Şu çarpık, hiyerarşik ve yok edici toplumsal düzende sırf sana ayrıcalık duygusu hissettiren birtakım belletilmiş fikir ve değerlere, her şeyi eşyaymış, bir tüketim nesnesiymiş gibi gören akla ve yaşam biçimine sahip olman; böylesi bir kapitalist düzeni kabullenmeyen ve karşı çıkan bazı insanlara farklı davranmanı, onları ayıklamayı amaçlayan zorba egemenlere hizmet etmeni ve bunun üzerinden bir tür sosyal ve ekonomik dışlama, cezalandırma düzeni yaratma ve dilediğin gibi davranma hakkını sana vermez.
Bir kere şunu bilmelisin ki egemen düzenin aparatları üzerinden belletilen fikirlerle hayatın kendisini külliyen yanlış öğreniyorsun. Hiçbir gerekçe hiçbir neden seni diğerinden ayrıcalıklı kılmaz ve seni egemen kılarken diğerini boyun eğen yapmaz. İnsanlar eşit ve hür olarak doğar. Eşit ve hür olarak yaşama hakkına sahiptirler. Kamusal alanda, dil, din, renk, ırk, cinsiyet ne olursa olsun herhangi bir nedenle bir kişi diğerine üstün olmaz. Ve sen buna aracılık da yapamazsın.
Bir arada yaşamanın temelini oluşturan ve kamu organlarının bütününü ifade eden devletin tüzel ve gerçek kişileri, kamusal alanı ilgilendiren her yerde her insana eşit haklarla ve hürriyeti koruyarak hareket etmek zorundadır. Her insanın onuru vardır, yaşam hakkı vardır. Devletlerin var oluş sebebi insanlar üzerinde, doğa üzerinde otorite kurmak değil, insanların ve insan için gerekli olan doğanın, yaşamın varlığını sağlamaktır. Devletler ve devlet işlerini yürütenler bir takım çıkar ve güç merkezlerinin hizmetkarı değildirler. Onu oluşturan insanların ve doğanın hizmetkarıdırlar.
Her insanın toplum ve devlet düzeni içinde eşit haklarla yaşamaya, halkın vergisiyle yaratılmış kamusal olanaklara eşit olarak erişmeye hakkı vardır. Misal, insanın doğayla ilişkisini devlet eliyle sınırlandıramaz, bozamazsın. Havadaki nefesi almasını, doğadaki içilebilir suya erişmesini, denize girmesini, ormanda yürümesini… Devletin bu doğuştan gelen hakları koruması beklenir. Kıyıları koruması bu yüzden beklenir. Her vatandaş herhangi bir engel olmaksızın tabi olduğu devletin kıyılarından denize serbestçe, izin almaksızın girebilir. Devlet eliyle özelleştiremezsin, özel birilerine ayrıcalık sağlayamazsın, Ege’nin, Akdeniz’in birçok kıyısında olduğu gibi denize erişimi kısıtlayamazsın. Ama heyhat, nerede o devlet!
Sağlığa, eğitime, içilebilir bir bardak suya eşit fırsatlarla ulaşma hakkını anlatmama zaten gerek yok sanırım. Eminim herkesin bu konularda mutlaka deneyimi vardır. Kısacası halkın vergileriyle, birikimleriyle oluşmuş her kamusal konudan bahsediyorum.
Hem halkın vergileriyle oluşmuş herhangi bir kamu kuruluşunda, herhangi bir devlet binasında herhangi bir nedenle herhangi bir vatandaşa hiyerarşik bir tavır gösterilmesini, yukarıdan bakılmasını, tek taraflı üstün, ezen bir ilişki kurulmasını, hukuk tanımaksızın hareket edilmesini hanginiz kabul eder?
Şimdi ben size burada üniversite hocası rolüme dayanarak bir otorite ilişkisi kursam, kiminizi kiminize göre ayırsam, bazılarınızı bir nedenle yakınımda tutsam diğerlerini ise dışlasam, notlarınızı verirken din, dil, ırk, cinsiyet veya herhangi bir nedenle ayrımcılık uygulasam ne düşünürsünüz?..
