Kar taneleri ince ince Beyoğlu’na düşüyor. Kaldırım taşları bembeyaz. Dükkanların tentelerin üzerine dev kar kütleleri birikmiş, camlı ise buhar içinde. Soğuktan yanakları kızarmış mekân sahipleri kar yığınlarını temizlemeye çalışıyor. Ağızlarından çıkan buharlar, ellerinde şemsiye, kafalarında bere, şapka ve boyunlarında kalın yünlü atkılarla insanlarla cadde üzerinde bir yukarı bir aşağıya doğru gidiyor. Her birinin farklı bir hikayesi her birinin farklı bir zaman algısı var. Adımlarının ritmi onların telaşlı mı yoksa sakin bir şekilde yürüdüklerine dair ipucu veriyor. Sokağın bir yerinde apartman kenarında paltosunun yakaları kalkık, saçlarını özenle geriye taranmış önünden geçip giden hayatlara merakla bakan biri vardır. Uzaktan kayıtsız bir ifadeye sahip gibi görünse de kalabalıkların dışındaki adam duyduğu tüm konuşmaları, sesleri, gördüğü yüzleri bir sinematograf gibi kaydeder. Kayıtlar sonradan oynatıldığında her biri bir hikâyeye dönüşecektir. Zamanın ritmine kendini kaptıranlar onu göremezler. Sadece tıpkı onun gibi bu dünyanın dışında kalabilme maharetini gösterebilmiş birisi onu görebilir. Heyecanına yenik düşüp, yanına gidip “Siz o yazar mısınız?” diye sormaya kalksa ciddi bir ifadeyle nezaketini hiç bozmadan “Karıştırdınız herhalde” diyerek, kendisini görünmez kılacak kalabalığın arasına bırakıp, ortadan kaybolur. Elleri cepte başka bir yola sapar. Yönünü belirlemez, hikâye onu nereye götürecekse oraya gidecektir. Adımları onu bazen birahaneye, bazen kahvehaneye bazen balıkçıların arasına bazen yolda dikkatini çeken kendi hikayesini cebinde taşıyan birisinin önüne çıkarır. Hikâye dedektifidir bir anlamda. Olay mahalline ustalıkla, zamanında varır. Ay sonunu getiremeyenlerin, cepleri her daim delik olanların, hayattan iki sille tokat yemişlerin, yalnızların, bedbahtların hikayelerini toplar. O yazmazsa, yaşanmış sayılır hayatları? Bir kedi sessizliğinde, ritimlerinde dolaşır şehirde, vitrinlerin, insan yüzlerinin arasında; ta ki oradan sıkılıncaya kadar. Kentin kaosundan, gürültüsünden kaçıp Burgazada’da bir ağaç gölgesine sırtını verip denizi seyretmeye başlar. Bir balık teknesi arkasında köpükler bırakarak usul, usul geçer. Tepede mutlaka bir martı serbest dalış yapar. Bir yerlerden nereden geldiği belli olmayan bir “Hiş,hişt” fısıltısı böler ama artık o da hikayenin bir parçasıdır. Dünya her şeye rağmen seyredilmeye değer bir şeydir çünkü.
Sait Faik Abasıyanık’ın öykülerinin temel çıkış noktasının evden çıkıp, rotasız yürüyüşlerle başladığını söylersek sanırım bir yanlış yapmayız. Onun hikayelerinde genelde bir meslek erbabı olmayan hadi illa bir şey denilecekse günlerini avarelikle geçiren mesai saatlerinde bazen kentin içinde bazen de kırda yürüyüşler yapan dünyayı iştahla izleyen ve hikayeler arayan karakterlere rastlarız. Kendi kendilerine konuşurken “Yürüyordum. Yürüdükçe de açılıyordum” diyen insanlardandır. Cümlelileri, düşünceleri dışa dönük değildir. “İç hatlardan” dünyayla irtibat kurup, onu anlamaya çalışırlar. Çizgilere basmadan yürürler, kalabalıkların arasında görünmez olurlar. Her daim bir ‘Beyoğlu düşünün’ içindedirler. Zamansızdılar, zamanın içinde özgürce süzülürler. Dolayısıyla onlar için modern dünyanın en eski kahramanlarından biri olan flanör diyebiliriz sanki. Peki, kimdir flanör? Sait Faik dünyasına nasıl bir konumları vardır?
