Ne zaman bu köprüden geçsem ne zaman tam olarak yolun bu noktasına gelsem aklıma hep aynı roman gelir: “Bizi Ayıran Nehir”… Sonra “bizi ayıran yol” diye içimden söylenerek devam eder giderim.
Belki kitabın konusu belki karakterler belki de yolun iki yakasında bariz bir şekilde görünen şu farklılıklar… Her defasında aynı düşünceleri tetikliyor.
Kitapta geçen Montana’nın alabalık dolu nehri nasıl ki insanları birbirinden ayıran, farklı kılan bir simge gibiyse bu yollar da nazarımda böylesi bir simge gibi. Hem kitapta geçen Norman karakterini hem de şu iki yakada yaşanan farklı hayatları anlayabiliyor olmak beni bir şekilde bu düşüncelere taşıyor işte…
Dile kolay. Yaşanmış onca şeyden sonra şu yolların ayırdığı hayatları hissetmemek mümkün mü?
Çocukluk yıllarım belki de bu bakımdan en öğretici yıllardı…
Yukarı mahalle ile aşağı mahalleyi adeta bir sınır gibi birbirinden ayıran, yer yer asfalt zeminin toprağa karıştığı yol sanki hafızama kazınmış. Yukarı mahalle varoşluğu, gecekondu yaşamını, aşağı mahalle ise düzgün yapılaşması, sosyal imkanlarıyla daha varsıl bir hayatı sergiliyordu. Üst baştan saç kesimine, kelimelerden beden diline, suya elektriğe, ekmeğe erişime kadar her şey açık bir şekilde farklılıkları gösteriyordu.
Onca farklılığa, ortada sınır gibi bir yol olmasına karşın iki mahalle bir araya gelmiyor değildi tabi. Hayat akıp gidiyor sonuçta. Yaşlılar sınırları güçlü bir şekilde korurken gençler ve çocuklar olarak biz bir şekilde bir çözüm buluyor, bizi ayıran yolu aşıyorduk.
Caminin arkasında kalan toprak sahada aşağı mahalleyle sık sık maç yaptığımızı hatırlıyorum. İki takım oyuncularını belli edecek forma yok tabi o zamanlar. Ama dışarıdan bakan biri bile kim hangi mahalleden kolayca anlayabilirdi. Ne yalan söyleyeyim aşağı mahalleliler gibi olmaya çok özenirdik o vakitler. Ama yukarı mahalleli olmak sanki daha iyiydi. Hırçındık, mücadeleciydik, sokağı daha iyi biliyorduk. Maçları da genellikle kazanırdık. Zira kuralları zorlar, çok sert oynardık. Kimi zaman acımasızca…
Yol bir sınır gibi ne kadar ortada durursa dursun, yolun kenarındaki büyük mezarlık bayram arifelerinde de olsa iki mahalleyi bir araya getirirdi. Gerçi burada da mezar taşlarından ve mezarların yerlerinden mahallelerin ayrımı kolaylıkla anlaşılabiliyordu.
Zamanla farklı şeyler de gözlemlemeye başlamıştım. Mesela aşağı mahallenin seralarından domates, salatalık, ağaçlarından mandalina, erik, badem çalanlar nedense hep yukarı mahalleli olarak bizlerdik. Karakolluk bir iş çıksa kesinlikle bizimle alakalıydı. Cahildik, pistik, yoksulduk, çirkindik. Minibüse, otobüse binsek yanımızdaki koltuk ya boş kalır ya da oturan kişinin bize mesafe koyduğuna tanık olurduk. Olumsuz yakıştırmalar yukarı mahalleyle ilişkili konulardı genellikle. Ben ya da ailem bunların hiçbirine uymasa da doğuluyduk, dinsizdik, muhacirdik, aleviydik falan… Yolun beri yakası düpedüz ötekiydi, adeta her türden olumsuzluğun simgesi olmuştuk.
Yıllar içinde üniversitede bir asistan olarak başlayan ve uzun süre devam eden kariyerim boyunca çeşitli nedenlerle ülkenin birçok yerinde bulunmuş ve hayatları böylesi ayırmış nice yollara tanık olmuştum.
