Etik, kozmetik, estetik, şiddet…

0
199

Türk resminin ayrıcalıklı ve ayrıksı ismi Erdoğan Zümrütoğlu, geçen yıl Berlin’de GalerieTammen & Partner’da açtığı “Ötekinin Grameri” (Die Grammatik des Anderen /29 Ekim – 29 Kasım 2011) sergisi ve bu yıl Viyana’da VIENNAFAIR The New Contemporary fuarında (20 – 23 Eylül 2012) sergilediği işlerinden sonra, İstanbul’da izleyiciyle buluşuyor. The Empire Project galerisinde, 6 Aralık 2012 – 12 Ocak 2013 tarihleri arasında sanatçının “Kozmetik Şiddet” adlı kişisel serisi izlenebilir.

“Etiğin olmadığı bir sanat, kozmetikten ibarettir…”
Marina Abramovic (1)

Erdoğan Zümrütoğlu’nun Türk resminde yeni, başka ve çok farklı bir şey yaptığına inanıyorum. Onu ayrıcalıklı ve ayrıksı yapan en önemli şey ise, resimlerinde beliren “kuvvetler”: Bunlar, hem resmin plastik dilinde ifadesini bulan kuvvetler, hem de dünyayı resimle kavrarken resmin plastiğine giren dünyanın kuvvetleri.

Bu kuvvetleri duyularımızla, şiddetle ve bir anda “kavrıyoruz”. Erdoğan Zümrütoğlu tuval üzerinde kuvvetin boyutları, şiddeti ve hareketi üzerine düşünüyor. O resimle düşünürken biz resmi duyularımızla kavrıyoruz. Bu kavrayış, duyusal temellere oturan kavramlarla gerçekleşiyor ve anlık bir şekilde olup bitiyor. Kavrayış, sinir sisteminin elektro-kimyasal iletim hızında çakıyor… Resmi “duyumsuyoruz”. “Resmin görevi de “görünür olmayan kuvvetleri görünür kılmak” değil midir? (2)

Resim her hangi bir şeyi “konu” edinmez, bir şeyi “temsil” etmez. Resim duyuları, algıyı, düşünceyi ve duyguyu ilişkiye sokarak başka türlü kavranamayacak bir hakikati ifade eder. Bu resimlerde ifadesini bulan şey de kuvvetlerin hakikati.

Zümrütoğlu genellikle büyük boyutlu çalışıyor ve resimlerinde algılanan hareket, dikey bir hareket. Bu hareket, tuvalle yüzleşen bedenin hareketi… Kendisiyle yaptığım bir söyleşide, Antonin Artaud’nun beden anlayışından bahsederken şu cümleyi kurmuştu: “Gözden çok bedene hitap eden bir görsellik oluşturmak”… Ve şöyle devam etmişti: “Tuvalin ebatları, tuvalin boyanışı, tuvalin üzerinde uygulanan asimetrik, birbirini kesen sertlikler, -ki aslında hayatın içinde de hep böyle bir şey vardır, hiç bir zaman doğrusal bir şiddet bize gelmez. Ummadığımız bir açıdan gelir ve her zaman bunun karşısında apansız yakalanırız. Verebildiğimiz kadar tepki veririz. Gövdemiz, zihnimiz, kültürel duyularımızla… Yani, yaşamın bu tarafına benzer bir şiddeti üretme, şiddetli bir görselliği üretme arzusunu doğurdu Artaud bende.” (3)

Zümrütoğlu’nun büyük boyutlu tuvallerinde boyayan bedensel kuvvetin hareketini izlemek, sanatsal yaratım sürecini yaşamak mümkün. Bu da bizi, Klee’nin deyişiyle, “varılacak bir yer değil yoldur eser” anlayışına getiriyor. Bu resimlerde oluşum sürecini bir yolculuk olarak yaşayabiliyoruz ve yaşadığımız, hem güçlü hem de şiddetli bir yolculuk oluyor. Eugen Schönebeck ya da Francis Bacon portrelerinin akışlar ve lekeler geriliminin dışa vurduğu türden bir şiddet bu. Veya Anselm Kiefer peyzajlarında ufku erişilmez kılan keskin, kavruk floranın, ölmüş toprağın, ağır gökyüzünün içine fırlatılıverdiğimizde yaşadığımız türden bir şiddet…

Bu resimler dünyanın şiddetine, bir iç şiddetle, plastik bir şiddetle karşılık veriyor. Şiddeti hareketi içinde algılanabilir kılan, duyulur bir şiddetle. Şiddetin hakikatini kavramak için kuvvete, onun şiddetine, boyutlarına ve hareketine ihtiyacımız var.

