Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi (İLEF) Reklamcılık Atölyesi Koordinatörü, Kristal Elma başarı ödülü sahibi, bir çocuk babası ve hocam Mehmet Sobacıgerçek bir Küçük Prens tutkunu. Bu tutku onu Ankara ve İstanbul’da binlerce kişinin gezdiği 2 sergiyi gerçekleştirmeye kadar götürmüş. Baştan söylemek gerekiyor ki, bu sohbette ben Küçük Prens’im, o ise sorularımı yanıtlayan Pilot. Kapısını tıklatıp “Kaçırmaya geldim sizi” dediğimde, uçağının tamirini bıraktı ve birlikte çay-kahve eşliğinde tadı damakta kalan bir sohbete daldık…
Aranızda Küçük Prens‘i okumamış olan birinin bulunduğunu zannetmiyorum ama zaten hiç önemli değil. Bu sohbetten sonra eminim sizin de eliniz kitaplığınızda yıllardır dokunulmadan duran Küçük Prens’e uzanacak. Ya da en yakın kitapçıya uğrayıp Küçük Prens’i arayacaksınız. artık biliyorsunuz, kırmızı linklerimizde röportajdan fazlası var… Şimdiden keyifli okumalar…
Röportaj: Büşranur Alkılıç (*)
Büşranur Alkılıç: Küçük Prens’le nasıl tanıştınız?
Mehmet Sobacı: Henüz 12 yaşında, orta okuldayken tanıştık. Türkçe öğretmenimiz derste aralıklarla okumaya başladı. Ermenek’e muhtemelen sürgünle gönderilmiş bir öğretmendi. Çünkü olağan koşullarda öyle biri gelmezdi bizim oralara. Kitabın sonunu o kadar merak ettim ki, bir sonraki Türkçe dersini bekleyemedim. Ermenek’te kitapçı-kırtasiye bozması bir kaç yer vardı, oralara gittim. Aslında bir arkadaşımda vardı kitap. Abisi solcuydu ve yurtdışına kaçmış, arkadaşıma da Küçük Prens’in İngilizce, ciltli bir baskısını yollamıştı. Çok kıskandığımı hatırlıyorum. Küçük Prens’le tanışmamız böyle oldu.
Büşranur Alkılıç: Küçük Prens, hayata dönük bir kılavuz değil mi?
Mehmet Sobacı: Kesinlikle! Kaybedilen çocukluğa bir güzelleme olduğunu düşünüyorum. Yazarın net olarak yaşadığı da bu bence. Nitekim başka kitaplarında da görebiliyoruz bunu. Çocukluk dönemini bir cennet olarak tanımlıyor. Her insan o cennetten kovuluyor ne yazık ki… Çünkü büyüyorsunuz. Masumiyetinizi, çocukluğunuzu kaybediyorsunuz. Küçük Prens, büyüklerin dünyasının ne kadar zavallı olduğunu gösteren bir kitap. Büyüklerin dünyasına çok ciddi eleştiriler yöneltiyor. Aynı zamanda bazı şeylerin içinizde taze kalmasını da sağlayan bir kılavuz. Çok çok önemli işlerinizin arasında unutuveriyorsunuz bazı şeyleri… Oysa bir çocuğun merakıyla, heyecanıyla yaşamak gerekiyor hayatı. Dönem dönem, tüm o koşullanmışlıklar içerisinde durup, “niye?” diye sormak gerekiyor. Benim Küçük Prens’e ilgimi bilen İLEF’li öğrencilerin bir yakıştırması var benim için: “İLEF’li, sakallı Küçük Prens” diyorlar. Oysa ben Küçük Prens değil, pilotum. Burada oturmuş uçağımı tamir etmeye çalışıyorum. Geliyorsunuz ve bana “bir koyun çizer misin?” diyorsunuz. O sırada yetiştirmem gereken bir yazı, bir tasarım var belki… Kapımı tıklatıp bu sohbeti yapmak istediğinizde hemen aklıma Küçük Prens ile pilotun diyaloğu geliyor ve elimdeki o çok mühim işi bırakıyor ve sizinle sohbete koyuluyorum. Kendimi pilotla özdeşleştiriyorum…
Büşranur Alkılıç: Kitap ezberinizde mi böyle?
