Akışa bir türlü ayak uyduramamıştım. Yaşadığım hayatın, yaşanmakta olan şeylerin doğru olmadığı düşüncesi her geçen gün zihnimde büyümüş, içimden bir ses “bu ben değilim, buraya ait değilim” diyerek devamlı şekilde bana kendini hatırlatmıştı. Sanki zorla giydirilmiş bir elbise gibi uyumsuz, beni anlatmayan bir hayatım vardı. Benimle ilgisi olmayan, beni ifade etmeyen bir dünyaya adeta yamandırılmış, yarım yamalak dikilmiş bir parça gibiydim.
Herkesin inandığı, peşinden koştuğu fikirler, değerler, boyun eğdiği kabuller bana büyük bir kandırmaca, büyük bir yanlış gibi geliyordu. Sanki benim gibilerin üzerinde baskı kurmak, yok etmek için türetilmişlerdi. Büyük yalanların içinde yaşıyormuşum hissi aklımı kaplamıştı.
Ama artık emindim, durumun farkındaydım. Beni yok edemeyeceklerdi. İçime nüfuz edemezler, yüreğime ulaşamazlardı.
Nasıl olduysa hayatım boyunca ilk defa benliğimi bulmuştum. Kendi düşüncelerimin de değerli olduğunun farkına varmış, yığından kopmuş, toplumun yargıları arasından sıyrılmış, egemen, baskın güce karşı koymuştum. Zor olmuştu ama ayağa kalkmıştım.
Büyük bir suç işlemiştim aslında. Onların hoşuna gitmeyecek şeyler düşünmüş, çizilen sınırların dışına çıkmıştım. Yakalanırsam sürgün yiyeceğimi, toplum içinde camdan duvarlar ardında yerimi alacağımı biliyordum.
4 Nisan gününe lanet olsun. Neden yaptım ki?
Etrafımla, toplumla ve yaşadığım ülkeyle aramda büyük bir uçurumun olduğu düşüncesi her geçen gün aklımda daha bir yer ediyordu. Özgür değildim. Seçimlerimin bana ait olmadığını fark ediyordum. Kendime ait bir iradem yoktu. Varmış gibi yaşıyordum ama yoktu. Seçimlerim aslında onların seçimleriydi…
Fikirler vardı ama bana ait değildi, iliştirilmişti. Aykırı olmamak, toplum dışında kalmamak için bir süre çabaladım. Ama nafile. Zihnim bana başka şeyler söylüyordu. Ve bu sözler bir kelebeğin kozasından çıkışı gibi benliğimi yeniden hayata döndürdü.
Uzun süre fikirlerimi saklamıştım. Yalnızca not alıyordum. Yasaklı kelimeleri kodlamıştım. Egemenin gözetim araçları her yerdeydi. Söylemek mi, ne mümkün? Böyle bir düzende ifade etmeyi geçtim, kelimeleri, düşünceleri aklımda gezdirmekten dahi korkar hale gelmiştim. İşyerinde, sokakta hatta iki kişilik dünyalarda dahi söyleyeceklerimin aykırı bulunacağı korkusuyla yaşıyordum.
Tam bir düşünsel kaostu bu. İç sesim devamlı olarak aynı şeyi tekrarlıyordu: “Ben seni sattım sen de beni.”
Ne kadar zaman geçtiğini artık unutmuştum. Bunu yaşamak zorunda değildim. Her şeyi reddedebilir düzene rıza gösterip ayak uydurabilirdim. Şu yaşadıklarımı da asla yaşamayabilirdim aslında. Öyle ya neden herkes gibi olamıyorum?
“En kötü düşmanım kendi sinir sistemim olsa gerek. Her defasında ona yeniliyordum.”
Artık yaşadığım topluma inanmam mümkün değildi. İnsanların yaşanan onca haksızlığı, onca adaletsizliği göz göre göre öylece kabul edişleri, hiç olmamış gibi hayatlarını sürdürebilmeleri ağır gelmeye başlamıştı. Hiç tepki vermiyorlardı, uyuşturulmuşçasına günlerini yaşıyorlardı.
