Çelişki ve Direniş

0
59

ABD’de edebiyat alanında verilen onursal bir ödül var: “Amerikan Edebiyatı’na Seçkin Katkı Madalyası”. “Ulusal Kitap Vakfı” tarafından verilen bu ödülü kazananlardan biri de çağımız önde gelen yazarlarından biri olan Ursula K. Le Guin. Ödül yazara 2014 yılında “Amerikan edebiyatı üzerindeki dönüştürücü etkisi” nedeniyle verilmiş. 

İşte bu ödül için düzenlenen törende Le Guin hafızalara kazınan bir konuşma yapar:

“Zor zamanlar yaklaşıyor. Bu zamanlarda, yaşadığımız hayata dair başka bir gelecek düşleyebilen, korkularla kuşatılmış toplumumuzu ve onun teknoloji bağımlılığını aşarak başka bir varoluş biçimi hayal edebilen yazarların sesine ihtiyaç duyacağız. Ve belki de bu sesler bizi umuda götürecek.Özgürlüğü anımsayabilecek yazarlara ihtiyaç duyacağız. Şairlere, hayalperestlere: Daha büyük bir gerçekliğin gerçekçilerine.

….

Kapitalizm içinde yaşıyoruz. Gücü sarsılmaz ve kaçınılmaz gözükebilir. Ama bir zamanlar, kralların ilahi iktidarı da öyle görünüyordu. Her türlü insan iktidarına insanlar tarafından direnilebilir ve bu iktidarlar değiştirilebilir.Direniş ve değişim çoğu kez sanatta başlar ve daha da çok bizim sanatımızda -kelimelerin sanatında- başlar.”

Le Guin konuşmasıyla kapitalist piyasa düzeninin eriştiği güce işaret eder aslında. “Güzel ödülümüzün adı kâr değil. Adı özgürlük…” diyerek de cümlesini tamamlar.

Bugünün dünyasında kapitalist piyasa düzeni ve onun politik yapıları insan üstünde öylesine olağanüstü bir egemenliğe erişmiştir ki insan eliyle yaratılan iktidar gücü adeta insanı yutmuş, şairler, hayalperestler için dünya dar olmuştur. Akla dayalı toplum geldiğimiz noktada kendini piyasanın ilkel güdülerine teslim etmiştir. Piyasa ise güç tekellerinin amaçlarına özgü olarak kurumsallaşmış, yıkılmaz kalelere dönüşmüştür.

İçinde bulunduğumuz politik güç düzeni ve onun eseri toplumsal baskıya, dayatmalara direnebilirseniz eğer hayallerinizin, şiirlerinizin yaşama şansı var. O da belki… 

Ursula Le Guin’de konuşmasında bundan dem vurur. “Yaklaşan zor zamanlar” diye ifade ettiği o zamanlar artık gelmiştir. Özgürlüğü anımsatan, “direniş ve değişimi” sanatla başlatmış bir burjuva ve işçi sınıfı toplumu gerçeği adeta tuzla buz olmuştur. Bugünün dünyası fabrika kapitalizminin dinamiklerinden çok uzaktadır. Yeni paradigma kapitalizmin sömürücülüğü içinde bir kere daha değişim getirirken değil düşünceler, kelimeler üzerinde dahi egemen olan daha güçlü bir politik düzen ortaya çıkmıştır. Hem de “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” derken…

“Neden böyle karamsar bir söylemle giriş yaptın?” diye birçok kişi sorabilir. Oysa söylemem gerekiyor: “ben karamsar değil gerçekçiyim” …

Bugün geldiğimiz noktada dünya insan bilincini kontrol eden, onu ele geçirmiş araçlar ve bu araçlara sahip iktidar güçleriyle donanmış durumda. Robotumsu insan yaratma peşinde koşan fabrikalar ve sermaye sınıfı robotumsu insanın yanında onun bir uzantısı olan senkronize bir bütünlük içinde yaşayan toplum düzenlerini de yarattı. Son yüzyıllık serüvende bunu gördük. 