Mehmet Sobacı: Hayır ama dönem dönem okuyorum. Bir şekilde çocuklara dokunan herkese de hiç değilse yılda 1 kez okumalarını tavsiye ediyorum. Annelerin, babaların, teyzelerin, amcaların, dayıların, öğretmenlerin, servis şoförlerinin, güvenlikçilerin, temizlik görevlilerinin, çocuğa dokunan herkesin yılda 1 kez okuyup kendilerini şarj etmeleri gerekiyor.
Büşranur Alkılıç: “Sizin dünyada insanlar dedi Küçük Prens, bir bahçede bin gül yetiştiriyorlar, yine de aradıklarını bulamıyorlar.” Bu alıntıda günümüz dünyasının tatmin olamayan aç gözlü insanına atıfta bulunulmuş sanki? Kitapta hayata dair bir çok cümle var. Böyle bir kitabın çocuk kitabı olarak değerlendirilmesi doğru mu sizce?
Mehmet Sobacı: Küçük Prens bir çocuk kitabı değil. Bu çok net! Bunu burada bir kez daha söylemiş olayım böylelikle. Küçük Prens en az 15 yaşında okunması gereken, ancak 15 yaşından sonra yerini bulan bir kitap. Bu, 8 yaşındaki bir çocuğun bu kitabı okumaması gerektiği anlamına gelmiyor elbette… Ama 8 yaşındaki bir çocuktan da bu kitabı anlama seviyesini beklemek haksızlık olur. Çünkü Küçük Prens’in dramatik yapısı, olaylar, insanlar bir çocuğun ilgisini çekmekten uzak. Çocuk kitabı olarak algılanmasında muhtemelen yazarın kitapta çizimlerine de yer vermiş olması yatıyor. Oysa Küçük Prens büyüklere kendi hayatlarına ilişkin ipuçları vermek üzere yazılmış bir yetişkin kitabı. Felsefe Profesörü İoanna Kuçuradi, bir söyleşisinde “ıssız bir adaya düşseydim yanıma sadece bu kitabı alırdım” demişti. Basitleştirilmiş, yoğunlaştırılmış bir felsefe kitabı olduğuna dair bir saptama yani… Küçük Prens sevginin felsefesini de yapıyor aynı zamanda… O beş bin gülden önce gezegende bıraktığı gül, aynı zamanda yazarın Küçük Prens’teki tek kadın karakteridir. Bazı baskılarda, dilin eril- dişi kodlarıyla bağlantılı olarak tilkinin cinsiyetine ilişkin farklılıklar olsa da gül, kitaptaki tek kadın karakterdir. O beş bin gülden önce Küçük Prens’in gül ile olan ilişkisine bakmak gerekir. Bir gülü seviyorsam, bir kaç tırtıla katlanmam gerek… Ya da kelebekleri seviyorsam, tırtıllara katlanmam gerek… Sevginin özen gösterilmesi, korunması, yaşatılması gereken, emek ve zaman isteyen bir şey olduğunu anlatıyor bize Küçük Prens. Hatta belki de tüm hikâye bu…
Büşranur Alkılıç: Oysa şimdi her şey çok çabuk harcanmıyor mu?
Mehmet Sobacı: Evet, doyumsuzluğumuzun altında da bu yatıyor. Emek harcamamız, dikenlerini ayıklamamız, o üşüyünce paravanlar örtmemiz, belki gece yanından ayrılırken üstüne fanusunu kapatmamız gerek oysa…
Büşranur Alkılıç: Alıntının devamında Küçük Prens ekliyor: “Oysa bir gül, bir damla suda bulabiliriz…” Siz aradığınızı buldunuz mu?