Hikayeler, tesadüfler ve yürüyüş
Flanör, Walter Benjamin’in 18.yüzyıl dünyasını, modernliği daha net bir şekilde tarif edebilmek için Baudelaire’in karakterlerinden çekip çıkardığı kendi deyimiyle “Düşünür-gezerdir.” Kentin içinde özgürce, dolaşan yeni kurulmaya başlayan modern kent hayatını (Modern dünyanın ilk başkenti Paris’te ortaya çıkması şaşırtıcı değildir) ışıltılı dükkanları, insanları kısaca her şeyi merak içinde izler. Kalabalıklar içindeki yalnız ve mesut insan tiplemesinin mucidir. Sait Faik’in karakterlerini de kentin içinde rotasız yürüyüşler yapan her adımlarında gördükleri şeylerden hareketle düşüncelere anılara dalan tiplerdir. Yalnızdırlar. Zaten yürüme tek kişilik bir eylemdir. İki kişi sohbete dalıp ritim düşebilir. Sait Faik’in karakterleri ise ritimli yürüyüşçülerdir. Bu bazen tehlikelere karşı siperdir; neticede yollar tekinsizdir. İstenmeyen birileriyle karşılaşabilirsiniz. Bazen geçmiş sizi bir yerden çevirir, hesap sorar. Böyle anlarda yürüyüş hızı en az caz davulcusu kadar ritimli olmalıdır. Bir Sarhoşluk adlı öyküsü tam bu vaziyete uygundur. Anlatıcımız gizemli bir adamın peşine takılıp yürümeye başlar. Adam kimdir? Geçmişten biri midir? Onun onda çeken nedir? Sorulara yanıt bulabilmek yürüyüş hızına bağlıdır. Bazen de arka sokakta neler olabileceğine dair derin bir merakla sürat arttırılabilir.
Flanörün esas önemi hoyrat zamanın dışarıda, gölgede bıraktığı hikayeleri derleyip, toplayıp kaleme dökmesindedir. Varlığı unutulacak ya da hiç yaşanılmamış sayılacak tüm olaylar onun sayesinde sonsuzluğa karışır. Kente baktığında herkesin gördüğü manzarayı görmez. Manzarasına usta bir montajcı gibi çağırır. Gerçekliğin ayarıyla oynar. Ünsal Oskay’ın tarifiyle “Bir tülün ardından bakar dünyaya” Bakış açısına giren tül kiri, pası, kaosu örter bir anlamda.
Saik Faik’in dünyası da bundan uzakta değildir. Öykülerinde kahvene köşelerinde manzaraya dalan karakterlerle hasbihal halindeyizdir sürekli. İleride tıp dünyasında İlhami Algör sendromu da olarak tarif edilecek “Reel-ideal” çatışması vardır Sait Faik’in tiplemelerinde. Gerçek ağırdır. Hayal onu hafifletir; en azından insana yaşadığını hissettirir. Kent ancak hayal alemine dalınınca çekilebilir hale gelir. Belki de çay üstü içilen sigara keyfiyle çağrılan bir hayalle… Barometre adlı öyküsünde tam böyle bir sahne vardır: “İşte böyle sabahlarda, sabahları ağaca dayanıp nereye gideceği üstünde yazmayan bir hayali travmay beklemek…” Sait Faik’in öykülerinde kentin içinde hayale kaçmanın en önemli nedenlerinden biri kentin insan üzerinde yarattığı derin tahribattır. Kent yorucudur, hızı baş döndürür üstelik kalabalıktır. İnsan böyle bir yerde kendini unutur. İnsanın evi gibisi yoktur. Lüzumsuz Adam’da zorunluluk olmadıkça kente gitmeyen gittiğinde de hemen geri dönen “mahallenin mutlu sakini” olmak da meziyettir. Gelin görün mahalle de kesmez insanı. Hep aynı şeyler sıkıntıya sürüklemez mi insanı? İşte, o zaman gitmek lazımdır. Doğa sakinliğiyle, dolaysızlığıyla kaçış noktasıdır. O yüzden Sait Faik için doğaya kaçış lirik bir direniştir. Orada kendisi gibi olabilir. Dünya seyredilmeye değer bir şeydir her şeyden önce. Burgazada’da denize bir kahveye tüm dünyayı sıkıştırmak, hayaller kurmak, insanlara roller biçmek, bulut geçişlerine, balıkçılara, etrafında toplanan kedilere, ansızın yağan yağmura, kıyıya vuran dalgalara bakmak mühim bir iştir. Diğer taraftan kent sunduğu imkanlarıyla, yarattığı arzuyla hala çekicidir. Orada da dikkate değer bir şeyler vardır. Üstelik flanörlüğün görünmez perdesiyle kalabalığın arasına sızdınız mı kendinizi tesadüflerin arasına bırakırsınız. Bu “son bakışta” yakalanacak bir aşk hikayesinin başlangıcı da olabilir, cümlenin ortasından başlayan bir dostluk da. Mahalle Kahvesi’nde anlatıcı vaziyeti şöyle tarif eder: “…Ana caddeleri, arkadaş tesadüflerini, malum kalabalık yolları bırakmış, karın daha tez, daha temiz biriktiği, insanların az geçtiği bir semte gitmek için tenha travmaya atlamış, buraya gelmiştim.”
