“Kahraman ırkıma sızmış ihanet
Bütün yüreklerde acı ve nefret
Düşmanların mert değil, hepsi de namert
Türk’e Türk’ten başka yoktur dost nimet”
…
“Karşı tepeden mi, arka mahalleden mi” diye bahse girdiğimiz bir seyyar manav kamyonetinden yükselen motor gürültüsü… Neyin satıldığını bir türlü anlayamadığımız, zaman zaman tizleşen bir megafonun boğduğu kelimeler… Ağustos böceklerinin, birkaç kumrunun sesleri…
Hepsi eski püskü, transistörlü bir radyodan dinlediğimiz cızırtı dolu şarkıya karışıyordu. O vakitler sözlerini, neyin ne olduğunu kavrayacak yaşta değiliz tabi. Zaten radyoyu da pillerine ihtiyacımız olduğu için yanımıza almıştık.
Yer yer sıvaları dökülmüş, birbirine karışmış, üst üste yığılmış derme çatma evleriyle kendini tekdüze bir hayata kaptırmış öteki mahallenin çocuklarıydık. Sıradan yaşamımıza bir renk katmanın nesi kötü olabilirdi ki?
“Şuna bir patlatsan kendine gelir mi acaba?”
“Amma da çok çalıyorlar aynı şarkıyı!”
“Babam galiba bu kadını beğeniyor.”
“Gerçekten mi?”
“Evet. Geçende annemle atıştılar. Babam ‘öyle değil’ dedi, ‘diktatörcü o’ dedi, ‘nesini beğeneyim’ diye çıkıştı. Annem inanmadı, söylenip durdu.”
“Sonunda yine kavga mı ettiler?”
“Hayır, bu sefer değil.”
Temmuz ayıydı, belki ortaları. Göğe bakılamayacak parlaklıktaki güneş en tepeye varmıştı.
Yokuşun eğiminden, kot farkından olacak bulunduğumuz odanın dahil olduğu ev iki kattan oluşuyordu. Ancak katlar alt alta değildi. Üst kat evin esas kısmıydı. Dış kapısı çardak vazifesi gören, yaz akşamları yıldızlara bakarak oturduğumuzu hatırladığım, asma yapraklarının sardığı beton zeminli büyükçe bir sofaya açılıyordu. Sofa birkaç küçük odadan oluşan alt katın çatısıydı…
İçine en çok dokuz-on iskemlenin sığabileceği odunluktan bozma küçük odanın serinletici etkisi olmasa bayılırdık herhalde. Bir de incir ağaçlarının kokusu…
“Dün topladığımız film şeritlerini nereye koydun?”
“Bak şurada. Sihirli dürbünün yanında.”
Bilirsin eskiden öyle bir oyuncak vardı. Basit bir şey, sert plastikten. Ama her yerde bulamazdın… Bir tarafı büyüteçli camdan. Diğer tarafına bir film karesi koyardın… Işığa doğru tutup büyüteçli kısımdan baktığında görüntü büyür ve net olarak görebilirdin. Film karesi yönünden ışık tutarsan eğer, mesela bir fenerle, film karesini loş, karanlık bir ortamda duvara büyük olarak yansıtabilirdin. Sinemadaki film makinesinden perdeye görüntü yansıtmak gibi.
Bir önceki gün etrafı neredeyse iki insan boyu yükseklikte, kireç ile boyanmış kah betondan kah tuğladan briketlerle çevrili, semtin tek açık hava sinemasının olduğu yere gitmiştik. Eskisi gibi film göstermiyordu artık.
Yaşadığımız mahalleye uzak olmasına rağmen bu işi kafaya fena takmıştık… Anayol üzerindeki sinemanın tahta kapılı girişinin hemen bitişiğinde başlayan ama film makinesi ile gösterimin yapıldığı büyük beyaz duvara göre arka tarafta kalan oldukça geniş, boş bir alan vardı. Çoğunlukla çöplerin, moloz yığınlarının döküldüğü bu toprak alanda makinistin kesip attığı film şeritlerini de bulmak mümkün olurdu.
“Bunlar işe yarar mı sence?”
“Bulduğum en uzun film şeritleri bunlar. Diğerleri çok kısa.”
“Bak bunda Tarık Akan var.”
“O olmaz.”
“Neden? Bütün kızlar bayılıyor ona.”
“Babam onu göstermeyin dedi. Anarşist olmuş, tutuklamışlar.”
Darbe olmuştu, askerler ülkenin başındaydı. Bunu biliyorduk. Çocuk aklıyla her şeyi anlamak zor… En sevilen oyuncuların film şeritlerini topluyor, gösteri için bir akış hazırlamaya çalışıyorduk. Mahalleli Cüneyt Arkın, Fatma Girik, Ediz Hun’u severdi. Türk filmleri revaçta tabi ama şu “Yıldız Savaşları” yok mu? Bir karesini bulamadığımıza üzülürdük. Zengin semtlerin sinemalarında gösterilmişti o zamanlar. Öyle film bizde ne gezer…
Akşam yaklaşmıştı. Hazırdık. Uzun film şeritlerini peşi sıra bantlamış, el feneri için radyonun pillerini denemiş, küçük bir masanın üzerine düzeneği kurmuştuk. Duvar zaten beyazdı, oda karanlığa bürünmüştü. Beş-altı tahta iskemle bulmuş, gazozla izlemek isteyenlere bir kasa “Cincibir”i girişin önüne koymuştuk.
Çocuklar arasında haber hızla yayılmıştı. Yavaş yavaş toplanmaya başladılar. Bugünün parası sen de bir lira, ben diyeyim iki lira… Öyle küçük paralara, kese kağıdından kopararak yaptığımız biletleri satıyorduk. İçerisinin karanlık olması, film şeritlerini elimizle hızla çekerek hareketli görüntüyü duvara yansıtmamız bir heyecan yaratıyor, dışarı çıkanlar merak uyandıracak şekilde bu sıradan olayı anlatıyordu.
Bugünden bakarsan epey saçma gelebilir. Ama o zamanları, çocuk dünyasını bir hayal et… Eh tabi merak diğerlerini harekete geçiriyordu. Valla ne diyeyim… Düşün hele, ses yok, karanlık bir oda, bir dakikayı dahi bulmayan görüntüler. Her gösterimden sonra içerisi hemen doluyordu.
“Abi nasıl diyeyim, siz de biraz değişikmişsiniz…”
“Söyle söyle, bir tahtası eksik derler bizim oralarda.”
“Sonra devam ettiniz mi?”
“Yok, ilk ve son olmuştu. Geceye doğru eve vardığımda babam karşıladı. Henüz uyumamış. ‘Gel bakalım’ dedi. Ben kızacak zannettim. Biraz alaycı biraz da gururlu bir ses tonuyla, ‘kaç para kazandın?’ diye sordu. Yani o parayla ne olacak, belki birkaç günlük bakkal harçlığı çıkmıştır. Cevabı beklemeden devam etti. ‘Aferin oğlum’ dedi. ‘İlkin böyle bir işi aklına koyman önemli. Ama daha önemlisi emeğin, gayretin. Unutma bu hayatta her zaman bir amacın olacak. Onu büyütmek için emek vermelisin. Boş insandan hayır gelmez. Şu ülkede ne yaşıyorsak, amaçsızlıktan, emek yoksunluğundan, gayretsizlikten… Bugünler zor günler oğlum ve yarınlar daha da zor olacak. Bir gün gelecek her şeyi daha iyi anlayacaksın.’ O gece rüyalarım bir başka olmuştu…”
“Rahmetliye çekmişsin, belli.”
“Yani birader, şu konuşmayı da yaptırdın ya bana, helal olsun.”
“Çay söylüyorum tekrar.”
“Söyle söyle… Şimdi sana gelelim. Ne demek ‘bizden adam olmaz’, ne demek ‘biz yapamayız?’ ne demek ‘bizden geçti’.
“Ama öyle. Etrafına bakmıyor musun hiç? Görmüyor musun? Herkeste bir yılgınlık, bir umut yoksunluğu.”
“Görmüyor değilim. İyi de bu yeni bir şey değil ki… Hayat amacını yitirmiş, kendini yalnızca günlük koşuşturmacanın içinde, tüketimin peşinde kaybetmiş insanları yıllardır görüyorum. Hele şu bizim kuşağın hali yok mu? Benci, fırsatçı, hep bir kazanma derdi, telaşında… Darılma ama sen de öylesin. Sorsan hep bir şikayet hali ama hadi gel bir şey yapalım desem hareket yok… Nedir abi seni harekete geçirecek olan? Para mı? Güç mü, bir takım garantiler mi?”
“Yahu üç beş kişi ne yapabiliriz? Neyi değiştirebiliriz şu hayatta?”
“Kendimizi… Bak yine aynı yere geldik. Çık artık şu ölü toprağından. Sen değil misin ülkede her şeyin kötüye gittiğinden yakınan. Şu rahatından vazgeçememek, elindekileri kaybetme korkusu da neyin nesi…
Sence çocukluğumuzdaki kadar hayallerimiz, cesaretimiz kalmadı mı?
Ne diyorsun, söyle. Anlattığım o günlerden daha mı ileri gittik? Birkaç teknolojik yenilikle tanışınca çok mu geliştik?
Sen vazgeçeceksin, o vazgeçecek, beriki “bana ne” diyecek… Umutsuzluk içinde oturup, değişmez deyip, bu dünyanın düzenine teslim mi olalım?.. Aman rahatımız bozulmasın. Ya sonra?..”