Diren sanat: Müzede bir ‘Yaralı Venüs’

0
66

Bugünkü yazıma tarihte baltanın direnişe hizmet ettiği önemli bir sanatsal bir eylemi anlatarak başlayacağım. Balta sözcüğünü duyduğunuzda gözünüzün önüne tekinsiz bir bakanyüzü gelirse görmezden gelin. Soğuk ve sevimsiz şakamı da şimdilik unutuverin, çünkü daha mühim meselelerimiz var, konu Sanat ve Direniş!

Yıl 1914. Kadın haklarının ateşli savunucusu İngiliz Mary Richardson, üzerinde pek de dikkatleri çekmeyen gri eteği ve paltosuyla Londra Ulusal Müzesi’ne girer. Diego Velázquez’in Aynadaki Venüs tablosu önünde durur. Cebinden çıkardığı kısa saplı baltayla, önce koruyucu camı kırar, sonra resmin üzerinde düzensiz yarıklar açar. Amacı, süfrajet hareketinin öncüsü Emmeline Pankhurst’un, Londra Holloway Hapishanesi’ndeki tutukluğunda uyguladığı açlık grevi sırasında uğradığı muameleye dikkat çekmektir. Buhareket, İngiltere’deki kadınların oy hakkına sahip olmamalarını, cinsiyete dayalı ayrımcılığa uğramalarını ve ülkede kadın bedeninin tüketim biçimlerini protesto etme amacıyla gerçekleştirilen propaganda eylemleri dizisinin bir parçasıdır. Richardson’ın bu derece önemli bir müzeyi ve bu kadar ünlü bir çıplak kadın tablosunu seçme nedeni, devletin kültür koruyucularının değerlerini alaşağı etme ve kurumsal iktidarla kadınlığın sunumunun kesiştiği noktayı hedef göstermektir. Mary Richardson’ın bu eylemi, vandalizm diye tanımlanarak kestirip atılamaz. Çünkü Richardson, tabloyu yok etmek yerine dönüştürmüş ve bir “Yaralı Venüs” imgesi yaratarak, aslında kadın hakları için kendini feda eden Pankhurst’ün ve acı çeken tüm kadınların ortak portresini oluşturmuştur. Eylem, sanatın kendisi haline gelmiştir. Peki, sanatın eylem hali, toplumları nasıl değiştirir? Gelin, biraz da buna bakalım. 

Rönesans’a yön veren Medici Ailesini düşünün. Floransa’nın bu meşhur ailesi, sanat dehalarına önemli yatırımlar yaparak şan ve şöhretlerini, güçlerini pekiştirmişlerdi. Dönemin tablolarında Medicileri temsil eden portakal ağaçları, onların Floransa’ya getirdikleri baharı simgeliyordu. Sanatın o günlerdeki misyonu, güç, iktidar ve otoriteyi kalıcı hale getirmekti. Peki sanat, hamilerinin boyunduruğundan kurtulunca ne oldu? İşte sanat asıl o andan itibaren doğal yaratıcılığına kavuştu ve ehlileştirilmesi neredeyse imkânsız, kontrolü kolayca ele geçiren tabiatıyla, güç ve tahakkümle yöneten iktidarların korkulu rüyası haline geldi. Elbetteilerleyen yüzyıllarda bu güçten korkmak yerine ondan yararlananlar da olacaktı. 1940 yılına geldiğimizde, Amerikan Soyut Dışavurumcular Ekolü,  saf ve özgür sanatın tescilli bir örneğini temsil edecek, Soyut Dışavurumculuk, Soğuk Savaşın en hararetli zamanlarında devlet propagandası programına dahil edilecekti. O tarihlerin feminist dergisi Heresies için yazan sanat eleştirmeni Lucy Lippard, ‘iyi propaganda’ nın sanatın tam da olması gerektiği hali olduğunu savunacaktı. Lippard’a göre, sanat bu haliyle en önemli görevini, yani etrafımızda neler olup bittiği hakkında yeni bir görme ve düşünme biçimi yaratan bir provokasyon sağlama görevini yerine getirmekteydi. Bunu da işlevi, yeri, kamusal veya özel alanda biçimlendirilmesi, başka tür nesne ve faaliyetlerden oluşan ağlarla olan bağlantısıyla sağlamaktaydı.

Kim korkar hain iktidardan?