İşsizliğin ayıp sayıldığı. Maaşın, kariyerin, sahipliğin önemli bir çağda aylaklık haliyle tembellikle eş değer görülür. Şimdilerde söyledikleriyle giderek bir izme dönüşen Teoman’ın dediği gibi “Boş boş dolanıyorum” demek değildir flanörlük. Tam tersine ciddi bir iştir.
Bir dedektif gibi hikâye peşindedir gün boyu. Benjamin’in sıklıkla ironik iğnemelere tabii tuttuğu flanörün sınıf bilinci tam gelişmemiştir ama 60’lı yıllarda radikal bir şekilde değişecektir. Sait Faik da sınıf bilinci vardır. Sait Faik’in aylaklığı sınıf bilincinden uzak değildir. Neye itiraz ettiği varoluşunu nasıl konumlandırdığının gayet bilincindedir. Aylaktır çünkü üzerine giydirilmeye çalışılan kariyer günleriyle işi yoktur. Mülkiyetten uzaktadır. Lirik kaçışları buradan görebilir miyiz? Mümkündür belki de… Övgünün az, paranın neredeyse hiç olmadığı bir alanda edebiyatla kimliğini bütünleştirmiştir. Yolun zorlu tarafını seçmiştir. Kalem erbabı olarak emeğinin görülmemesinden şikâyet eder örneğin. Kafa ve Şişe’de geçtiği gibi: “Aylak mı gezersin? “Bir iş yaparım ama iş yerine geçmez”.
Yürüdükçe kadrajına giren emekçileri anlatması bundandır biraz da. Onun aylak gezeri, her daim balıkçılar, fabrika işçileri, hamallarla birlikte yürür. Öykülerin önemli bir kısmında fukaralar, ay sonunu zor getirenler, pantolonu yamalıların esaslı hikayeleri vardır. Sait Faik’in aylak gezeri gün boyu sokak, sokak, cadde cadde bu insanlarla konuşur, onları dinler.
Güneşin yavaş yavaş kendini gösterdiği, bulutların mavi renginden baharın giderek yaklaştığının hissedildiği, dükkanların açıldığı, sokağın yavaş yavaş kalabalıklaşmaya başladığı bir Beyoğlu sabahı, kendinizi kalabalığın akşına bırakın. Giderek siyah, beyaz bir fotoğraf karesine dönüşmüş, nostaljiye sıkışmış bu köklün sokağın yıkılmak üzere olan bir apartman kıyısında beyaz pardesüsü, ağzında sönmeyecek sigarasıyla manzaraya dalmış efkarlı yüze sahip birini görürseniz ona mutlaka “Hişt,hişt” diye seslenin. Mutlaka size nazik bir gülümsemeyle bakış atacaktır. Gerisi edebiyat, zaten hep öyle olmadı mı?
Kaynakça:
MODERN TÜRK EDEBİYATINDA FLANÖR DÜŞÜNCE: SAİT FAİK ÖRNEĞİ: Yasemin Çeker