Tiyatro ile ilk tanışmam ilkokul yıllarıma aile dostumuz ve komşularımız rahmetli Ayşegül Devrim ve eşi Avni Yalçın’a dayanıyor. Hafızam yanıltmıyorsa Ayşegül abla o yıllarda şehir tiyatrolarında Avni abi ise Dostlar Tiyatrosu‘nda. Çocukları Barış henüz doğmamış, sonradan kardeşim gibi olacak Devrim ise daha bebek. Vakit bulduğum her fırsatta onların evine kaçıyorum, o günler için hayal bile edemeyeceğim bir kütüphaneleri var. Dünya tatlısı ama öte yandan otoriter muhteşem bir kadın Ayşegül abla hem çok seviyorum hem çekiniyorum. Avni abiyi ise bir çocuk merakıyla sorduğum her soruya sabırla ve uzun uzun cevap verirken hatırlıyorum. Ve tiyatro kulisleri. Gerek Ayşegül Abla gerekse Avni abiyle gittiğim oyunlarda ya sahne arkasında kenardan ya da en önden seyrediyorum. Kimi zaman aynı oyunlara defalarca giderek. Çok yakın olduğun, tanıdığın insanların sahnede bambaşka kimliklere dönüşmesi büyüleyici bir çocuk için.
Ardından ilk gençlik yılları… Tiyatroya gitmenin günlük yaşamın bir parçası olduğu yıllar. Büyüdükçe tiyatrodan uzaklaşıyorum. “Büyük” oyunculuklar, sallanan dekorlar, olmayan bir gerçekliğin yapay halleri gibi geliyor. Evet, tam anlamıyla bu. Gerçek hayatın kötü bir kopyası gibi, gerçekçi olmaya çalıştıkça olamayan sahte bir algı dünyası. Kopuyorum. Uzun yıllar tiyatroyla ilişkim seyretmek yerine okumaya bırakıyor kendini. Başta kendime yakın bulduğum bir anlatım biçimi olan “in your face” gibi akımlar, Beckett, Artaud gibi isimlerle ilişkim ise sadece metin ve okumak üzerinden.
Moda Sineması ise benim jenerasyonum için Kadıköy’ün anılardan silinmeyecek mekanlarından. Sadece bir sinema salonu değil, buluşma, sosyalleşme alanı. Vizyon filmlerinin dışında görece iyi filmlerin geldiği tek salon. Erken gidip arkadaşlarınla oturup çay içeceğin (o zamanlar kahve hayatımızda bu kadar yok) vakit geçireceğin Kadıköy’ün az sayıdaki özel mekanlarından. Zamanla oradan da kopuyorum dışarıda film seyretmekten vazgeçmemle.
3 yıl kadar önce Güneş bir cumartesi sabahı Kemal’ler Moda sinemasını aldılar sahne yapacaklar hadi bir uğrayalım, bir şeye ihtiyaçları var mı sorarız diyor, gidiyoruz. Gençliğimin Moda Sinemasına yıllar sonra tekrar giriyorum. Bir sürü insan üstleri başları toz içerisinde inşaatın içinde koşturuyor, uykusuz, yorgunlar ama heyecanları, keyifleri yüzlerinden okunuyor. Kemal’le tanışıyoruz. Hani kimi insanlar vardır tanıştığınız gün sanki yıllardır tanışıyorsunuz ve uzun zamandır görüşmedikten sonra tekrar buluşmuşsunuz duygusu yaşarsınız. Öyle bir duygu. Moda Sahnesi’ni konuşuyoruz, yapmak istediklerini, hayallerini anlatıyor. Hafif kırlaşmış saçları ve sakalları arasında hiç büyümemiş, büyümeyecek bir çocuğun gözlerini ve hayallerini görüyorum. Işıl ışıl.
Stienbeck’in “Altın Kupa” romanını ilk kez Ayşegül ablaların kütüphanesinde bulup okumuştum. Büyücü Merlin Henry’ye gökteki ay’ı ele geçirip tıpkı bir altın kupadan içermiş gibi ondan içmek istediğini ancak bunu küçük bir çocuk olarak kalması şartıyla gerçekleştirebileceğini söyler. Koşarken tırmanırken ayı ele geçiremese bile bir ateş böceği yakalayabileceğini…
Kemal Aydoğan ve Moda Sahnesi bir değil birçok ateşböceği yakalamayı şu kısacık sürede başardı, tecrübelerinin yanı sıra yaptıkları işe inançları ve sevgileriyle… Sırada ay’ı ele geçirmek var… ve o gün kocaman bir masada birlikte oturup aynı kupadan ay’ı içmek…