Yolların bir tarafı yüksek binalar, iyi sosyal imkanlarla batılı yaşam biçimine dönüşürken diğer yanı gecekondu, varoş ve yoksul yaşamları gözler önüne seriyordu. Oysa ayrım böylesi konularla sınırlı değildi. Sosyal yapı, kültür, inanç, gelenekler ilişkileri hızla birbirinden ayırıyordu. Yollar politik olarak da ayrılmanın birer simgesi haline dönüşmüştü. Ülke adeta bizi ayıran yollarla, eşit ve adil bir geleceğe karşı direnerek ilerlemekteydi. Yani ilerlediğini sanıyordu…
Evet belki geçen zamanla, kentsel dönüşüm gibi uygulamalarla bir şeyler değişiyordu ama kör olasıca sosyal yapılar aynı hızla değişmiyordu. Nice varsıl görünen ailelerde yoksul zihinlerle de karşılaşmaya başlamıştım. Kendim gibi farklı hayalleri, heyecanları zihnine doldurmuş çocuklarla karşılaştığımda, geleceklerinde yaşayabilecekleri sorunları anlar, üzülürdüm. Onları, hedeflerini, hayallerini dinliyordum ama düşünsel olarak böylesi sıkışmış bir ülkede, tutucu yaşam biçimlerine, taassuba adeta sarılmış bir toplumsal düzende işlerinin ne kadar zor olduğunu açıklamam imkansız gibi bir şeydi. Çoğu hayatın bu tür tutucu sosyal yapıların içinde eriyişine, yok oluşuna tanık olmak ise ayrı bir üzüntü oluyordu benim için…
Yazar Norman Maclean de onca yıllık üniversite edebiyat hocalığı sonrası 71 yaşında kaleme aldığı kitabıyla hayatını anlatırken işte bu türden bir gerçekliği ortaya koymuştu. Eser film olarak sinemaya da yansıdı ve oldukça ilgi gördü. Şimdi neden bu kadar önemseyerek anlatıyorum, biraz açıklamama izin verin…
Norman çocukluk döneminde ailesiyle birlikte Montana’da alabalığın bol olduğu bir nehrin yakınındaki kasabada yaşamaktadır. Bir papaz olan baba okumaya, eğitime önem veren bir karakterdir. Anne ev kadınıdır. Kasabanın dinle yoğrulmuş geleneksel aile yaşamının saygın bir aile temsilini oluştururlar. Norman’ın bir de kardeşi vardır: Paul.
Çocukluk yıllarında iyi anlaşan kardeşler sabahları yalnızca okuma-yazma öğrenmeyi içeren eğitimleri üzerine zaman geçirirken, öğleden sonraları en sevdikleri iş olan balık avlamaya giderler… Baba onlara balık avlamanın bir sanat olduğunu anlatırken kendince hayat doğrularını dini değerler üzerinden ekmeye çalışır. Kardeşlerin karakterleri ise çok farklıdır. Norman daha uysal bir yapıya sahipken Paul gözü pek, atik, başına buyruk bir karakterdir. Gün gelir her ikisi de gençlik yaşlarına erişir ve Norman eğitimi için evden çok uzaklara büyük bir şehre gider. Paul ise Montana’da kalır, eğitimini burada tamamlar. Sonunda bir gazetede muhabir olur. Norman yedi yıl uzak kaldığı dönemde daha bir farklı gelişir, hayata bakışı değişir. Üniversite ve modern yaşamın simgesi büyükşehir düşüncelerini oldukça etkilemiştir.
Paul gazeteciliğin getirdiği özgüvene ne kadar sahip olursa olsun kasabadadır. Amerika o yıllarda hızla gelişiyor olsa da Paul kendi tarzını, kurallarını ortaya koyuyor olsa da sonuçta tutucu kasaba halkının ve onların egemenliğinde oluşmuş sosyal koşulların etkisi içinde yaşamaktadır.
Kasabanın dışladığı Kızılderililer dünyasından bir kız arkadaş bulmuştur ve asi ruhuyla o yıllarda Kızılderilileri kabul etmeyen kasaba sakinlerine karşı sert bir duruş sergiler. Kızılderili kız arkadaşıyla kasabada sık sık görünür. Dedim ya kasaba tutucudur, gösterdiği gibi değildir. Paul’de bu hayatın içindedir ve kasabanın etkili insanlarını rahatsız edecek tarza sahiptir. Üstelik onlarla iç içe olduğu halde… Kasabanın gerçek, gizli ve çirkin yüzüyle ilişkilidir, kumar oynamakta, serserilik yapmaktadır.
Paul kendini ne kadar geliştirmiş olursa olsun ne kadar doğruları savunuyor olursa olsun, tıpkı muhabbet kuşlarının olduğu bir kafese konmuş papağan gibidir. Farklı hissetse de tek gördüğü tür muhabbet kuşu olduğu için onlar gibi düşünmekten, öyle yaşamaktan kendini alıkoyamamaktadır.
Gel zaman git zaman Norman dönüş yapar. Kasabayla ilgili aklında kalan şeylerden daha farklı şeyler de görmeye başlar. Kardeşinin hayatına bakışı değişmiştir. Zira büyük şehir yaşamı ve üniversite, sevgisinden çok şey yitirmemiş olmasına karşın, onun kasabaya bakışını köklü bir şekilde değiştirmiştir.
Kasabada tanıştığı bir kıza aşık olur. Kasaba yaşamını reddetmemekle birlikte yedi yılın etkisi altında üniversiteye edebiyat öğretmeni olmanın, yeniden büyük şehre, modern yaşama dönmenin hayallerini kurmaktadır. Bu dönemde kardeşinin cesur ve pervasız yaşamına daha çok tanıklık eder. Aslında onun kasaba yaşamı içindeki yok oluşunu izlediğini fark eder. Ve bir gün olanlar olur. Kardeşi dövülerek öldürülmüştür. Üzücü bir şekilde biten eserinin son bölümünde Norman geçmişin, nehrin ve değişen yaşamların değerlendirmesini yapmaktadır.
İşte Norman’ın nehri gibi hayatları ayıran, insanları birbirinden koparan bu yollara ne zaman denk gelsem hem yolun yarattığı eşitsizlikler hem de süregiden tutucu yaşamların içinden çıkmaya çalışan insanlar ve özellikle çocuklar ve gençler geliyor aklıma.
Ve bizi ayıran bu yolları yapanlar da…
Kapak Görseli: Marc Olivier Jodoin/Unsplash