Mehmet Sobacı: Ağır bir soru bu… Büyük oranda bulduğumu söyleyebilirim. Mesela işimde, İLEF‘te buldum onu. Buraya öğrenci olarak gidip gelirken çok sevmiştim okulu. O yüzden 8 yılda bitirdim. (Gülüşmeler) En son “ya gel, sınava gir ya da seni atacağız” dediler. O yüzden gelip sınava girdim. Dersin hocası ölmüştü ve o sınava girmesi gereken tek öğrenci ben kalmıştım. Geçer not alıp okulu bitirdim. Henüz okul bitmeden, bir hocam “burada kalmalısınız” demişti. Bizim zamanımızda hocalar sizli bizli konuşurdu ama ben senli benli konuşmayı yeğliyorum. Hocaya “hayır, sakalımı kesmek ve kravat takmak zorunda kalacağım bir yerde çalışmak istemem” yanıtını vermiştim. Bu lafı ettikten 7 yıl sonra koşa koşa okula döndüm. Pek çok şeyi yapabilme fırsatı bulduğum İLEF’te çok mutlu oldum. Hatta bazı özgün şeyler yaptığımı da söyleyebilirim. Dolayısıyla sakallı, sigara içen bir adam olmamın ötesinde de bir şeyler söylenecektir bana dair.
Büşranur Alkılıç: Sergi yolculuğu nasıl başladı?
Mehmet Sobacı: Ilk sergiyi 3 yıl kadar önce açtık. Bir başka koleksiyoner arkadaşım ve dostum Yıldıray Lise ile konuşurken sergi fikri ortaya çıktı. İlk sergi Ankara’da Tayfa Kitabevi’nde gerçekleşti. 2 ay boyunca her hafta kitaplar değişti, 1 hafta da benim kitaplarım sergilendi. Sonra İstanbul’da bir sergi oldu. Ardından sergi yine Tayfa’ya döndü. 48 farklı koleksiyonerin kitaplarından oluşan bir sergi! İstanbul’da Capitol Alışveriş Merkezi’nde 276 dil ve lehçeden 483 kitap sergiledik. Sanırım bu haliyle dünyanın en büyük Küçük Prens kitap sergisi oldu. İstanbul sergisi 2 ayın sonunda yeniden Ankara’ya döndü ve bu kez Kent Park’ta, İstanbul’dakinden de büyük bir sergi yaptık. Bunu zaten artık bir yöntem olarak da benimsedik. Her sergimizde bir öncekinden daha fazla kitap yer alacak. Sergilerimiz “Küçük Prens Müze Girişimi” adına yapıldı ve Küçük Prens koleksiyonerleri katkıda bulundu. İstanbul’daki sergiye elindeki dört bine yakın kitapla dünyanın en büyük koleksiyoneri kabul edilen Jean Marc Probst geldi. Antoine de Saint- Exupery‘nin kızkardeşinin torunu. Sergiye Antoine de Saint Exupery Vakfı Başkanı Oliver d’Agay da katıldı. Her ikisi de sergi hakkında çok keyifli şeyler söylediler. Jean Marc “kendi kitaplığımı geziyor gibiyim ama benim kütüphanemi bu kadar insan gezmiyor” dedi.
Büşranur Alkılıç: Peki sergiye olan ilgi nasıldı?
Mehmet Sobacı: İstanbul’daki sergiyi 27 bin kişi ziyaret etti. Ankara’dakini de 27 binden biraz daha fazla kişi ziyaret etti. İstanbul’un nüfusunun Ankara’nın iki katı olduğu düşünülürse, bunu İstanbul’un kusuru, Ankara’nın gururu olarak da değerlendirebiliriz. Bu arada Küçük Prens filminin vizyona girmesi ve kitabın telif haklarının kalkmasıyla birlikte basımının artması da sergiye ilgiyi olumlu yönde etkiledi. Büyük yayınevlerinin çoğu bastı kitabı. Can Çocuk’un toplam baskı sayısı 433.500… Bir kaç yıl içerisinde 1 milyona ulaşacağını tahmin ediyorum. Bunlar büyük rakamlar. Sergide çocuklar çok keyifli anlar yaşadılar. On kuruş büyüklüğünde bir kitap vardı mesela. Çocuklara sormuşlar “sizce kimin için basılmış olabilir bu kitap?” diye. Çocuklardan biri “bence karıncalar için basılmıştır” demiş. İstanbul sergisi biraz daha loştu, bir çocuk “bu karanlıkta ancak ateş böcekleri kendi ışıkları ile okuyabilirler, ateş böcekleri için basılmıştır” demiş. Sergi defterinde de inanılmaz şeyler yazılmış. hepsini müzede göreceksiniz.