Eğer ben de şu hayata, şu topluma rıza gösterseydim, ben de şu egemen düzenin, iktidarın ürettiği yalanlara boyun eğseydim, sanki suçmuş gibi propagandasını yaptıkları şeyi yapmamış, karşı çıkmamış olsaydım benim de paha biçilmez bir yerim olmaz mıydı? Mesleğimi, ilişkilerimi göz önüne alırsak olurdu tabi…
Aykırı düşünenlerin devamlı şekilde takip edildiği, düşüncelere göre yargıların kök saldığı bir toplumda var olmak hiç de kolay değildi doğrusu… Hele hele egemen iktidara biat ettirecek düşüncelerin her gün planlı bir şekilde tasarlandığı ve satıldığı bir meslek grubunda çalışıyorsanız ve gözetim altındaysanız…
Nasıl oldu da böyle zamanlara geldik? Özgürlüğümüzü, irademizi ne ara sattık? Ne ara Leviathan’ın mutlak iktidarına teslim olduk?
Ama kolay değil tabi. Öylesine büyük bir zihinsel tahakküme karşı insanı, bilinci koruyabilmek, çocukluktan, akıl baliğ olduktan sonra, evde, okulda, toplumun her noktasında zihni işgal edenlerden kendini koruyabilmek hiç kolay olamazdı. Hem de tüm araçlar egemen sınıfın salt ve mutlak iktidarı için çalışırken…
Dünü ve bugünü her defasında iktidarın amaçları için üreten, o amaçlar için kelimeler üzerinde, görüntüler üzerinde dilediği gibi oynayabilen, dileğini yok edebilen, dilediğini yücelterek günlük yaşamı ele geçiren koskoca bir düzenin tahakkümü altındaydık.
Şu bir gerçek: “Geçmişi kontrol eden geleceği kontrol ediyor; bugünü kontrol eden de geçmişi.”
Bir sis bulutu içindeymişçesine yaşamlar bugünün yalanları içinde eriyor. Geçmişi yazanlar, geçmişe sahip olanlar geleceği biçimlendiriyor ve yalanlar gerçekler haline dönüşüyor. “Hiç kuşkusuz, gazeteler ve tarih kitapları her zaman yanlı ve yanıltıcıydı…” Hoş toplum bunun ne kadar farkında. Hele hele ayak takımı için bunun ne önemi var. “Onlar açısından, hiçbir tarihsel değişiklik, efendilerinin adının değişmesinden başka bir anlam taşımamıştı ki!”
İnsanları kontrol etmek istiyorsan, yalnızlaştırmalısın. Yalnızlaştırmak için de kimliklerini, tarihlerini biçimlendirmelisin. Geçmişi sen yönetmelisin.
Her yerde ama her yerde takip ediliyoruz, değil mi?
Düşüncelerimizin bir öneminin olmadığı, kendi fikirlerimizin olmadığı, olmasının istenmediği, özgür düşünenlerin, efendilerin düşüncelerine ters gelenlerin toplumun geri kalanı tarafından dışlandığı yerde yaşamak öyle kolay olmasa gerek…
Şuraya bak… İstedikleri şey içerisinde renk olmayan bir toplum. Sadece gri ve siyah. İnsanların kendi haklarının, kendilerine ayıracak zamanlarının olmadığı, ayıp sayıldığı bir toplum kafası. Özgürce, kendi tercihlerinle yaşayabileceğin bir mutluluk yok, nefret yok, sevmek yok, aşk yok. Efendiler nasıl olmasını istiyorsa öyle olacak!
Düşünceler, kelimeler bitmek bilmeyen bir gözetimin altında. Tüm teknoloji bunun için çalışıyor.
Onca suç şebekesi, katil, eli silahlı güç ortalıkta rahat rahat gezebilirken sırf iktidara ters konuştuğun için içeri alınabiliyorsun mesela. Ağızdan çıkan en ufak kelimenin bile seni hapse götürdüğü bir düzendesin.
Her an ve devamlı olarak gözetilen bir toplum. Düşüncelerimiz değil yalnızca duygularımız da artık iktidarın kontrolü altında. İktidar her yerde. Sosyal hayatın içine de sinmiş, iç dünyamızı da yönetir hale gelmiş.