Tabii sanatsal üretim, gerçek kimliğini bulana kadar pek çok sınavdan geçti. Geçiş aşamalarında, özellikle iki ismi not etmeyi önemli buluyorum. Birincisi, sanatçının politik duruşunu kaynak alabileceği düşüncesinin ilk örneği olan, Jacques-Louis David. David, Fransız Devrimi liderlerinin portrelerini yapıp kutlama törenlerini tasarlayarak, devrim ideallerinin yayılmasını sağlamıştı. Çağdaşı Francisco de Goya’nın ise muğlak bir konumu vardı. Goya, 1799 yılında İspanya Kralı’nın baş ressamlığına atanmış bir Saray ressamıyken, bireysel duruşuyla iktidarın suistimalini ve savaş vahşetini eleştiren grafik eserler de yapmıştı. Belki de bireysellik ve sosyal bağımsızlık tezinin daha rahat dillendirilebildiği Romantizm akımı, bu duruştan aldığı cesaretle yolunda daha rahat ilerleyecek, sanat Saray’ın egemenliğinden çıkarak ifade özgürlüğüne kavuşacaktı. 

Eugene Delacroix’nın “Halka Yol Gösteren Özgürlük” tablosunu hatırlarsınız. Sanatla direnişi temsil eden ilk önemli eserdi. Despot hükümdarlıkla, özgürlük, eşitlik ve kardeşliği, burjuvaziyle fabrika işçisini, sosyal adaleti sağlama uğrunda feda edilenlerle direniş ve başkaldırıyı, hem karşı karşıya hem yan yana koyarak, sanata dair o güne kadarki tüm ezberleri bozmuştu. Sonra, Delacroix’dan ilham alan, hatta tablosunda onu model olarak kullanan genç ressam Theodore Gericault’nun “Medusa’nın Salı” tablosunu hatırlayın. Göz göre göre gelen deniz kazası – hatta gelin buna “liyakatsizlik kazası” diyelim – sonrası, elitlerin halkı ölüme terk ettiği, insanın insanı çiğ çiğ yediği o vahşeti, ne varlığa ne de gücedoyamayan bir güruhun ruhunu, sanattan başka hangi güç bu kadar görünür kılabilirdi? Goya’nın “Ve Çare Yok” tablosu karşısında, “Hayır, çare var!” diye haykırmamak, bizde uyandırdığı hissi dizginlemek mümkün mü? Courbet’nin “Sanatçının Atölyesi: Gerçek Bir Alegori” tablosunda, toplumda tüm olup bitenlere karşın manzara resmi yapmaya devam eden, halk ve halkın sorunlarından kopuk bir ressam tasviriyle, yaşamın görmezden gelmekte ısrar ettiğimiz gerçekleriyle yüzleşmez miyiz? İlya Repin’in “Volga’da Sal Çekicileri” tablosunda, dünyanın bir yerinde, tarihin bir noktasında, bozulmuş dengeler bizi huzursuz etmez mi? Zaten Repin de bu tablosu için, “Berbat toplumumuzun tüm canavarlıklarını acımasızca eleştirmeyi amaçladım” demiştir. İşte sanatın sessiz çığlığının gücü! 

Dünyaya korku salmakla şişinen Hitler, sanattan korkmadığını söyleyebilir miydi? Tüm faşist iktidar örneklerinde olduğu gibi, Nazi Almanyası’nda da sanat, yırtıcı bir aslanmış gibi kafese tıkılmaya çalışılacak, ancak kendisinden beklenen uysallığı reddedip daha da palazlanacak vegür kükreyişi her yerden duyulacaktı. Duruma en çarpıcı örnek, Fotomontajı faşizme karşı bir kırbaç gibi kullanan James Heartfield ’ın çalışmalarıdır. Nazi sembolü haline gelene kadar iyilik, hayır ve şansı simgeleyen Svastika (gamalı haç), James Heartfield ’ın sert mizahıyla bambaşka öyküler anlatacak ve iktidarı çok huzursuz edecekti. Dadaizm’in, o güne kadar hüküm süren burjuva sanat biçimlerine kafa tutan şok edici etkisi, devrim niteliğindeydi. 

Klasik resim anlayışını temellerinden sarsan bir başka akımsa Kübizmdi. Akımın öncülüğünü yapan Picasso, meşhur Guernica’sıyla, keyfi bir şiddetin yol açtığı trajik parçalanışıanıtlaştıracaktı. Burada, sanatçının “Resim daireleri dekore etmek için yapılmaz, bir savaş aracıdır.” sözünü de anımsamakta fayda var. Sanatın bir “karşı savaş” hareketine dönüşebilen gücüyle bu sayede tanışacaktık. Buraya küçük bir not düşelim; Guernica Picasso’nun kariyer hayatı boyunca yaptığı tek bilinçli propaganda çalışmasıdır. Tam olarak doğrulanamamakla beraber tablodaki boğa figürünün Franco yönetimini ve faşizmi, at figürünün Cumhuriyet veya “halkı” temsil ettiği varsayılır. Resimde siyah beyaz bir format kullanılması da bilinçli bir harekettir, böylece haber fotoğrafları ve haber filmleriyle bir kıyaslama yapılması ve tablonun buralardaki görüntülere alternatif teşkil etmesi amaçlanmıştır.

