Reportare’nin “Nostaljik röportajlar” serisinde Frank Costanza‘nın “Bay Frank ile Pazar Sohbetleri” özel bir yer tutuyor. Sene 2017 idi, X’in “Twitter” olduğu ve insanların gerçekten keyifle etkileştiği yıllardı, Twitter’ın etkili isimleri her pazar Bay Frank’in sohbet konuğu oluyorlardı… Reportare’nin güncellenme çalışmaları sırasında ne yazık ki kaybolan bu röportajlar bir tesadüf eseri yeniden gün ışığına çıktı. Okuyucularımızı bu nostaljik seri ile yeniden buluşturuyoruz… Bay Frank’in Pazar Sohbetleri’nden “kurtarabildiklerimiz” artık her Pazar Reportare’de yayınlanacak… Bay Frank’in bu haftaki konuğu Ayçe Abana… Keyifli okumalar…
Bay Frank: Merhabalar Ayçe Hanım, hoş geldiniz. Şimdi size ne olacağını söyleyeyim. Pazar günü bu röportajımız yayınlandığında insanlar Bay Frank, Hayat Bilgisi dizisinde oynayan güzel kadınla röportaj yapmış diyecekler. Herkes sizi o diziden tanıyor. Ama biyografinize bakınca o dizi belki de kariyerinizin sadece %5’lik kısmı falan. Akademisyenlikten, TRT 2’de sunuculuğa, radyo programcılığına, Deep Blue adlı grubun kuruculuğunu yapıp müzisyenliğe, tiyatro yönetmenliğine kadar uzanan çok kapsamlı bir kariyeriniz var.
Ayce Abana: Hoş bulduk ve popüler kültürün gözü çıksın Frank’çım…:) Kim olursan ol, ekranda göründüğün 15 dakikalık zaman dilimlerince anlamlandırılıyorsun… O konu uçtu.. Devam ederiz ordan istersen ama bahsettiğin diğer işlere bakalım önce… Biliyorsun bu coğrafyada bilgi en değersiz şey, para etmeyen boş bi iş. O yüzden akademisyenliği geç, sayılmaz! Hattaa bizde bir söz vardır derler ki ‘akademisyenlik oynayamamayı, çirkinliği ve sivilceleri kapatan en iyi fond de teint’tir 🙂 Şaka şaka! En sevdiğim iş bu! Bu söz var yalnız, orası şaka değil. Evet saygın bi iş değil akademisyenlik. Çünkü saygınlığın kazanılan parayla ölçüldüğü bir zamanı tüketiyoruz ama hayat bana göre tam bir öğrenmeler bütünü… O yüzden sürekli öğrenebildiğim ve bilgimi paylaşabildiğim bir alan olduğu için akademisyenlik, bayılıyorum… Bi de sigortası var eheh 🙂 Önümüzdeki sene Maltepe Üniversitesi’nde ders vericem meselaa şimdiden çalışmaya başladım. Çünki her gün güncellenen bi iş oyunculuk…Sunuculuk, Tv’de kültür programı yapmak falan hep oyunculuğun birer parçası…Ama radyoculuk dersen dur orda… En sevdiğim işlerden o… Hayatımda en büyük yeri olan şey müzik. Oyunculuk eğitimi öncesi müzik bilimleri maceram var evet ama ondan da önce aile içi müzik eğitimi var… Bizde dedemden itibaren herkes müzisyen olduğu için… Senin deden kadar saygın ud ve keman hocası bir dedem vardı benim de Frankcım… Annem babam müzisyen ben de ilköğretimde Pink Floyd, Queen, Beatles dinleyen ve zorla etrafımdaki arkadaşlarıma dinleten bir insan olarak başladım radyoculuğa. Evet o dönem arkadaşlarımın hepsi kaçtı yok hiçbiri 🙂 Deep Blue da işte bütün sistemin ürünü kısaca… (Uzatıyo olabilirim konuları sen kes ya da merak ettiğin yerler varsa sor…) Bu arada George’un babasıyla isim benzerliği mi?