Gözetim altında olup olmadığımızı gözetleyen ve dahi o gözetleyeni de gözetleyen… Artık sürekli olarak izleniyoruz. Ne yediğimiz ne içtiğimiz ne okuduğumuz, neye baktığımız, neyi beğendiğimiz, neyden nefret ettiğimiz… Her şey. Devasa bir gözetim mekanizması ağlarını her yere atmış.
“Acaba izleniyor muyum?” korkusu herkese işlemiş. Her yerden her şekilde izlendiğimiz düşüncesi, paranoyası insanları iç dünyalarına doğru bastırmış. Düşünmenin bir suç olduğu olgusu zihinlere kazınmış.
Ne tuhaf ama. İnsanlar bu paranoyayla diğerlerini de izlemeye başladılar ya, esas sorun bu sanki. Korkudan mıdır yoksa kazanç beklentisinden midir bilinmez iktidar karşıtı olan her şeyi gözetir olmuşlar. Adeta bir düşünce polisi gibi, dostunu, komşusunu ifşa edenler türemiş.
Çoğunluk ne yazık ki yaşadıkları düzenin doğru olduğuna ikna edildi, özgür bir toplumda yaşadıkları yanılgısına inandırıldı. Cahilliğin yüceltildiği, benimsetildiği bir toplum sonuçta…
Nasıl bir politik düzen bu böyle? Her an vatandaşını izleyen, kontrol altında tutan, hatta hayatını hiçe sayan? Vatandaşı için var olmayan bir devlet…
Onların beynini yıkamak, kendi istekleri doğrultusunda yaşatmak için elinden geleni yapan. Her dediği hep doğru olan, tarihi, toplumsal geçmişi silen, yerlerine kendi tarihini koyan ve bunun propagandasını yapabilen bir iktidar. Günün her saati takip eden, televizyondan sürekli propaganda yapan, cahilliğin mutluluk, özgürlüğün kölelik, savaşın ise barış olduğunu anlatan bir egemen güç…
Devamlı nefret dili üreten, savaşta olunmasa da sürekli savaş gerilimi yayan, nefreti kendisine değil yarattığı düşmanlara yönlendiren bir iktidar.
Onlar da biliyorlar. Eğer insanları kendi etraflarında birleştirmek istiyorsan en iyi yol ortak nefretlerini kusacakları birini işaret etmektir… Sürekli bir başarı, galibiyet, zafer haberiyle göz boyuyorlar.
Böyle bir düzen, insanların, emekçilerin yalnızca devletleri için var olduğu, totaliter bir düzenden başka bir şey değil…
Özgürce yaşıyormuş, toplumun özgür bir ferdiymiş sanrısı içinde aslında tercihlerini yapamayan, yaptığı tercihlerin kendi tercihleri olduğu yanılgısıyla yaşayan bir toplum. Adeta robotlaşmış insanlar…
Propaganda Ustaları
Şu geldiğimiz hale bak. Öylesine incelikle öylesine ustalıkla yapılıyor ki kimse neye maruz kaldığını bilmiyor artık. İstenmeyen kelimeleri ustalıkla kaldırıyorlar, herkesin sınırlı kelimelerle anlaştığı, konuştuğu bir düzeni sağlıyorlar.
“Nasıl oluyor da insanlar isyan etmiyor?” demenin bir manası mı var? Hatta nasıl olurda bazıları tutkulu bir şekilde onca yanlışa rağmen egemen düzenin safında yer alabiliyor? Olsa olsa ustalıkla yürütülen bir manipülasyon etkisi…
“Biz ve onlar” üzerine kurulu karşıtlık diliyle daima yeni yeni düşmanlar açıklıyorlar. Toplumun içinde bulunduğu sıkıntılardan kaynaklanan öfkeyi rakiplerine yönlendiriyor, böylelikle politik lidere, iktidara bağlılığı arttırıyorlar. Sürü psikolojisi bu olsa gerek. İnsanlar yaşadıkları küçük dünyalarında ciddi bir takip altında ve dışarıda kalma korkusu onları sürüye daha bir fazla itiyor. Nefret söylemleri kitleleri harekete geçiriyor olmalı. Eğer benim yanımda değilsen halk düşmanısın, hainsin…
İçimizde bile düşmanlar var anlayışını yaygınlaştırarak halkı devamlı bir düşman algısıyla yönetiyorlar.
Ustalıkla yapıyorlar. Taktikler çok açık. Duyguları öne çıkar, söyleyeceklerini biz kalıbına sok, karşı tarafı da düşmanmış gibi göster. Hep bir düşmanla mücadele havası ver, yoksa halkın öfkesi iktidara döner. Bireyler kadar gruplara da ulaş. İnsanlar desteklemese de sürü psikolojine dahil olur. Ve propagandacıyı olabildiğince gizle.
Ama daha da derinden işleyen, iktidar için rızayı üretecek şekilde işleyen daha güçlü bir yapı var. İletişim araçları ve yayınlar… Tüm istatistik bilgileri egemen düzenin rızasına çalışıyor, tüm bilimselmiş gibi sunulan akademik yayınlar, kitaplar, gazeteler, radyo, televizyon, bilgiye iliştirilmiş iktidar anlatıları, sokaklardaki tabelalar, reklam panoları… Hepsi iktidara çalışıyor. Gerçeklik egemenin amaçlarına uygun bir biçimde yeniden ve yeniden üretiliyor.
Onca propaganda oldu ya bir işe mi yaramadı? O zaman bak benim halime de bir ders al… Sanırım farklı yolların işleme zamanı gelmiş olmalı, değil mi? Suçla, nefret ettir, toplum önünde küçük düşür… Herkese ders olsun, kimse kafayı kaldıramasın.
Ama bunlardan daha kurnaz yöntemleri de var iktidarların: Halkın düşünme kapasitesini azaltmak. Yani tanımı daima kendilerine göre şekil alan şu düşünce suçunu işlemesine dahi olanak vermemek.
Bunu da dil ile yapıyorlar. Kelimeler üzerinde oynuyorlar. Bir zamanlar ben de işim gereği bunları yapmıyor muydum?
Kullanılan dil ve dildeki kelimeler düşüncenin oluşması için kritik bir öneme sahip. Eğer kelimeler hayatımızdan çıkarsa düşüncelerimiz değişir, başkalaşır. İnsan bir düşünceyi kurarken, aktarırken kelimeler ile biçimlendirir. Eğer kelimeler yoksa düşünceler de yok olur.
Her iktidarın söyleminde yasaklı kelimeler vardır. İnsanların kafasında hükümet karşıtı fikirlerin önüne geçilmeli, özgür iradeye asla fırsat verilmemelidir. Zaten kötü beslenme, kötü yaşam koşulları düşünmenin önüne geçmek için kullanılabilecek başat yöntemlerden. Ama en canice olanı sanırım insanlardan kelimeleri almak, yerine kendi kelimelerini dayatmak… Kelimelere yüklenen anlamları yönetenler zihinleri yönetir.
Geçmiş manipülasyonu da önemli. Geçmişteki bilgileri çarpıtmak lazım. Kendi çıkarlarına göre değiştirerek tarihteki bilgiler yeniden yazılmalıdır. Hayali kişiler, karakterler, temsiller yaratılmalı, ne kadar güçlü bir tarihe sahip olunduğu gösterilmeli ya da geçmişin kötü yönetimi devamlı hatırlatılarak kendi yönetimlerine rıza üretilmeli. Geçmişi istenilen biçimde şekillendirmek halkı kontrol etmek için önemli kozlardan biri. Çünkü geçmişi kontrol edersen şimdiye rıza gösterirsin.
Manipülasyon, düşüncenin kontrolü ve gözetim. Şu yaşadığım uyuşmuşluğun kaynağında ilaçlar değil, tam olarak bunlar yatıyor.
Artık bu odadan çıkmalıyım. Ne pahasına olursa olsun mutlaka çıkmalıyım. Daha fazla katlanamam. Hem farelerin yüzümü kemirmesini istemiyorum ben. Kimsenin umursamadığı bir bilincin cezasının yaşıyorum. Bu acıyla daha fazla başa çıkamam. Acıdan tek bir şey dileyebilir insan; durmasını.
O’Brien’a söyleyeceğim: “Kabul ediyorum, eğer liderimiz öyle istiyorsa iki artı iki beş eder.”