Büşranur Alkılıç: Küçük Prens’in en çok basımı Türkiye ve Güney Kore’de gerçekleşmiş. Sizce Türkiye okuyucusunun bu ilgisi neden kaynaklanıyor?
Mehmet Sobacı: İnsana dokunan bir yanı var çünkü… Ben reklamcılık derslerinde şöyle örnekliyorum bunu: Reklamcılık yaparken hedef kitlenizin o ürün hakkındaki en samimi duygu ve düşüncelerine bakarsınız. Eğer bunu doğru saptayabilirseniz etkili ve inandırıcı olma şansınız var. Küçük Prens de öyle. Her insanda olan bir duyguyu taşıyor kitap ve oraya dokunuyor. Hani biz “nerede o eski bayramlar?” kalıbını biliyoruz ya? İnsanlar da daha keyifli, daha tatlı, daha renkli günlere, çocukluklarına özlem duyuyorlar. Sanırım Türkiye ve Güney Kore’deki insanların daha naif bir yapısı var. O yüzden ilgi daha fazla.
Büşranur Alkılıç: Koleksiyonuzu nerede muhafaza ediyorsunuz?
Mehmet Sobacı: Evde!
Büşranur Alkılıç: Başka koleksiyonlarınız da var mı?
Mehmet Sobacı: Şu an daha başlangıç aşamasında olan uçak ve fil kolekiyonlarım var. Yaklaşık 5000 civarında da fıkra biriktirdim. Çoğu ahlâka mugayir, yüz kızartıcı fıkralar. Onları yayınlamayı planlıyordum bir zamanlar ama sonra işte AKP iktidarında hem üniversitede çalışıp hem de bunları yayınlamam mümkün olmadı. İklim uygun değil, yayınlayamam yani… Bir de tabii fıkralar tiplemeler içerir. Çoğu zaman da keskinleştirir bu tiplemeleri. Dolayısıyla çoğu fıkra ayrımcılık da barındırır. Bu açıdan da yayınlamak doğru mu değil mi emin olamadım. Bakalım artık, hayat ne getirir.
Büşranur Alkılıç: Sizin için özel olarak Küçük Prens basılmış sanırım ?
Mehmet Sobacı: Yok 2 tane özel el yazımı var sadece. Onlardan da dünyada birer tane var . Biri kızımın 14 yaşındayken baştan sona çizdiği bir kitap. Diğeri atölye öğrencilerimin baştan sona kendi el yazılarıyla yazıp çizdikleri bir kitap. İkisi de el yazması ve birer kopya, dolayısıyla son derece özel kitaplar.
Büşranur Alkılıç: Koleksiyoner olmak, koleksiyon oluşturmak herkesin yapabileceği bir şey mi sizce ?