Şu sessizlik halleri var ya, insanı bezdirir gerçekten.
Yıllardır tanık olduğum bir sahne ama halen aynı hislerle bozuluyorum. Yemin ederim sanki yoklar, yaşamıyorlar… Sabahın erken saatinde ders olmasından mıdır yoksa konu ilgilerini hiç mi çekmiyor bilemiyorum boş gözlerle bakınıyorlar. Bu kuşağın içinde bulundukları hal, dünyanın gidişatına tepkisiz oluşları, yaşananlara karşı bir tutum ifade edemeyecek acziyet içinde oluşları beni deli ediyor…
Ne kadar da hızlı değişti her şey. Altı üstü otuz-kırk yılda gençlik nerelere savruldu. Bir zamanlar konunun buralara geleceğine ilişkin bir iç sesim yok değildi. Bir askeri darbenin yıllara dayalı olarak kuşaklar üzerindeki etkilerini gözlemlemiştim nihayetinde…
Bizim hayata ilişkin duruşumuz böyle miydi? Şu yaşadığımız dünyanın içinde bulunduğu sorunlarına, böylesi bir toplum düzenine sessiz mi kalıyorduk? Doğrusu böylesi bir devlet anlayışını hiçbir zaman kabul etmemiştik. Ezen-ezilen ilişkisine dayalı şu hiyerarşik toplum düzenine, şu kahrolası güce dayalı devlet ve toplum aklına her daim karşı çıkmıştık… Ama gel gör ki manzara bu işte.
Söz konusu olan kapitalist bir devlet düzeni. Ve egemenler ellerinde tuttukları eğitim, din, medya gibi toplumsallaştırıcı kurumlarla insanlar üzerine öylesine büyük bir güçle çullanmış, öylesine büyük bir propaganda gerçekleşmişti ki herkes nihayetinde devletin hiyerarşik baskıcı tutumuna, toplumsal yapıların kutsiyetle bezenmiş üstüncü tavırlarına boyun eğer hale gelmişti. Bir baba haline getirilmiş devlet ve temsilleri ile halk arasındaki mesafe iyiden iyiye açılmıştı. Olan bitene kuzu kuzu ses çıkarmayan kitlelere dönmüştük vesselam…
Yazık ki hayatım boyunca buna ilişkin çok fazla sahneye tanık olmuştum. Böylesi bir devlet anlayışı ve böylesi bir devletin kurumlarında yer alan kişiliksiz, akılları satın alınmış kamu çalışanlarının kafaları geçmişte de böyle değil miydi? Hastaneye, postaneye, vergi dairesine, okula, üniversiteye… Nereye gidersen git manzara hep aynıydı.
Belki ayılırlar umuduyla elimi birkaç kez kürsüye vuruyorum. Yarısı boş amfide önde oturan üç beş öğrenci dışında gözünde bir nebze de olsa parıltı görebildiğim öğrenci yok gibi. Nasıl bir geçmişten, nasıl bir kalıplaştırıcı eğitim düzeninden çıkıp da buralara kadar geldiniz?..
Kürsüden ayrılıp ön sıra boyunca yürüyerek konuşmaya devam ediyorum. “Hiç unutmuyorum” diye yüksek bir ses tonuyla yeniden söze giriyorum. Arka sıralarda oturan birkaç genç ile göz teması kuruyorum nihayet. En iyisi kürsüden değil de oradan anlatmak. Belki aralarında olunca ilgileri artar…
“Yine böyle bir üniversitede çalıştığım zamanlardı. Ama gençtim tabi. Şimdi adını anmayayım o üniversitenin ama hepinizin girmek isteyeceği muhtemel “ah kazanabilsem” diyeceğiniz bir üniversiteydi. Sizin kuşak popüler kültürün avladığı, tüketimin kölesi bir kuşak bana göre. Marka olsun ünlü, tanınmış olsun da ne olursa olsun. Ne olduğu, neyi temsil ettiği ve ne gibi sonuçlar yarattığını düşünmenin ne önemi var, değil mi?