Sanat, yüksek kültürün değişmez değerlerini temsil ettiği dönemi, iktidar ve ayrımcılığı meşrulaştırma amacını terk ederek, muhalif tabiatına döneli beri bileğini bükemediğimiz bir güç. Hükümdarları ve despotları hor gören, bulduğu her fırsatta onlara saldıran İngiliz şair Percy Bysshe Shelley, boşuna “Şairler dünyanın hor görülmüş kanun yapıcılarıdır” dememişti. Yirminci yüzyılda sanatçılar, kendi dönemlerinin egemen değerlerine karşı çıkarken, kitle iletişim araçlarının mesajlarını tersine çevirme potansiyelleriyle bu güçlerini bir kez daha doğrulayacaklardı. Nazi yönetiminin bağımsız sanat topluluklarını dağıtması, bu gücü bertaraf etme çabasıydı.  Halbuki Amerikan sanatı, Nazi Almanyası’nda kaçan sanatçılar sayesinde yükselişe geçecek, sanat kanunları koymayı sürdürecekti. Faşist iktidarlar belki deen çok bundan korkmuşlardı, güçleri ellerinden alınırsa ne yapacaklardı? Gücünü sanattan alan kitlelerle nasıl başa çıkacaklardı?

To be continued: Bu film burada bitmez!

Sanatın direniş hali, anlatmaktan hiç yorulmayacağım uzun bir konu. Sizi sıkmamak için bugün burada bırakacak, sonraki yazılarımda, toplumun eleştirilmesinin başlı başına bir devrim olduğunu iddia eden Bertolt Brecht’ten, Kızıl Roketler ’den bahsedecek, sanatta bir politik karşı çıkış eylemi olarak Dadaizm’in ayrıntılarına gireceğim. Ne de olsa Duchamp’tan bahsetmeden Sanatla Direniş öyküsü tamamlanamaz. Kathe Kollwitz’in sosyalist ve savaş karşıtı afişlerde kullandığı resimleri, galerilerden gazete sayfalarına ve sokak duvarlarına uzanan çalışmaları da çok önemli, elbette Fütürist Manifesto da… Hanna Höch, Otto Dix, Joseph Beuys gibi asla atlanmaması gereken isimlerin bakış açılarına da mutlaka yer verecek,Dejenere Sanat Sergisi’ndeki çalışmalardan örnekler sunacağım. Ama size en çok da, müze ve galerilerde sıkıştırıldığı köşelerinden özgürleşip kamusal alana taşan aktivist sanattan,Banksy’den, Blu’dan, Pippa Bacca’dan, Gerilla Girls hareketinden bahsetmek için sabırsızlanıyorum. Gezi’den bugüne ülkemizdeki direniş hareketlerini sanatsal yönüyle masaya yatıracak, konuyu ülkemizdeki bir aktivist sanatçıyla yaptığım röportajla daha da lezzetli hale getireceğim. Umarım boyumu aşan sözler vermemişimdir. 

Unutmayın, şiddet en çok sanattan korkar. Çünkü insan kötülükleri unutur, ölümleri unutur,ama sanat unutturmaz. 

Bir sonraki yazıma kadar, sanatla kalın! 

Yararlanılan Kaynaklar: 

1. John Berger.(2013). Bir Fotoğrafı Anlamak. İstanbul: Metis Yayınları

2. Meltem Yakın Üldes. (2025) Politik Sanat: Sanat Dünyayı Değiştirebilir mi? Eğitim notları. Ankara: Um:ag 

3. Toby Clark. (2004). Sanat ve Propaganda (Birinci Baskı). İstanbul: Ayrıntı Yayınları

Önceki İçerikJapon Motosiklet Alt Kültürleri: Kaminari-zoku ve Bosozoku…
Sonraki İçerikMüslüm Baba, Bowie, Cohen, Björk ve köprüleri birleştirmek
Ankara Atatürk Anadolu Lisesi ve ODTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü’nü bitirdi. Kurumsal hayata Tepe Holding bünyesinde, iç mimar ve ürün tasarımcısı olarak atıldı. Ürün ve mekân tasarımları yaparken bir yandan da modayla ilgilendi ve yarışmalara katıldı. Aldığı derecelerle yönünü modaya çevirdi. Ankara, İstanbul ve Fransa’nın Nice şehrindeki çeşitli firmalar için koleksiyonlar hazırladı ve uluslararası fuarlarda sergiledi. Bir yandan da yerel gazeteler için moda yazıları hazırladı ve röportajlar yaptı. Hande Fabbro 2021 yılında Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde “Gazetecilik” okumaya başladı. 2017 yılından beri kurumsal iletişim ve perakende yöneticiliği alanında çalışırken, tasarımda etik ve sürdürülebilirlik, mutlu ve pozitif yönetim modelleri başlıklarına özel olarak eğiliyor. Siyasal felsefe alanında üç eser çevirisi bulunan Hande Fabbro, İngilizce, Fransızca ve orta derecede İtalyanca biliyor.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz