir durur. Herkesin payına düşen yolculuk önceden belirlenmiştir.” der. Cenaze Arabası öyküsündeki gibi, birbirimize yaptığımız kötülükler, muktedir olanın utkusuyla görmezden gelinirken, payımıza düşen önceden belirlenmiş yolculuklarımızı hangi gökyüzünün altında saklayacağız?
M. Özgür Mutlu: Bu kaderci bir yaklaşım. Hepimizin payında mutlaka bir yolculuk olduğuna eminim ama önceden belirlenip belirlenmediği konusunda şüpheliyim. Borges’in aynı kitapta “Ama gidilecek daha çok yol olduğunu ve her şeyin / eşyanın sonsuzluğu olduğunu görüyorum,” dizeleri de vardır. Değişimleri içindeyken görebilmek pek mümkün olmuyor tabii. Birçok devri yıllar sonra doğru değerlendirip neler olduğunu anlamlandırmaya ve tarihsel bağlamına oturtmaya çalışıyoruz. O devirlere, olaylara isim veriyoruz. Şimdi de yolculuğumuz ne tarafa pek kestiremiyoruz. Güçlü tahminlerimiz var ama ne olacağını bilmiyoruz. Kendi kişisel tarihimiz için de geçerli bu. Gelip gittiğimiz yolları, yaptığımız yolculukları üzerinden zaman geçtikten sonra, aylar yıllar bizi değiştirdikten sonra anlayabiliyoruz çoğu kez. Dahası UrsulaK. LeGuin’in dediği gibi gerçek yolculuk geri dönüştür. Bazen geri dönerken buluyoruz kendimizi, toplayıp getirdiklerimizle, yolun bize kattıklarıyla yolculuğumuzu anlamlı kılabiliyoruz.Ama her şeye rağmen yolda olmak güzel. Durmak bir potansiyel enerjiyken yolda olmak bu potansiyeli kullanmak, onu devindirmek oluyor. Yolun nerede sonlanacağı bilinmez ama yolculuğun bir parçası olmak evde oturmaktan iyidir.
Funda Dörtkaş: Öykülerinizde erkek karakterlerin yoğun olduğunu söylemek mümkün. Daha doğru bir ifadeyle erkek karakterlerinizi daha detaylı anlatmışsınız. Bu bir tercih mi?
M. Özgür Mutlu: Bir tercih olduğu kesin ama üzerinde çok fazla düşünülmüş ve temeli olan bir tercih değil. Ancak daha çok kadın karakter yazmak istiyorum. Aslında bazen yazarken karakterin kadın ya da erkek oluşunu bile düşünmediğim oluyor. Bu da bir eksiklik ya da hata belki. Bir de bazen bakıyorum kadın olarak düşlediğim karakter, öyküyü tekrar okuduğumda bir erkek de olabilirmiş gibi geliyor. Onun kadınlığı ya da erkekliğinin pek de önemi olmadığını görüyorum. Bunlardan bir tanesi örneğin Karton Ev’deki “Rahat” öyküsünün anlatıcısı. Bu karakter bir kadın karakter, yazarken de bunu biliyordum. Fakat öykü bittikten sonra okuyunca onun kadın mı erkek mi olduğunun belirginleşmediğini gördüm. Bunlar tabii münferit örnekler. Elbette İki Yüz Kırk Beş Basamak gibi öykülerde cinsiyetlerin belirgin olması gerekiyor çünkü zaten kurgu bu ayrım ve çelişki üzerine kurulu. Karakterlerin cinsiyetleri işte kurgunun gerektirdiği şekilde belirleniyor. Tabii erkek karakterlerin bakış açısıyla hikâyeyi anlatmak yazar olarak benim de daha rahatlıkla uygulayabildiğim bir durum sanırım.
Funda Dörtkaş: Kiralık Mezar ve Vukuat Mirzat öykülerinizi birbirine yakınlaştıran hayat; yani yaşarken içine hapsolduğumuz mezarlar ve bir hapishanenin duvarlarındaki sınırlar kurcalamadığımız sürece her şeyi yolunda mı gösterir? Sözcükleri saklı oldukları mezarlardan çıkarmanız kendinize ait hangi sınırı kaldırmak için?