Bay Frank:Tabii ki benzerlik değil. Ben Seinfeld manyağıyım ve en sevdiğim karakter Frank Costanza!!!! Madem isimden konu açıldı, Ayçe ismini daha önce duymadım ben. Kim koydu bu ismi ne düşünüyordu o an peşine düştünüz mü bunun?
Ayce Abana: O an düşemedim tabii peşine henüz çok küçüktüm… Ancak daha sonradan öğrendiğim kadarıyla annem ve babam farklı isimler istedikleri için annem-Aylin, babam-Ayçe’de ısrarcı. İsimleri kağıtlara yazıp kura çekmek yoluyla kazananı belirliyorlar. Ayçe: küçük Ay demek… Ay gibi olan anlamında… Babamın tamamen bilinçli seçimi.. Çok renkli bir insandır çok ilginçtir her fikri… Ben seviyorum adımı…
Bay Frank: Marlon Brando “Annemin Öğrettiği Şarkılar” kitabında eski oyuncuların tek tipliliğinden bahsediyor. Clark Gable her filminde Clark Gable, Humprey Bogart her filminde Humprey Bogart’tı diyor. Bunu yıkan kişinin Stella Adler ve Elia Kazan olduğunu, başta kendi olmak üzere Actor’s Studio’da onların yetiştirdiği oyuncularla olduğunu söylüyor. Bu metodik yöntemle ilgili çok güzel birkaç anısını da anlatıyor hatta. Siz ise sanırım şu an çok daha farklı bir şey üzerinde çalışıyorsunuz. Metodik yöntemle farklılıklarınız var sanırım.
Ayce Abana: Höm! Aslında çok farklı değil… Oyunculuk yöntemlerinde henüz ‘o çok hatalı bir sistem bakın biz daha alasını geliştirdik’ diye bir şey yok… Her sistem bi öncekinin içinden ürüyor. Benim uzmanlık alanım Laban’dan başlayan bir süreçle, elbette Adler, M.Chekhov, Pia Muchin, Grotowski ağırlıklı ama diğer herşeyden de azar azar koyuyosun… Böylece de bir ‘yol önerici’ olarak kendi sistemini geliştiriyosun… İsveç’de Y.A.T adlı sistemi geliştirmişlerdi. Götebourgh Üniversitesi’ne onun temellerini öğrenmeye gittiğimde büyülenmiştim, sonra ABD Hartford’da da aynı tekniğin geliştirildiği döneme denk geldim. Bu çalışmalar ilk adımlarım için son derece yararlı oldu. Tabii ki bu sistemdeki alışkanlıkla son dönem beyin algı sistemi üzerine yapılan bulabildiğim tüm araştırmaları kullanıyorum… Çok ama çok araştırma var, her gün güncellenen bir saha bizimki… Psikoloji, sosyoloji, müzik, resim, ışık, renk, tarih, etimoloji, eleştiri yöntemleri, genel cerrahi, folklör, hatta astronomi ve daha nicelerini öğrenmekle yükümlüyüz. Evet arka arkaya sayınca saçma gibi duyuluyomuş 🙂 Metodik yöntemden kasıt Stanislavski ise evet farkları çok. Oyunculuk çalışmaları maalesef pek çok çeviri dilinde psikoanalistlerin yapması gereken işlemi yapmaya çalıştı. Bu süreçte de ne yiğitler evrildi 🙂 Oysa ki oyunculuk son derece sağlıklı bir işlemdir. Bir karakteri ya da tipi oluştururken büyük bir bulmaca çözer gibi çalışırız. O kimliğin kas hareketleri ve ağırlık merkezinden başlayan, nefes alışı, sesi, ritmiyle devam eden, davranışsal alışkanlıklarını oluşturmaya yönelik olan bütün araştırmalar bilimseldir. Bütün malzeme elimizde toplandığında da üç boyutlu resmini çizeriz o kimliğin… Resim sanatı tek boyutlu bir malzeme değil, psikolojisi ağırdır. Yani ne yaptık kısaca; sürekli malzemeler topladık. Oyunculuk işine başlayan insanlara sürekli ‘gözlem’ yapmaları önerilir. Gözlem yapın, ben başladığımda bana da söylendi ama neyi gözleyeceğim anlatılmadı. Çok da dağınık olmamalı elbette belli bir amaca yönelik toplanmalı malzeme… Tabii bu arada eve iş götürmek zorundasınız. Her an bilinçli olarak analiz edilebilmeli. Bilinçle cümleleştirilememiş duygular çok da yaşanmış sayılamaz bana göre. Anlayamadığımız değişimler olarak dalgalandırır bizi. Sadece ‘güzel, çirkin, iyi, kötü’ olarak adlandırabiliriz duygularımızı. Ama bu analiz sistemi böbrek üstü bezlerinin salgı miktarının tansiyonunuzda yaptığı değişimi bilecek kadar net olabilmeli ki bir repliği söylerken neden kulaklarımız kıpkırmızı oluyormuşçasına söylediğimizi bilmeliyiz.. Aslında olay tam olarak şu; tıpta nasıl ‘hastalık yok, hasta var’ ise, oyunculukta da tek bir metot yok, metotlar zinciri var. Böylece her rolde kendisini oynayan yukarıda saydığın oyunculara ‘istikrarlı üşengeç starlar’ diyebiliriz. Star sisteminde zaten başka kimlik oluşturanı döverler. Herkes o starı görmek ister. Ama oyuncu esnek bir plastik hamurudur. Bedeni mimik ve jestleri her kalıba sığabilmelidir. Küçük bir kavanoza sığan Marslı kediler gibi olmalıyız… Ama her oyuncu ‘yol önericisinden’ aldıklarıyla kendi metodunu geliştirmelidir. Reçete bu. Herkes bilir De Niro’nun çok üzücü bir telefon görüşmesinin iç repliklerini bir çarpma işlemi olarak düşündüğünü ya da Peter Brook’un bir ayini köylülere oynatırken ‘daire olup, gözlerinizi çok açın, kırpmadan önünüzdeki oyuncunun ensesine bakın, dur diyene kadar yürüyün’ komutu vererek harika bir sahne oluşturduğunu. Ya da Dustin Hoffman’ın ‘Marathon Man’daki işkence sahnesi için 3 gece uyumayıp yemek yemeyip, işkence görmüş adam gibi görünme metoduna Sir Laurence Olivier’nin ‘-neden böyle bir şey yaptın ki, oynayamıyo musun?’ efsanesini. Yanıtı çok uzattım galibaa ama 3 gün daha anlatabilirim burda kesiyim, merak edenlere ayrıca daha spesifik anlatırım
Bay Frank: Ya Marlon Brando’nun sistemi nasıl hatalı olabilir zaten hagsgsgsgs. Benim gözümde the best ever adam. Baya şey öğrendim bu arada az önce anlattıklarınızdan. Tiyatro oyunculuğu ile sinema oyunculuğu arasında ne gibi farklılıklar var veya var mı? Biraz da bundan bahsederseniz başka konuya geçebiliriz mesela Dario Fo gibi
Ayce Abana:Yahu tiyatro oyunculuğu ve sinema oyunculuğu arasındaki farkları paratomarcısı kurslar ürettiler 🙂 İki şey birden aynı paraya gibisinden… Yani bir alana bir bedava! Yani bir Cola alana Pepsi de bedava! Yani boyoz alana… Ehehe uzatmıyım, arada hiç bir fark yok Frankensteincığım… Temel aynıdır. Oyunculuk eğitimi tektir. Ancak performans aşamasında gösterdiğiniz kadraj değişiktir ki bunu öğrenmek için 3 aylık bir kursa gitmenize gerek yoktur zaten, ortalama bir akıl bunu çok kısa sürede çözümleyebilir. Tiyatroda da