“Yeraltı edebiyatı”, edebi bir türden çok yazıyla girişilen bir “eylem”dir: Hayatla, hayatın hakikatiyle, toplumların gösteri düzenine direnişle, otoritenin reddiyle ilgili bir eylem… Hayati bir eylem…
Yeraltı Edebiyatı: Bir “tür” mü?
“Yeraltı edebiyatı” ilginç bir niteleme. Doğrudan muhalif. Yasadışı. Tehlikeli de. “Yeraltına inmek” deyimi, direnişçi politik örgütler için kullanılır. Yeraltına inenler, “yeryüzü”nün kurallarını reddeder ve direnişin kurallarına göre hareket eder; yeryüzüne ancak onu değiştirebildiklerinde veya başarısız olup yakalandıklarında çıkarlar.
Yeraltı edebiyatı başka bir çok şeyin yanı sıra politika da yapar; direnir. Eh, Gilles Deleuze’ün veya Stéphane Hessel’ın da dediği gibi, “yaratmak direnmektir”. Bazıları yaratabilmek için yeraltına iner, bazıları da yeraltının hakikatine inandıkları için. İki durumda da bu iradi bir seçimdir; yeryüzünün, ve kurallarının reddidir.
Bir de zaten yeraltında olanlar vardır; yeraltı onların dünyasıdır; kültürü, hayat tarzı, cemaati, ekmeği, suyu, soluduğu havadır: Hırsızlar, pezevenkler, orospular, ibneler, müptelalar, torbacılar, katiller, çeteler, anarşistler, gerillalar, direnişçiler, korsanlar… Hepsi yeraltında, ama kendi yeraltında yaşar. Aralarından bazen yazar da çıkar. Onların yazdıklarına da “yeraltı edebiyatı” deriz. Kendi dünyalarını anlatırlar. Ama dünyaları zaten yeryüzünün reddidir. Evrenleri alternatif olduğu ölçüde yeryüzünün hakikatini ve düzenini sorgular.
Yeraltına inenlere pek çok örnek verilebilir: Nelson Algreen, Allen Ginsberg, William Burroughs, Richard Brautigan ve bütün bir Beat Kuşağı; Roger Gilbert-Lecomte, René Daumal, Richard Weiner, Arthur Adamov, Robert Desnos, Georges Ribemont-Dessaignes, Saint-Pol-Roux gibi iki savaş arasında Dada’dan anarşizme, gerçeküstücülükten Büyük Oyun’a (Le Grand Jeu) savrulan bir çok yazar; ama onlardan da önce Baudelaire, Rimbaud, Lautréamont, Nerval, Rilke, Musil, Poe, Celine, Thomas Wolfe, Dylan Thomas, hatta Keats, Byron, Shelley, Blake ve hatta Novalis ve daha bir çoğu… Bunların büyük kısmı indikleri yeraltı dünyasına karışır da: uyuşturucu, eşcinsellik, tımarhane, hapishane, trenler, yollar, intihar…
Yeraltından çıkanlara bu kadar çok örnek vermek zor. Jean Genet mesela: Hırsız, eşcinsel, mahkum… Bambaşka bir açıdan Antonin Artaud: Bedeninin ve zihninin yeraltında yaşayan “deli”… Bu kanattakiler yazmaktan çok plastik sanatlarla veya müzikle uğraşırlar; muhtemelen imge ve sesin dilsel niteliklerinden dolayı. Genet ve Artaud yazının yeraltı yerlileridir…
“Yeraltı edebiyatı”nı edebi bir “tür” olarak adlandırmak doğru değil. Bu saydığım isimlerin her biri çok farklıdır, yaşam tarzlarında benzerlikler vardır, ama yazıları birbirine benzemez. Benzer konuları anlatabilirler, ama dil evrenleri farklıdır. Dolayısıyla onları böyle toptancı bir bakışla sınıflamak adil olmaz.
“Yeraltı edebiyatı”, edebi bir türden çok yazıyla girişilen bir “eylem”dir: Hayatla, hayatın hakikatiyle, toplumların gösteri düzenine direnişle, otoritenin reddiyle ilgili bir eylem… Hayati bir eylem… Buradan yeraltı edebiyatının asli özelliklerinden ilkini çıkarsayabiliriz: Politika. Yeraltı edebiyatı, politikadan bahsetse de bahsetmese de, kimliği itibarıyla politiktir. Çünkü toplumsal kurallara direnir ve peşine düştüğü sosyal hakikat yeryüzünde bize gösterilenden radikal olarak farklıdır.
İkinci özellik ise avangart olmasıdır: Öncüdür, farklıdır, kendi tarzını, dilini, kültürünü, kültünü yaratır; etkisi farklılığı ölçüsünde büyüktür. Zaten avangardın tanımı da budur. Yeraltı edebiyatı avangart olduğu kadar, avangart olan her şeyin de yeraltıyla şu ya da bu düzeyde ilişkisi vardır.
Bu iki özellik de birbiriyle ilişkilidir aslında. Çünkü avangart olan da genellikle politiktir. Avangardın yeraltından çıkması boşuna değildir; politik bir işlevi vardır: Tekerlek izlerinin kolaylığına sığınmaz, kendi yolunu açar ve geçtiği yerde hiç bir şey eskisi gibi olmaz.
Dolayısıyla yeraltından akan, öncü, ezber bozan bir edebiyattan söz ediyoruz. Bir “tür” değil, bir “eylem”… Özü itibarıyla politik bir eylem. Dil içinde bir eylem…
Dil ve politika: Olumsuzlama, bilme ve tedavi etme
Yeraltı yaşantısının dile vuran politik eylemi olarak “yeraltı edebiyatı”nın, yazı yoluyla bize yaşattığı nedir? Önce dilimizi, sonra da bu yolla sızdığı zihnimizi içinden mayınlar. Bu dil, öncelikle bir olumsuzlamadır; Batı uygarlığının logos-merkezci, söz-merkezci, akıl-merkezci dilini ve dil üzerine kurulu düşünsel sistematiğini olumsuzlar. Ama bu olumsuzlama, yeni bir bilme biçimine yer açmak için, bir boşluk deneyimi yaratmak, temiz bir sayfa, bir tabula rasa açmak içindir. Yeraltı edebiyatı, tıpkı olumsuzladığı logos-merkezci sistem gibi, dili bir bilme biçimi haline getirir. Dolayısıyla edebiyat da bir bilme biçimi haline gelir.
Yeni bir dil yaratmak için dili bozuma uğratmak, hakikate, uygarlığın gösteriye indirgediği hakikate yeniden ulaşmanın bir yoludur. Hakikatin, logosun sakatladığı insan algısıyla sınırlı olmadığını bilerek başlar bu dil kurulmaya; zaten logosun tahakkümünü sınırlayan bir ara-bölgeden, yeraltından konuşur; yeraltı deneyimi algıyı sarsar ve açar… Çünkü bu deneyim, Rimbaud’nun dediği gibi “tüm duyuların uzun süren, titiz ve sistematik bir bozumu” anlamına gelir. Bu dil, hakikate yaklaştıkça bizde de tanımadığımız, bilmediğimiz, ürkütücü, öteki, çıplak, beden sıvılarıyla işleyen, elektro-kimyevi uyaranların titrettiği, yasa-akıl-söz dışı bir hakikatin uyanmasına neden olur. En azından kitabı yeterince erken kapatmayıp yeraltı dilinin zihnine virüs gibi sızmasına izin verenlerde… İşte bu viral etki, aslında bir “tedavi”dir. Sanat, gerçek sanat, her zaman asli bir bilme biçimi olduğu kadar bir tedavi de olmuştur. Hem sanatçının kendisi hem de sanatın ulaştığı insanlar, yani toplum için bir tedavi. Çünkü uygarlığın bizi kapattığı hayat bir hastalıktır; hastalık yeryüzünde olduğu kadar yeraltında da hüküm sürmektedir; yeryüzünün iki yüzlü, “normopat” hayatına katlanamayanların suçlu, katil, ibne, orospu, sapkın olarak ötekileştirilip sürüldüğü yeraltı da acılarla doludur. Hastalık her yerde, özellikle de zihinlerimizdedir.
Yeraltı edebiyatının dili, logosu bozuma uğratıp algıları açarak, bilinen en eski tedavi biçimini uygular: “Similia similus curantur” / “bir şeyi kendisiyle tedavi et”, “hastalığı hastalıkla, acıyı acıyla iyileştir”.1 Yeryüzü ve yeraltı arasındaki sınırı geçirgen kılan bu yeni dil, kan, ter, gözyaşı, sperm, idrar, şiddet, acı, delilik, tahakküm, suç, katliam, faşizm, utanç, işkence, sömürü, vecd, kötülük, mutluluk… tüm bu insani “hal”leri “bilir” ve viral bir aşı halinde zihinlere zerk ederek sosyal organizmayı tedavi eder.
Bu tedavinin kendisi de sonucu da politik eylemdir. Çünkü, Guy Debord’un dediği gibi, “varlığı gösteri hakikati de yalan olan toplumun” köküne kibrit suyu döker. Yüzyıllar boyu titizlikle, ahlak, iman, korku, bilim, teknoloji, savaş, devlet gibi sistematik iktidar mekanizmalarıyla inşa edilmiş, normapatolojiyi kural, ataleti hayat tarzı haline getirmiş “uygarlığın” köküne…
“Etiğin olmadığı bir sanat kozmetikten ibarettir”
Yeraltı edebiyatının dilsel eylemi ve politik karakterini bir kaç örnekle göstermek yararlı olabilir. İlk örnek, burada saydığım isimler kadar tanınmayan, ama benim çok önemsediğim birinden, Roger Gilbert-Lecomte’dan gelsin: “Büyük Oyun” akımının kurucusu, sürrealizmin ve Breton’un belalısı, “Rimbaud burcunun” şairi, uykunun, esrimenin ve uyuşturucuların tanrısı “Monsieur Morphée”nin müridi, “mistik tetanoz”un kurbanı Lecomte, hayatıyla da diliyle de hem ölümü hem de “uçsuz bucaksız doğum-öncesi stepleri” anlattı. Artaud, onun ilk kitabına önsöz olarak şunları yazmıştı: “Lecomte, “Oluş’a ve Kaos’ a ait olan ve onlardan gelen hakiki şiiri bulmuştur. Kaynağını her zaman gerçek lirizmde bulan bu organik tona, bu yırtılmış organların atmosferine, bu nemli, yakıcı fetüs havasına yeniden kavuşur. ( .. .) Roger Gilbert-Lecomte, Uzakdoğu geleneğinin en yüksek kutsal şairlerinin örneğini izleyerek, eserinde metafizik ve şiiri özdeşleştirir. İmgelerin oluş’taki kaynağına dek çıkar; aşk gibi, ölüm gibi, lirizmin de aynı şiddet dolu kaynaktan çıktığını ve böylece bizi de bu kaynağa yaklaştırdığını bilir. Roger Gilbert-Lecomte’un şiirinde, kayıp bir geleneğe duyulan özlem ve Jacob Bœhme ya da Novalis’in yazılarında tehditkâr bir tonla gürleyen bazı büyük mistik çığlıkların uzak yankısı var.”2
Lecomte’un hayatı en uç deneyimlerle kuruldu, yazısı da her zaman peşinde olduğu “deneysel metafizik”in vücut bulması oldu. Lecomte’un eseri toplumun hayatta kalmak için kuşandığı ikiyüzlülüğün tescili olarak, ancak yıllar sonra ve mahkeme kararıyla gün yüzüne çıkabildi.3
Öyleyse, ikinci örnek de Artaud olsun: “Vahşet Tiyatrosu”nun yaratıcısı, Tarahumaras yerlilerinin peyote ayinlerinin tanığı, Van Gogh’un avukatı, Rodez Tımarhanesi’nin sakini Artaud resmen yeni bir gramer yarattı: “Soluk, çığlık, jest, mimik gibi ögelerle kurulan ve hayatın gerekliliği olarak bir ‘vahşet duyumu’nu ileten ‘gövde dili’nin fizik gramerini”…4
Artaud , Paris’te “Toplumun intihar ettirdiği Van Gogh”u ve “Tanrı yargısının işini bitirmek için”i okuduğunda, kelimeler dinleyenlerin zihninde temiz hava delikleri açıyor, nefesinin, tonlamasının çıplak vahşeti dile organik olmayan bir hayat veriyordu.
Buradan bir başka gramere, William Burroughs’un “cut-up”, “kes-yapıştır” tekniğine geçmek yerinde olacak: “Dilin serüveni, ‘başlangıçta varolduğu iddia edilen Söz”den kitle iletişim araçlarına, bir özgürlük yitiminin tarihidir’. Şunu iletmeye çalışır Burroughs: ‘Bütün denetim sistemleri’ni ve ‘Gerçeklik Stüdyosu’nu sarsın. ‘Gevşek makina’lara imgeler gönderen kitle iletişim araçları özel bir düşmandır. Burroughs’a göre, polis, uyuşturucular ve hatta dil de birer denetim aracıdırlar. ‘Konuşmak, yalan söylemektir’ diyen Burroughs, okuruna karşı dürüst olabilmek, ‘konuşmamak’ için ‘cut-up’ tekniğine yönelir. Kökeni, Eudoxia’nın ‘İsa’nın Yaşamı”na ya da altıncı Yüzyıl dilbilimcisi Vergillus Maro’nun ‘Ars Scissendi’sine dek götürülebilecek, Dadacı sözel kolajlara ya da Sürrealist ‘lezzetli kadavra’lara benzese de ciddi farklılıklar taşıyan, bir ‘kesip yapıştırma’ tekniğidir bu. Aç bir makas, gazete kupürlerinden Kutsal Kitap’lara, Shakespeare’den Burroughs’un bir ‘cut-up” başyapıtı olan ‘Çıplak Şölen’ine kadar, hemen her türlü dilsel malzemeye saldırır. ‘Oyun kuramı’nda konumlandığı biçimiyle ‘Rastlantısal Eylem’, savaş oyunlarından gerilla taktiklerine, pokerden ağır edebiyat mahsullerine dek, ‘hayat strateji’sinde Burroughs’un baş köşeyi verdiği kurucu öğelerden biridir zaten. Söz konusu olan ‘kendiliğindenlik kazasını üretmek’tir. ‘Aslında bütün yazılar, kulak kabartılmış oyunların ve ekonomik davranışların cut-up’larıdırlar. (…) Bu, Rimbaud’nun seslilerin rengiyle gittiği yerdir. Yani duyuların sistematik bozumu. Meskalin halüsinasyonunun konumu: formları koklayan sesleri tadan renkleri gören. (…) …gör ve yerleştir. Geriye doğru kes. Formları kes. Sözcük ve imgeyi yazıdan başka alanlara doğru yeniden-düzenle’. Bu bir ‘silip yeniden-yazma operasyonu’dur. (…) Yazar-ressam-mucit Brion Gysin, ‘kafanda yaptığın her şey, kafanın önceden-kaydedilmiş şebekesine dayanır. Yeni bir şey istiyorsan, bu şebeke ve bütün şebekeler boyunca kes… Sayfadan yükselen yeni bir ses işitmek istiyorsan, sözcüğü çizik çizik kes’, der. ‘Yazgı yazılıdır… Yazgıya meydan okumak istiyorsan, sözcükleri kes. Bırak yeni bir dünya kursunlar’.”5
“Piç, yetim, hırsız ve ibne” Jean Genet ile bitirelim: “Bu günlükte beni hırsızlığa iten nedenleri gizlemek istemiyorum; bu nedenlerin en basiti karnımı doyurma zorunluluğu idi; ama seçimime hiç bir zaman başkaldırma, acı, öfke ya da herhangi bir benzer duygu eşlik etmedi. Tam tersine, serüvenimi çılgınca bir özenle, ‘kıskanç bir özenle’ sevişmek için bir yatak, bir oda hazırlar gibi hazırladım: Suç işlemek için kalktı kamışım.”6 Gerçek yeraltı edebiyatı, toplumun ikiyüzlü ahlakının tersine gerçekten de etiktir. İçinden hayat akar, hiç bir şeyi dışlamadan. Marina Abromovic’in dediği gibi, “etiğin olmadığı bir sanat kozmetikten ibarettir”…
NOTLAR:
1 Joseph Beuys, “La mort me tient en éveil” (Achille Bonita Olivia’nın bir söyleşisi), Par la présente, je n’appartiens plus a l’art, Editör: Max Reithmann, Çeviren: Olivier Mannoni ve Piere Borassa, L’Arche, 1988
2 Antonin Artaud, “sur La Vie L’Amour la Mort le Vide et Ie Vent par Roger Gilbert-Lecomte,” Belgenin yeniden basımı: Roland Dumas (Christine Piot ile birlikte), Plaidoyer pour Roger Gilbert-Lecomte, Gallimard, 1985, sf. 191-193 (ilk basımı: N.R.F., no: 255, Aralık 1934, sf. 250-253.)
3 Bkz. Özgür Uçkan, “Rimbaud Burcunda Bir “Büyük Oyun” – I”, Kitap-lık, S: 26, Mart – Nisan 1997, Yapı Kredi Yayınları, sf. 26 – 30 – http://www.#/kategori/sanat/22207/rimbaud-burcunda-bir-buyuk-oyun; Özgür Uçkan & Hüseyin Alptekin, “Roger Gilbert-Lecomte ve “Büyük Oyun” – II / Bir Yoksunluk Krizi Olarak Hayat”, Kitap-lık, S: 27, Mayıs – Haziran 1997, Yapı Kredi yayınları, sf. 28 – 31 – http://www.#/kategori/sanat/22206/roger-gilbert-lecomte-ve-buyuk-oyun-ii-bir-yoksunluk-krizi-olarak-hayat
4 Özgür Uçkan, “Silinen sınırlar, karışan diller: İnter-media / Performans sanatının dünü, bugünü, deneyimler…”, Arredamento Dekorasyon, Mayıs 1996 – http://www.#/kategori/sanat/22212/silinen-sinirlar-karisan-diller-inter-media-performans-sanatinin-dunu-bugunu-deneyimler
5 Özgür Uçkan, “Şehrin yaşlı adamı: William S. Burroughs”, Ex-press, Ekim 1996 – http://www.#/kategori/sanat/22210/sehrin-yasli-adami-william-s.-burroughs
6 Jean Genet, Hırsızın Günlüğü, Çev. Yaşar Avunç, Ayrıntı yayınları, 1997, sf. 12