M. Özgür Mutlu: Julius Fucik. Çek bir gazeteci, komünist. Çekoslovakya’nın Naziler tarafından işgalinden sonra 1942’de tutuklanıyor ve ağır işkencelerden geçirilerek hapse atılıyor. Rejimin zalimliğini ve öldürüleceğini ya da idam edileceğini biliyor. Yani her gününü dayak, kötü muameleyle ve ölümü bekleyerek geçiriyor. 18 ay sonra infaz ediliyor. Bu süre zarfında Fucik birkaç Çek gardiyanın yardımıyla kalem kâğıda ulaşıyor ve yazıyor. Gözlerinizin önüne o ortamı bir getirmeye çalışın, filmlerde görmüşüzdür, pis, insanlık onuruna yakışmayan bir hücre, sert ve acımasız gardiyanlar, SS subayları, insanın ruhuna kasavet çöktürmek için tüm şartlar uygun. Fakat Fucik umutsuzluğa kapılmıyor, öleceğini biliyor ama geleceğe, hayata inanıyor. Bu inancını ve umudunu belki de yazmak sayesinde daha diri tutabiliyor. Kendini ve mücadelesinin haklılığını anlatıyor, o dönemi bize edebi bir incelikle anlatıyor ve dönemin iyi yürekli, inanmış insanlarıyla, kötü yürekli karanlık insanlarının portrelerini çizerek bize çok önemli bir belge niteliğinde eser bırakıyor. Yine Çek gardiyanlar sayesinde yazıları hapishane dışına kaçırılıyor ve günümüze ulaşıyor: Darağacından Notlar. Yani insan fiziksel olarak kuşatılmışken de sınırları aşabiliyor.
Fiziki sınırlarla olduğu kadar görünmeyen fakat zaman zaman hissedilen sınırlarla da çevriliyiz. Bu sınırlarla uğraşmak daha bir çetrefilli çünkü çoğu kez o sınırların farkına varmadan yaşıyoruz ve kendi sınırlarımızı aşmak için önce onları keşfetmeye ihtiyacımız var. Bu sınırlar en çok toplumsal yaşantıda tezahür etse de aslında daha büyük sınırlara ulaşmamızı da engelleyecek bir nitelik sergiliyorlar. Yani örneğin Anadolu’nun bir kasabasında bir kadın gece yalnız başına sokağa çıkamıyor, sınırını biliyor, hissediyor, çıkarsa tecavüze uğrayabilir ya da adı orospuya çıkar ve kocası veya babası tarafından katledilebilir. Vardığı sonuç erkeklerden korkulur, yalnız sokağa çıkmamam gerek; işte bu sonuç daha büyük bir sınıra (insan hakları, din, eşitlik, özgürlük, vb.) dayanıyor ki oraya fikren ulaşamıyoruz zaten.Katmanlaşmış sınırların arasında çaresizlik yaşıyoruz. İşi gücü, iyi bir geliri olan ve büyük kentlerde yaşayan insanların durumu da farklı değil. Görünmez sınırlarımız yakınlarımıza sevgimizi koşulsuzca göstermemizi, bir sokak hayvanına merhametli davranmamızı, hata yapmamızı, hatta aptallık etmemizidahi engelliyor. Yazmak benim için çevremi sardığını düşündüğüm tüm sınırları ihlal etmek anlamına geliyor. Bunun için önce mezara girmek, o karanlıkta el yordamıyla bulduğumuz benliğimize ait sıkışmışlıkları keşfetmemiz gerekiyor belki. Elbette bir otosansürden geçirerek yazar herkes, bunun dereceleri de herkes için farklıdır. Benim de kişisel nedenlerimden dolayı kendime uyguladığım sansürler var ama yine de yazarken kâğıdı doldurmak için sonsuz yönünüz vardır. Beyazlığı hangi tarafa doğru dolduracaksın? Bu tamamen bana kalmış, en karanlık, en dokunulmamış noktalara ilerleyebilir, karanlık hislerimi ve utançlarımı karakterlere yükleyebilirim ve tabii okur bunu bilemez, kaldı ki kurgudur ve yazarın gerçekliğiyle değil metin içindeki karakterin gerçekliğiyle sınırlıdır yazılanlar. Joyce CarolOates yasaklanmış tutkularınız, büyük olasılıkla yazmanız için sizi tetikleyecektir, … zar zor anlaşılan bu dürtüler olmasa, görünüşte daha mutlu bir insan ve toplumumuzun daha ilgili bir yurttaşı olabilirsiniz fakat muhtemelen esaslı bir şeyler yaratamazsınız, diyor. Bu yüzden sınırları kurcalamak gerekiyor, esnetmek, gerekiyorsa yıkmak ve her zaman yeni sınırlamalarla karşılaşacağımızı bilip bu mücadelenin sonsuz olduğunu unutmamak.
Funda Dörtkaş: Öykü sizin için hakikate ait eksikliklerin, tamamlanmamışlıkların, yetersizliklerin üstünü örten şefkatli bir el mi yoksa aksine bizzat o hakikatin telafi edilmez hoyratlığı mı?
M. Özgür Mutlu: Hepimiz eksikliklerimizden ibaretiz aslında. Toplum için eksiklik, yetersizlik olarak kabul görmüş niteliklerimiz bizim yaşamla mücadele alanımızı da belirliyor. Çoğu kez de haksızca eksik ya da yetersiz göründüğümüz, öyle hissettiğimiz durumlarda kalıyoruz. Bütün bir insan hayatı eksik gördüklerini tamamlamaya odaklı gibi. Öykü ise bu eksikliklerin, yarım kalmışlıkların üstünü örtmeye değil aksine görünür kılmaya odaklanıyor.Sait Faik bizleri, kahvedeki adamı, balıkçıları anlattı, Yaşar Kemal ve Orhan Kemal Torosların, Çukurova’nın sıcağını, insanlarının gerçek hallerini bütün çıplaklığı ile yansıttı, Vüsat O. Bener Havva’nın keçe gibi saçlarından dem vurdu mesela, Yusuf Atılgan, Tezer Özlü, Leyla Erbil, Ferit Edgü ve daha niceleri insan ruhunun derinliklerine indiler ve korkuları, yetmezlikleri, buhranları, yalnızlıkları konu edindiler. Bu yazarlar üstünü örtmedi; onları görünür kıldı. Görünür kılarken de gerçeği kendi yazınsal süzgeçlerinden geçirip yeni biçimler vererek yaptılar bunu.
Hakikat konusu edebiyat söz konusu olunca tartışmalı bir alan bence. Edebiyatın varlık amacıhakikati yansıtmak değildir. Doğrusu bu iddiada olan bir anlatı hakikatin hangi yüzünü, ne kadarını anlatıp onu kavrayabilir? Gerçek nedir? Bilmiyorum. Fakat edebiyat bizatihi kurgusal ya da yazınsal gerçeği kendisi yaratır ve bunu kendi bildiği yolla yapar. Yarattığı dünya kendi bağlamında çoğu kez dünyanın garipsenen, kapsanamayan ve anlaşılamayan gerçekliğinden daha gerçektir. Tahsin Yücel’in Yazının Sınırları’ndaRonald Barthes’ten aktardığı gibi yazın her şeyden önce bir “dil sorunsalı”dır. Yani gerçek değildir derdi, dildir. Dil olanakları içerisinde, hayatın farklı görüngülerini düzenleyerek yeni bir gerçekliğe ulaşır. Benim de kimi öykülerim hayatta olabilecek denli gerçek görünse de bunlar gerçeğin bir prototipi ya da modeli değil, üretilmiş bir gerçeklik ya da sadece gerçeğin mümkün olan sonsuz yorumundan, görüntüsünden bir tanesi.
Funda Dörtkaş: “…-görüntüler kadar sesler de yanıltabilir insanı.” Öyleyse doğanlar, ölenler, varlıklarının resimli halini muştulayan kimliklerini yenileyenler… Bizi soğuk damgalarla tanımlayanlar için hangi görüntü görünür, hangi ses duyulur?
M. Özgür Mutlu: Soğuk damgalar artık dijital depolama alanlarının yanında nostaljik ve daha sıcak kalmaya başladı. Hepimiz barkodlardan ibaret olduk olacağız. Yakında yeni kimliklere geçilecek, içinde damar izimizin de olduğu. Oraya hangi bilgileri depolayacaklar bilmiyorum. Üzerindeki çiple büyük ihtimalle hareketlerimiz, bıraktığımız dijital izler kesintisiz olarak izlenebilecek. İyi işte ne güzel, suçlular daha kolay yakalanır diyeceğiz. Ama biliyoruz ki güvenlik gerekçesi hayatları ve temel özgürlükleri kısıtlamak için her zaman çalışan bir yöntem. Bunu kendimiz de yapıyoruz bir yandan, Facebook’ta konum atıyoruz her gittiğimiz yerden, fotoğraf paylaşıyoruz. Ben iki yıldır facebook, beş yıldır twitter ve instagram kullanıyorum. Daha bir yığın sosyal medya aygıtı çıktı; artık onları bilmiyorum. Buralarda zaten takip edilmek istiyoruz. Hani böyle sevgilinizle bir kır gezisine çıkmışsınız (öyle bir şey olmaz ya), dayanamıyor illa gördüğümüz otlayan ineğin fotoğrafıyla konumunu ve doğal olarak kendi konumumuzu paylaşıyoruz. İlginç tarafı bunu hiçbir zorlamaya maruz kalmadan yapıyoruz. Zaten insanlara zorla bir şey yaptırılamaz, hele topluluklar ancak kandırılarak ve manipüle edilerek, yani çarpıtmayla yönlendirilebilir. Kendi yaşamlarımız hakkındaki irademizi kendi ellerimizle isteye isteye teslim ederiz. Şimdiden çok sık yaşadığımız bir izlenme durumumuz var; cep telefonları, mesajımı görmüş mü, çevrimiçi olmuş mu, ne zamandır olmamış, o zaman hasta mı, öldü mü, kaçtı mı. Eskiden arkadaşlarla iki gün önceden buluşma yeri kararlaştırıp orada sıkılmadan beklerdik, şimdi iki kez telefonu açmazsak annelerimizin tansiyonu düşüyor başımıza bir iş mi geldi diye. Tabii bu hassasiyet ülkenin karışıklığıyla da ilgili.Sürekli bir kaybetme korkusuyla yaşıyoruz. Hangimizin bir canlı bombayla yolumuzun kesişeceği ya da herhangi bir nedenden vatan haini durumuna düşeceğimiz belli değil. Distopyaların gerçekleştiği ve daha da çoğunu göreceğimiz bir yüzyılın içinde olabiliriz.
Funda Dörtkaş: Kitap Ay ile başlayıp yine Ay ile sonlanıyor. Ay ışığının bir dilimi kedere, kötülüğe, ölüme, yaşama, zalimliğe, yok sayılmışlığa, hor görmeye, beklemeye, özlemeye, aşka düşmeye, kaybedişlere yetecek mi? Yoksa bir başka kitabınızda farklı öykülerinizde mi bulacağız içinde olduğumuz iç denizleri?
M. Özgür Mutlu: Ay’ı gökte görmek benim için dünyanın biraz soğuması, aşırı çalışmaktan parçaları kızışıp aşınan bir makinanın bir süreliğine durması ya da yavaşlaması anlamına geliyor. Gece Ay’a bakabilmek, bunun için zaman bulabilmek, sadece o an için bile bir yavaşlama, gevşeme, huzur getirir. Şafak sökene kadar vakit vardır makinenin hızlanması, başdöndürücü hıza tekrar ulaşması için. Ayın ışığını önemserim çünkü bütün gün tepemizde açık seçik parlayan güneşin yakıcı, çıplak ışıklarını kendi süzgecinden süzüp değiştirerek, yumuşatarak gönderir dünyaya. Ay ışığı güneşin öyküsüdür diyebilirim. Öyküler dünyayı bir anda değiştirmez, kötülüğe, zulme, özleme çare olmaz. Fakat öyküler ve edebiyat okuru her an değiştirir. Algılarımızı, zihniyetimizi, değer yargılarımızı, estetik görüşümüzü, insani yanlarımızı, dilimizi dönüşüme uğratıp bizi bambaşka bir insan kılar.Ancak bambaşka insanlar dünyayı baştan yaratabilir.
Funda Dörtkaş: Size ait karton evi odalara bölenler kimler, hangi yazarlar?
M. Özgür Mutlu: Birçok yazar var elbette. İki tip ustam olduğunu söyleyebilirim. Bir tanesi artık değişmeyecek, genelgeçer ustalar. Diğer kategoride ise sürekli değişen, hayatın ve edebiyatın akışı içinde rastladığım, okuduğum ustalarım. Genelgeçer kategorisinde tek bir isim yok. Sait Faik, Leyla Erbil, Ferit Edgü, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Orhan Duru bunlardan. Bu yazarlar her daim sıkıştığımda, açlık hissettiğimde, sıkıldığımda açıp okuduğum ve beni yeniden kendilerine hayran eden yazarlar. İkinci kategoride ise kendi kuşağımdan yazarlar ve şairler de var. Her yazar ve şair bir cümlede, bir bölümde, bir öyküde ustalık gösterebilir, üstün nitelikli ürünler verebilir diye düşünüyorum. Benim ustalardan sağladığım yarar bana yazmak için sürekli bir açlık sağlamalarıdır. Bu haliyle zaman zaman genç, ürünleri yeni yeni duyulmaya, okunmaya başlamış yazarlar da bana bu hissi sağlıyorlarsa onları ustam olarak görüyorum. Ondan aldığım güç ve heves bir süre ona takılmama ya da yeni bir cümle üretmeme katkı sağlıyorsa, o ustamdır. Okumalar süreklilik arzettiğinden bu yazarlar da dönem dönem değişebiliyor. Herkesten alacağımız, kazanacağımız bir şey var.
Funda Dörtkaş: Bizzat varolduğumuz bu topraklarda her gün benzerini yaşadığımız, kenarına iliştiğimiz, yakınından geçtiğimiz öykülerinizin nihayetlendiği yer “beklediğimiz o gün”ü getirecek mi? Umudu ve insanca varolabilmeyi?
M. Özgür Mutlu: O günü beklemeyi sürdürmek zorundayız. En karamsar senaryolarda bile ışığın sızacağı bir iğne deliği bulunur. Edebiyat o iğne deliğini göstermek, bulmak zorunda değil ama bizi karanlıkta dolaştırabilir. El yordamıyla da olsa adım atmamızı sağlar, nefes almamızı kolaylaştırır, dipsiz bir kara deliğe düşüp yok olmaktan korur bizi. Ne anlattığı, karamsar ya da iyimser bir tablo çizip çizmediğinden bağımsız olarak zaten edebiyatın ve sanatın varlığı, bir umut olduğunun kanıtıdır sanırım. Tüketime karşı üretimin, yozlaşmaya karşı niteliğin, hoyratlığa karşı yapıcılığın, sürüncemeye karşı yıkımın ve yenilenmenin doğduğu kaynaktır.Beklediğimiz o gün belki de herkes için farklı; yine de insani değerler, vicdan, eşitlik, barış hepimizin özlediği ve üzerinde fikir birliği sağladığı kavramlar olmalı. Beklediğimiz o gün bir gün gelecek, inanıyorum. Ne zaman bilmiyorum, karanlık ağırlaşacak mı, büyük ihtimalle evet ama elbet son bulacak, tarih ve doğa bize bunu gösteriyor.
Funda Dörtkaş: Öykülerinizin hepsinin alt metninde ince bir ironi de var. Aynaya baktığımızda gördüğümüz kendimiz gibi. Ay ve ayna imgesi anlatının bağlamını gerçek hayata odaklıyor. “Ben olanları uzaktan gördüm ama ses etmedim” diyen Mesut o yüzden mi bu öyküleri anlattı bize? Ay ışığındaki aynada kendimizi görelim istediği için mi?
M. Özgür Mutlu: Kimi metinlerde ironi metni ayakta tutan koltuk değneğidir. Önemli anlatım olanakları sağlıyor. Ben de yazarken keyif alıyorum, hem de metnin karamsar havasını az da olsa yumuşatıyor, nefes aldırıyor.
Neden bu öyküleri yazdım, okur kendini görsün diye mi? Okur bana kalırsa her zaman kendinden bir parça, görüntü, duygu görmek ister okuduklarında, bulur da. Öyküler ve karakterler elbette okuru anlatıcı bakış açısına göre yönlendirmek isterler. Ama bunun için zorlamazlar. Okur neyi görebiliyorsa onu görür. Benim için de sorduğunuz anlamda öyküişaret etmek anlamını taşıyor. Fakatyazarın işaret ettiği yerde ne var, okur gerçekten yazarın istediği noktaya mı bakıyor, bunu bilemeyiz, dahası bunu sağlayamayız ve bunu dert de edinemeyiz. O noktada okur kendini görürse görür zaten; bu zahirin sonsuz yüzünden biridir. Okurlara ay ışığındaki aynadan ne yansır bilemem ama ben uzaktan görüp ses edemedim Mesut’a ve benden yansıyanlar bunlar oldu.
Funda Dörtkaş: Bizi yanıtladığınız için çok teşekkür ediyorum.
M. Özgür Mutlu: Detaylı sorularınız için çok teşekkür ederim. Beni cevaplar için düşünmeye zorladı, iyi de oldu.