Kuvvet, kimi zaman hayati bir enerji kimi zamansa “şiddet” olarak ortaya çıkar. Şiddetle dolu bir dünyada yaşıyoruz. Tek tek algılandıklarında etikten nasibini almış herkesi isyan ettirecek, ötekine, kadına, çocuğa, hayvana, dünyaya uygulanan zalim, sistemleşmiş bir şiddet hayatımızın içinde tortulanıyor. Ama bu şiddeti etik bir duruş alabilecek kadar derinden algılayamıyoruz. Şiddetin gündelik hayatımızın sıradanlığı içerisine gömülü hale geldiği, o yüzden görünmezleştiği bir zamanda yaşıyoruz. Yanı başımızda cereyan eden şiddet, medya tarafından görsellik, tasarım, arınma, haz gibi mekanizmalara dayanan kozmetik müdahalelerle estetikleştirilip onayımıza sunuluyor. Kanıksıyoruz, etikten yoksun bırakılıp kozmetik şiddetin suç ortakları haline geliyoruz. Kozmetik, estetik müdahaleyle üretilen şiddet simülasyonları bizi kitlesel bir atalete mahkum ediyor.

Erdoğan Zümrütoğlu’nun resimlerinde ifadesini bulan şiddet, bu atalet halini kırabilecek bir iç şiddet üretiyor. Ama bu şiddet hikayeleri, resimlerin “konu”suyla ilgili değil. Bunlar, figüratif olmayan “figüral” bedenlerin, resimlerdeki renk, doku, leke, dikey hareket ve bedene uygun boyutlarla etkileşiminde dile getirdiği hikayeler…

Resmin ritmi, figür-gövdelerin ritmik iç-dış hareketi, “duyuların ritmik birliği”ni uyandırarak bakışa açılıyor. “Formlar”, resmin süresi ve kesitini kat ederek içlerinde ve birbirleri arasında süren “figüral” ritmik hareketin “haline-gelme” akışı içinde gövdeleşiyor. Organizma olma ihtiyacı duymayan, kendi içlerindeki oluş ritmini izleyerek hep bir başkası haline gelen göçebe gövdeler… (4)

Bu resimlerdeki figürler, resme içkin kuvvetlerin dinamikleriyle biçimlenen, akışkan, geçirgen, hareketli figürler; daha doğrusu, Lyotard’ın deyişiyle “figürü figüratif olandan çekip çıkartarak ona özgürlüğünü veren” bir “imgeler dili” olarak “figüral dil”in kurduğu cümleler… (5) Zümrütoğlu’nun resim dili, “figürü her türlü figürasyondan söküp alarak, yalıtarak, saf figürale ulaşan” bir görselliğe denk geliyor. Bu görsellikte, Antonin Artaud’nun “vahşet tiyatrosu”nda dile gelen bedensel / figüral dilden de çok şey bulmak mümkün: ““…ideografik bir değeri olan işaretler, jestler ve tavırlarla vücut bulan bir dil… Zihinde doğal (ya da tinsel) bir şiirin imgelerini uyandıran bu dil, eklemlenmiş dilden bağımsız bir mekan şiiri…” (6) Zümrütoğlu’nun tuvallerinin derinliğinde, fırça darbelerinin, boya katmanlarının ardında akan mekan şiiri ise beden hareketlerinin vücut bulduğu figüral hikayeler anlatıyor. Zamanını sinir sisteminin elektro-kimyasal hızında, mekanını figüral gövdelerin tuval içindeki hareketinde bulan tinsel şiir…

Zümrütoğlu’nun büyük boyutlu resimlerinde, triptiklerinde çıktığımız yolculukta bize eşlik eden “figüral dil”in algımıza sızdırdığı ise, şiddetin çıplak, yalın, soyunmuş doğası; şiddetin sanatın kavrayışı olmaksızın bilinemeyecek iç dinamikleri; insan doğamızın etik duruşuyla yüzleşmedikçe kanıksamaktan kurtulamayacağımız sıradan, gündelik, faşizan şiddet… Kozmetikleştikçe dünyayı daha da adaletsiz, özgürlüksüz, boğucu kılan şiddet.

Zümrütoğlu’nun resimlerinde görünür hale gelen kuvvetler gerilimi, şiddet, etik ve kozmetik arasındaki gerilimin ta kendisi. Şiddet bu resimlerin konusu değil, plastik dili; ve “kuvvetleri resmeden” bu dilin yaptığı, dünyamızın şiddetini kozmetik süsünden arındırıp suçun etikle yüzleşmesine fırsat tanımaktan başka bir şey değil…

NOTLAR:

(1) “Marina Abromovic in Conversation”, New Moment, Special issue: “La Biennale di Venecia”, N: 7, Spring 1997
(2) Gilles Deleuze, Duyumsamanın Mantığı, Çeviren: Can Batukan – Ece Erbay, Norgunk, 2009, sf. 58
(3) Özgür Uçkan, “’Kırık Hava’: Erdoğan Zümrütoğlu ile ‘Ya Da Resimleri’ hakkında bir sohbet”, Katalog: Erdoğan Zümrütoğlu, ya da / or, Kasım 2009, PiArtworks Publication
(4) Bkz. Jean-François Lyotard, Que Peindre? Adami Arakawa Buren, Editions de la Différence (la Vue le Texte), 1987, Cilt I
(5) Bkz. Jean-Francois Lyotard, Discours, Figure, Editions Klincksieck, 1971
(6) Antonin Artaud, Le Théâtre et Son Double, Editions Gallimard, 1964, sf. 59-60