Her zamanki gibi yine öğrenciler ve okul yönetimi arasında doğmuş sorunlu konulardan biri gündemdeydi. Benim öğrencilik dönemimde böylesi bir hukuksuz uygulama olsa büyük ihtimalle eylem için soluğu üniversite bahçesinde alırdık. Ama aradan uzun yıllar geçmiş ve birkaç kuşak içinde pasifleşmiş bir gençlik her yere hâkim olmuştu. O zamanlar da bugün gibi düşünüyordum. Gençlerin başlarına gelebilecek bir olumsuzluk düşüncesiyle olan biteni kabullenmiş, korkuya boyun eğmiş bir şekilde yaşıyor olmaları zoruma gidiyordu.
Her neyse… O vakitler toy bir dekan yardımcısıyım. Dekanla birlikte sınıfa doğru yol alıyorduk. Ağır ağır yürürken konuşuyorduk. “Takmış işte bir kez kafasına” diyordum içimden, bir türlü ikna edemiyordum. Öyle ya koskoca dekan, ondan daha iyi bilecek bir başkası olabilir mi?
Yaptığı yanlışın doğru olduğunu nasıl içselleştirebilir bir insan anlamak mümkün değil. Üstelik bir bilim kurumunda, bilim insanı olduğunu iddia eden bir kişinin böylesi hukuk tanımaz, etik dışı bir tavır sergilemesi akıl alır bir şey değildi. Yardımcısı olmam aynı düşünmemi neden gerektirsin diyordum. Zaten böylesi bir konuda aynı fikirde olmam mümkün bile olamazdı.
Bu türden tavırları sık görmüşlüğüm vardı. Bir şekilde kendini tek otorite gören, devlet gücünü elinde bulundurarak ceberut hallere bürünebilen kamu temsilcilerinin, hele hele üniversite hocalarının öğrencilerle olan iletişimi ve ilişki biçimi yaygın bir yozlaşmaydı. Üniversitelerde akademik olduğu kadar insani niteliksizleşme de hızla yayılıyordu. Bunlar üniversite öğrencileri arkadaş! Düşünüyorlar, tartışıyorlar, tabii ki itiraz da edecekler. Ama gel de anlat işte…
Sınıfa varmıştık. İkinci sınıf öğrencileriydi.
İlk iki yıl ortak dersler almış üç ve dördüncü sınıflarını üç bölümden birini seçerek okuyacaklardı. Ancak bir sorun vardı. Hem de önemli bir sorun.
Fakülte yasal olarak bölümler halinde kurulmuş olmasına karşın bölümler açılmamış bir oldu bitti halinde öğrencilere sanki bölüm varmış gibi modül adı altında mesleki hayatlarında ispat edemeyecekleri, temeli olmayan uzmanlaşma eğitimleri dayatılmıştı. Ancak bunun hukuki bir karşılığı yoktu. Fakülteyi bitiren öğrenciler yalnızca fakülte isminin yazılı olduğu bir diploma edinebiliyordu. Diplomada uzmanlığı ifade eden bir bölüm adı ise bulunmuyordu. Çünkü yasa gereği tanımlanmış olmasına rağmen bölümler açılmamıştı ve diplomaya da yazılamıyordu.
Bu durumda öğrenciler ilgi duydukları uzmanlık alanı için branş eğitimlerini nasıl alacak, bunu nasıl ispatlayacaklardı? Sorun büyüktü. O dönem bu sorundan dolayı, diplomasında bölümünü ispat edemediği için iş ilanlarına başvuramayan, askerliğini tecil edemeyen öğrenciler dahi vardı.
