Cumhuriyet’in 100. Yılında, Türkiye seçimini yaptı. Değişim defteri, şu anda kestirilmesi pek de mümkün olmayan bir süreliğine kapandı. Bu defteri yeniden açmak mümkün olacak mı? Nasıl bir lider profili bunun beyaz sayfalarına yeniden güzel bir şeyler yazabilecek? Bu ne pahasına gerçekleşecek?
Olayı siyasi yaklaşımlardan azade tartmaya çalışmak gerekiri bazı şeylerin yerli yerine oturması için. Klasik, alışılagelmiş bir seçim süreci yaşamadık. Sosyal medya çığırtkanlığının bizleri ele geçirdiği, show tadında açık hava toplantılarının katılımcılara mesaj vermek yerine onları coşturmaya odaklandığı, yaşamın hiçbir anına bulaştırılmaması gereken kötücül mesajların havada uçuştuğu bir dönemeçten yorgun çıktık. Bu bir seçim miydi, yoksa bir kavga mı? Aklımızla, olayları değerlendirebilme yeteneğimizle resmen dalga geçildi…
Nihayetinde, “bildiğimiz kötü bilmediğimiz iyiden, iyidir…” şeklinde bir sonuç çıktı karşımıza. Erki elinde tutan ve bunu bırakmanın kendisi için yıkım olacağını iyi bilen bir taraf, halk adına kullanılması için kendisine emanet edilmiş güce ele koyarak diğer tarafı etkisiz kıldı. Diğer taraf, iyiyi, doğruyu, güzeli gündeme taşımak için kolları sıvamıştı. Ancak bu değerlerin normatif karakterinin farkına varmamışçasına kullandığı romantik üslubun, etkilemesi gereken kitlede karşılığı yoktu. Hiç olmadı. Dün olmadı, bugün olmadı, yarın da olmayacak… Güzeli yaşa(ya)mamış olanlardan buna sahip çıkmalarını beklemek işin doğasına aykırı bir durumdu.
Evine doğru dürüst ekmek götürmekte zorlanan, yüksek kiralar altında ezilen, yaşamında yoksulluğa mahkum edilmiş halk kitleleri, on binlerce kişinin yaşamını yitirdiği deprem bölgesindekiler dahil olmak üzere, oyunu değişimden yana kullanmadı. Yeninin kendilerine açacağı ufuklardan çekindikleri için, değişime hazır olmadıkları için, ihtiyaçlarının şu veya bu şekilde kapılarına bedelsiz getirildiği için, tembelleştirildikleri, efsunlandıkları için düzenin devamına oy verdiler. Yoksa aldıkları yardımları kaybedecekler, hiç pahasına elde ettikleri yöresel ayrıcalıklar ellerinden kayıp gidecekti. Güç ve biat kültürünün hiyerarşik düzen içinde gerçekleşmesinden, kendilerini bu düzen içinde konumlandırabilmelerinden hoşnuttular. Kapalı havza içinde yaşamaktan mutlu, rekabetten uzak, düşünme yetisini uzun süre önce yitirmişlerdi.
Seçim sonuçlarını gösteren haritaların yıllar içinde değişim göstermemesinin nedeni siyasi düzenin patlamasından önce, sosyal düzenin tahrip edilmiş olmasıdır, desem abartmış olmam her halde. Yaşamdan beklentilerin bu denli farklı olduğu kutuplaştırılmış toplumlar asgari müşterekte birleşme, müzakere etme, serin kafa ile düşünme gibi uygarlık yetilerinden koparılmış toplumlar değil midir? Ha bir de toplum mühendisliğinin derslere konu olacak güzel örnekleri de var tabii ki.
Seçim parantezi kapandı. Her şey yerli yerine oturtuldu veya oturtulacak… Değişimin en has savunucuları dahi sayfayı çevirip kitaplarını kaldıkları yerden okumaya devam ediyorlar. Muhalif cephe suskun. Siyasiler kapalı kapılar ardında kozlarını paylaşıyorlar. Kendilerine oy veren halktan uzak, hatta ona görünmemenin telaşı içindeler. Muzaffer ordunun neferleri ise, seçimin ertesinde zafer nidaları ile doldurdukları sokak ve meydanları boşaltmışlar, yaşamın gerçeklerine dönmüşler, istemeye istemeye.
***
Bir zamanların moda tabiri ile, orta direğin cenazesi kaldırılıyor. Kentli, eğitimli, yurtdışı ile şu veya bu şekilde bağlantısı olan, sanat sever, tatil yapmaktan hoşlanan beyaz yakalı veya meslek erbabı büyükçe bir grup sefalette eşitleniyor. Her şeyin vasat seviyenin de altına sıkıştırıldığı bir ortamda onların yaşamlarını sürdürmeleri kolay değil. Biat etmek yerine saygı göstermeyi yeğleyen, otoriteye karşı haklarını savunmayı seçen, geleceği için ter döken, çocukları için endişelenen kişilerden söz ediyoruz.
Her şey bitmedi tabii. Yaşamın dönemeçlerinin neler getireceğini kestirmek mümkün değil. “Yukarıdakiler & Aşağıdakiler!” : Uzun bir süredir yaşanan bu toplumsal dayatmanın önümüzdeki dönemde pekişeceği öngörülebilir. Bu iki grubun arasındaki mesafe açıldıkça, yukarıdakilerin aşağıdakileri duyma, görme, anlama, empati kurma istekleri azalacak, bunu gitgide gereksiz bulacaklardır.
Bu gerçeğe serin kanlı bir değerlendirme yaparak yanıt vermek gerek. Kişi nereden geldiğini ve nereye gitmek istediğini biliyorsa ve bunda yalpa yapmıyorsa yola doğru başlamış demektir. İçinde yaşadığı toplumun gerçeklerine müdahale edemiyorsa, kendisini hedefinden saptıracak olumsuzlukları durduramıyorsa – ki son tahlilde bunu başarmak kolay olmayacaktır – umutsuzluğa kapılmak yerine mücadeleyi elden bırakmamalıdır. Halkanın içinde olanlardan farklı bir şekilde, dışında olanlar için kesinlikle adaletsiz bir durumu ifade etse de, arzuladıklarına ulaşmak için terlemeleri gerekecektir.
Bizler, bizden önce gelen nesiller, bizden sonra gelen nesiller… Bizlere emanet edilen değerlere gereken özeni göstermedik. Tarih bu nesilleri bencil olarak değerlendirecektir. Çoğumuz uygar değerleri taçlandırmak yerine bencil adımlar atmaktan geri durmadı. Varislerimizin gelecek kuşaklar olduğunu fark etmedi. Nafile bir koşturmanın dişlileri arasına sıkışıp kaldı.
Bunu aşmak, toplumsal bir dayanışma ile yarınlarına güvenle bakan bir gençlik yetiştirmek elimizde. Kimse bunun kolay olacağını söylemiyor. Ama defalarca denemeye değer. Unutmamak lazım ki karanlığı yenmenin yolu bir kibriti yakmaktır.
“Hiçbir yararı olmayacağını bile bile insan kalmanın çok önemli olduğunu düşünüyorsan, onları yendin demektir.”[1]
Kapak Görseli: Yaoqi/Unsplash
[1] George Orwell’den alıntı…