artık daha çok çerçeve sahneler ya da alternatif tiyatro mekanları -ki bunlar evin salonu büyüklüğünde 30-50 izleyici kapasiteli yerler zaten- olduğu için Antik dönem tragedyaları kadar büyütülmüş oyunculuklar yapmıyoruz. Bayaa odada gibiyiz, aynı şey kamera önü için de geçerli. Bu kurslar görüntü yönetmenliği ve kamera kullanımı dersleri vermedikçe anlamsızca insan kandırıyorlar diyebiliriz. Aslında her şey yönetmende bitiyor. Son dönemde en büyük iş yönetmene düşer ve bir oyuncunun çalıştırılması işi tüm ögeleri tek bir fikre göre yorumlayan yönetmendedir. Geçenlerde ev arkadaşım bir dizi izlerken denk geldim, herkes tiyatro sahnesinde bile değil, Bayram Skecinde oynuyormuşçasına kocaman mimikler, sesler kullanıyordu, o dizinin tarzı oymuş, yönetmenin tercihi deyip saygı duydum…
Bay Frank: Yönetmenin tercihi demişken bir de oyunculuğu küçümseyen Hitchcock gibi yönetmenler var. Oyuncu seçimlerinde de karakteristik yüze sahip olanları, senaryosundaki karakterlere en uygun yüzleri seçmiş gibi hep.
Ayce Abana: Olmaz mı?!? Oyunculuğu küçümseyen, yalnızca efekt üzerine çalışan, önemli olan tek şey senaryo diyen yönetmenler olduğu gibi herşey oyuncudadır diyeni de var bunun, kendi değişik denemelerinde başka bir ögeyi ön plana çıkaranı da -Kubrick gibi- var… Çeşit çeşittir bu yönetmen denilen mekanizma Frankly… Ya SouthPark’ın 11.Sezonunda 10-11 ve 12.bölümlerden oluşan ‘İmaginationland’ üçlemesinde meselaa yönetmenler arasındaki farkı şahane anlatır 🙂 Bana sorarsan en sevdiğim yönetmenler de üçe ayrılıyor: Woody Allen – Davit Fincher/Guy Ritchie ve Tim Burton meselaa… Hitchcock gerçek bir klasik tabii ki ama yöntem olarak ‘bu ne yaa, o oyunculuğu önemsemezse ben de onu önemsemem’ diyen mesleğe iman duyan oyunculardan olmadım hiç 🙂 Gerçekten de bazı filmler için çok büyük önemi yok oyunculuğun. Meselaa bak Mad Max’e-Fury Road- ne oyunculuk yapabileceksin ki orda zaten yapma, sırıtırsın… İşte tam burda şu soru gelir aklımıza; oyunculuk klasik bir metot üzerinden mi tartışılmalı? Hayır. Artık yalnızca dramatik oyunculuk sistemi yok ama halaa bunun metodu üzerinden gidiyoruz baksana. Oysa ki savaş sahneleri için, teknolojik araç gereçli sahneler, atlamalar, zıplamalar, dövüş teknikleri, beden geliştirici işlerle donanımlı bir ekip de var onlar da oyuncu ama başka tür oyunculuk yaptıkları için temel oyunculuk eğitimini çok daha limitli alıyorlar. Artık bazı filmlerin oyun konsollarından senaryoya ve sinemaya öykülendirildiği bir zamandayız. Bu yüzden de yine aynı cümleyi sarfedicem yönetmenin tercihi hangi türe uygunsa ona göre oyuncu çalıştıracak ve bu anlatmak istediği şey neyi gerektiriyorsa o birimlerle olacak, doğrusu da bu. Tabii ki bu sistem hala teknik olanakları sinemadan daha sınırlı olan tiyatro oyunculuğu için geçerli değil. Orada oyuncu asal öge şimdilik.
Bay Frank: İzmir’e dönüp kendi okulunuzu açmayı düşünüyor musunuz? Bence yapacaksınız bunu.
Ayce Abana: Fal kapadım bakacaksın… Senin üçüncü gözün fecii açılmış Frankofon’cum… Evet tabii ki böyle bir planım var ama İzmir ve Şirince iki bölümü olucak okulun… Selçuk-Şirince’de bahçesine amfitiyatro kondurduğumuz bir evimiz var… Ben 9 Eylül Üniversitesi’nde ders verirken Antik Yunan dönemi geldiğinde trene atlayıp Efes’e gidip orda ders yapardık öğrencilerle. Harika oluyor yerinde yapınca. Efes de bizim eve 10 dakika mesafede:) Baharlar ve Yaz ayları o tarafta olucak dersler kısacası, kış için de İzmir içinde ayrı bir mekan… Harika planlarım var… Yazdığım oyunları oynıycaz.. Yeni genç yazarların, Yazarlık ve Dramaturgi bölümü öğrencilerinin oyunlarını oynıycaz. Yaratıcı Drama yapıcaz. Vergileri kaldırıcaz. Sağlık hizmetlerini parasız yapıca… Dur ya durduramadım kendimi :)))) Ama o zamana kadar buralardayım daha 🙂
Bay Frank: Hahahahahaha. Falınıza baktım ve sanırım falınızdan ben çıktım çünkü bu Efes’te ders olayı falan çok hoşuma gitti. Lütfen bana izin verin Miletli Thales’ten başlarım Teos’lu Democritus’a oradan da Efesli Heraklit’ten çıkarım bu işi bana verin para da almam
Ayce Abana: AHAHAHAahah..:) Ay ekibime bak… Herkes senin gibi para almıycak allaam nihayet mutluluğu yakaladım 🙂 Hakikaten çok eğlenceli oralar tabii biz de biraz ana aksı saptırıyoruz bazen… Meselaa Efes’de geçen dedikoduları anlatıyorum önce… Mahalle dedikoduları onlar… Tam senaryoluk 🙂 Oradaki çalışmalara mutlaka gelmelisin yeme-içme-yatma bizden, anlatılacaklar senden… Sistem böyle 🙂 Pek çok alanında uzman arkadaşım gelip orada bizimle birlikte çalışacak… Müzik desen müzik, yoga desen yoga, resim desen resim, yazarlık desen yazarlık, rehberlik, dans, beden dili, sosyal psikoloji, astronomi, oyunculuk ve daha bir sürü…:) Yazdım seni ekibe Frank Sinatracığım…
Bay Frank: Filozoflarla ilgili tüm dedikodular bende, hepsinin foyasını ortaya çıkarıp, Heraklit’in gelmiş geçmiş en mükemmel insan olduğunu vurgulayarak konuyu kapatacağım, itiraz edenleri de sınıftan kovacağım sizden tam yetki istiyorum bunun için.
Ayce Abana: Heraklit çok iyi bi adamdı be….Ben de Logos’dan girerim anlatmaya… Ekip uyumu diye de buna derim çünkü ben de bütün öğrencileri atarım dersten… Atılmayan öğrenci sene sonunda imza dağıtır hayranlarına, zaten bir kişi bilemedin iki kişi olurlar 🙂 Ne harika bi meslek 🙂
Bay Frank:O zaman güzel yarınlara diyorum, karamsarların Jupiter belasını versin diyorum, güzel günler göreceğiz diyorum.
Ayce Abana: Ahah Jüpiter benim gezegenim hastasıyım… Ama Mars’ın yeri ayrı çünkü Freddie Mercury Marslı ki herkes Merkürlü sanır ama bu röportajdan sonra doğrusunu öğrenicekler… Yarınlar güzel olucak… Dibe vurmadan, ayağını yere vurmadan yukarı yükselemezsin… O açıdan en harika zamanları yaşıyoruz ki sanat en zorlu zamanlarda kendisine malzemeler edinir sonra da bunlardan ‘güzel’i doğurur… ‘Aşk’ın peşindedir sanat arar, yaratır, işler, paylaşır, yaşar, yaşatır… Dünya’yı kurtaramaz ama Dünya’yı kurtaracak olan ruhları besler…