Öğrenciler her zamanki gibi yine böyle kuzu kuzu oturuyorlardı. “Bunlar da haklarını nasıl arar arkadaş” diye içimden geçirdiğimi hatırlıyorum. Dekan daha sınıfa girer girmez hal ve tavır değiştirmiş, beden diliyle öğrenciler üzerinde otoritesini hissettirmişti. Ve tabi üst perdeden konuşmaya başladı. Aba altından sopa gösterircesine yaptığı konuşmasında durumun bir zorunluluk olduğunu, öğrencilerin not ortalamalarına göre sıralanıp derecelerine göre uzmanlık eğitimi amacıyla modüllere ayrılacağını anlattı. Ancak bunların hukuki anlamda hiçbir karşılığı olmadığını öğrencilerde biliyordu. Konuşması esnasında zaten hepi topu otuz kişiyi bulan sınıfı kayıt amacıyla üçe ayırırken “ilk on kişi” şu modüle “ikinci on kişi” şu modüle gibi ifadeler kullanıyordu. Ne kadar da sığ, dayatmacı bir konuşmaydı? Hukuken bölüm yok zaten hangi öğrenci neye dayanarak nereye kaydolacaktı?
Nihayet öğrencilerden biri söz aldı. Durumun hukuksuz olduğunu, fakülte dekanı olarak öğrencilere baskı uyguladığını anlattı. Bu sözlere sinirlenen dekan zaman zaman araya girerek ifadelerinde daha tehditkâr olmaya başladı. Öğrenciler buna uymazlarla dekanlığın gereğini yapacağını filan söyledi. Bunun üzerine bir başka öğrenci ayağa kalktı ve sözü keserek “sayın hocam, bu konuşmanız son derece üzücü. Bizler konuşmanızda ima ettiğiniz üzere birer koyun değiliz. Sayılarla ifade edilecek kişiler ise hiç değiliz. Bizler insanız. Rakam değiliz. Geleceğimizi, hayat beklentilerimizi kafanıza göre şekillendiremezsiniz” dedi.
Doğrusu o anda gözlerim açıldı. Tıpkı şimdi sizlerin gözünün açıldığı gibi… O gün uzun zamandır tanık olmadığım bir konuşmaya şahit oluyordum. Hani ortam öyle olmasa, ben idare temsilcisi olmasam uçarak o öğrenciye sarılacak, alnından öpecektim.
Sanırım bu anlattıklarım etkilemiş olacak, amfinin arka tarafında olmama rağmen en ön sıradan bir öğrenci ayağa kalktı. Kısa boylu güleç yüzlü bir kızdı. Biraz utana sıkıla:
“Hocam doğrusu çok merak ettim. Sonrasında ne oldu? Yani öğrencilerin lehine bir çözüm oldu mu?”
“Hayır olmadı.”
Gülüşmelerle, aralarında fısıldaşmalarla sözümü kestiler. Devam ettim.
“Dekanlık bu tutumda ısrar etti. Hatta yönetim olarak karar aldılar, bir yönetmelik düzenlemeye giriştiler.”
“Siz ne yaptınız?”
“Ben istifa ettim. O yönetim kararını imzalamadım. Olur mu öyle iş? Dolayısıyla bana da tavır aldılar.”
Yüz ifadelerinden biraz olsun içlerine su serpilmiş olduğunu hissedebiliyordum.
“Ama” dedi bir diğeri, “Bu sorunları halen yaşıyoruz. Halen biz öğrencileri dinleyen yok, anlayan yok. Sesimizi dahi çıkaramıyoruz.”
“Eh işte bu yüzden şu anlatmaya çalıştıklarım önemli, bu yüzden dünyayı, toplumsal güç ilişkilerini, politikanın neden önemli olduğunu anlamanız gerekiyor. O gün yaşanmış olan deneyimler hep yaşanıyor. Yarın da yaşanacak. Bu bir mücadele. İnsan olmak için bir mücadele. Ben olmam gereken yerdeyim şimdi ve olduğum gibiydim. Umarım siz de olursunuz!”
Hayat akıyordu işte ve herkes yerini buluyordu. Bu gençler de bulur umarım…