Mehmet Sobacı: Aslında herkes oluşturabilir. Bir şeyi önemsiyorsunuz ve onu biriktirmeye başlıyorsunuz. Bu bir tutku! İnsan neden kibrit kutusu biriktitir ki? Futbolcu kartları ya da kilit? Metal kapak ya da niye büyük objeleri biriktirir? Ne bileyim mesela niye çay ya da kahve takımı biriktirir değil mi? İşte bir şeye ilgi duyuyorsunuz ve sonra bu ilgi tutkuya dönüşüyor. Bunu yaşamak size zevk vermeye başlıyor. Koleksiyon böyle bir şey. Ben koleksiyonu iki kelime ile tanımlıyorum: Tutku ve gurur! Kitap koleksiyonu yapmayı daha değerli buluyorum. Kitabın farklı baskılarını topluyor olmaktan çıkıyorsunuz bir süre sonra. Kültürleri, kültürel geçişleri merak etmeye başlıyorsunuz. Orijinalinde sarı saçlı, kalkık burunlu olan Küçük Prens’in Hint coğrafyasında kahverengi ya da siyah saçlı olduğunu görüyorsunuz. Kitabın bazı lehçelerde basılmasına maddi destekte bulunuyoruz mesela. Şu an Almanya’da bir yayınevini destekliyoruz. Her yıl aşağı yukarı 10 farklı dil ve lehçede basılıyor kitap. Şu ana kadar 295 farklı dil ve lehçede basıldı. Jean Marc’ın vakfının bir yayınevi var. Somali ve Burundi dillerinde basıyor kitabı. Jean Marc Lozan’da bir Küçük Prens evi açmayı düşünüyor. Koleksiyonunu da orada paylaşacak. Ses kayıtları, gazete ve dergilerde yayınlanan röportajlar da olacak. Küçük Prens Müze Girişimi’nin iki kitabı var: “Dünyanın Küçük Prensleri” isimli kitabımızda şu ana kadar basılmış tüm dil ve lehçelerdeki kitaplardan kapak örnekleri var. Diğeri ise “Türkiye’nin Küçük Prens Kitapları”… Bunda da Türkiye’de farklı çevirmenler tarafından çevrilmiş kitaplar var. Bunlar birer başvuru kaynağı aynı zamanda. Yılda 2 kez güncellenecek ve müze sayfasından ücretsiz indirilebilecek. Belki bu coğrafyanın unutulmaya yüz tutmuş dillerini de hatırlatacak, kültürleri taşımayı da getirecek. Böyle bambaşka bir göreve de dönüşüyor koleksiyonculuk. Sonra neden Ubıhça Küçük Prens olmasın? Acaba Sümerce Küçük Prens nasıl olurdu? Bunları merak etmeye başlıyorsunuz zamanla. Sergiye gelenler arasında “benim ülkem çok küçük, benim dilimde kitap yoktur” diyenlere çıkarıp gösteriyoruz kitabı, çok seviniyorlar. Bazıları sergide ilk okuduğu kitabı buluyor ve kendi çocukluğuna dönüyor. Hedefimizde bir Küçük Prens Müzesi yapmak var. Bunu önce sanal olarak gerçekleştiriyoruz. Müze sayfamız yayında. Basılmış tüm dil ve lehçelerden kitaplar orada var. Kısa süre sonra koleksiyonerleri de ekleyeceğiz oraya. Ama sonuçta reel müzenin peşindeyiz. İyi yürekli bir kurum ya da bir kişi arıyoruz. Kaynaklarımız bir yer satın almayı sağlayamaz ama birisi çıkıp da bir mülk bağışlarsa ya da kaynak oluşturursa, reel müzeyi gerçekleştirmek istiyoruz.
Büşranur Alkılıç: Nasıl bir müze olacak?
Mehmet Sobacı: Olursa eğer, sadece kitapların sergilendiği bir müze düşünmüyoruz. Aynı zamanda bir kitap onarım atölyesi de bulunan, hediyelik eşya satış mağazası da olan, çocukların keyifli zaman geçireceği bir düzeneğe ve mekâna sahip bir müze hayal ediyoruz. Sadece kitapların değil, pek çok objenin de sergileneceği bir mekân… Filmler, müzikler, gazete ve dergilerde yer alan haber, yorum ve röportajlar… Bir araştırma alanı olmasını istiyoruz müzenin. İnsanlar gelip farklı dilleri karşılaştırabilsinler. Mesela sergi esnasında Küçük Prens çevirileri üzerine master tezi hazırlayan biriyle tanışmıştık. Böyle bir müze, araştırmacılar açısından da önemli bir kaynak olacak.
Büşranur Alkılıç: Çok teşekkür ediyorum bu keyifli sohbet için.
Mehmet Sobacı: Ben teşekkür ederim.
(*) Büşranur Alkılıç, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü 2. sınıf öğrencisidir.