İnsanın, ağacın, hayvanın, gökyüzünün, nehirlerin, her şeyin ama her şeyin bir tanıma, kurala, standartta göre bezendirildiği; şekillere, boylara ayrıldığı; kullanım ve tüketim amaçlarına göre yapılandırıldığı; zaman ayarlı yaşam biçimlerine uyumlandırıldığı ve tüm bu yollarla ticarileştirilerek alınıp satıldığı bir hayatta insanın özgür iradesinden, bilincinden söz edebilmek ne mümkün? 

Bugünlere gelinceye kadar terle, kanla, gözyaşıyla verilen “özgür irade” mücadelesi boşa mıydı gerçekten?

İnsanın yarattığı “meta”ya teslim olduğu gerçeğinden baktığımızda pek yanlış bir tespit olmadığını düşünebiliriz. Dijital teknolojilerle birlikte “mikron” düzeyinde benliğini kaptırmış, adeta veri bulutlarında uçuşan kişiliğinin bir nesnesi haline gelmiş insanın bilinci gerçekten de kendine mi ait?

İnsan kendi bilincini gerçekleştirme iradesini kaybetti mi yoksa?

İlkin şunu söylemek lazım. İnsan bilinci doğumundan itibaren kendi dışındaki var oluş ile yaşadığı deneyimlerin bir ürünü. İnsan kendini ve kendi dışını tanıyarak bilincini inşa eden bir varlık. Tabi böylesi önemli, toplumsal ve politik bir alanı kökten etkileyebilecek bir mevzuyu kendi kendine bırakmak sanırım egemen bir toplumsal düzenin efendileri için çok mantıklı olmasa gerek. Nihayetinde özgür bir akıl ve iradeyle gerçekleşecek insan bilinci, o bilinç üzerine çöreklenmiş, sömürü aklı yerleştirmek isteyen egemenleri pek memnun etmez.

Şimdi hiç “neden” diye soran bir bilinçle “şükür” diyerek rıza gösteren bir bilinç aynı olur mu?

Dolayısıyla insan bilincinin egemen sınıfın iktidarına uyumlu, tabi olarak gerçekleşmesi için bilincin dışarıdan yönlendirilmesi, kontrol altında tutulması lazım. İşte toplumsal alanda deneyimlediğimiz ve bilince etki eden tüm kitlesel iletişim düzeni ve araçları buna hizmet eder. Yani bilincin inşası insanın kendi özgür iradesi ve deneyimlerine bırakılmaz. 

Aklıyla aydınlanmayı gerçekleştiren insanı düşündüğümüzde bilincin ne denli önemli bir konu olduğu aşikâr. İnsan bilinciyle kendisini, çevresini ve olup biten her şeyi fark eder, tanır, algılar, kavrar. Aklın yani düşünmenin hem bir çıktısı hem de etkileyeni olan bilincimiz bizi aydınlığa da götürebilir, karanlığa da. 

İnsanın özgür bir iradeye sahip olması, özgür akıl ve insani bilinç için olmazsa olmaz bir koşul. İnsanlık tarihine baktığımızda en temel mücadelenin bu yönde olduğunu görürüz. Özgür iradeye sahip bir insan…

Ancak bugün içinde bulunduğumuz dünya bu mücadelede vardığımız yer bakımından kritik bir eşiktedir. İnsanlık kapitalizmin ördüğü, aklı ve özgür iradeyi tutsak almış daha etkin bir egemen düzenle karşı karşıyadır. Üstelik tüm zamanlardan, tanrı kralların, din tüccarlarının, jakoben devrimcilerin egemen olduğu çağlardan daha etkili, insanı çepeçevre sarmış bir güç. Toplumsal alanı tümüyle eline geçirmiş, en silahlı, en organize, insan aklı ve ruhunu işgal edebilme araçlarıyla donanmış en güçlü ordusuyla…

“Tabula Rasa” Kimin Elinde?

Bir zamanların insanı, aklı esir alan; bilginin yalnızca Tanrısal gerçeğin ortaya konulması, yansıtılması ve kanıtlanmasına hizmet ettiği; kuşkunun, öznelliğin reddedilerek yalnızca tek bir doğrunun varlığını kabul eden skolastik düşüncelerin her alanda egemen olduğu; Augustinus’un söylediği üzere “anlamak için inanıyorum” fikrinin ruhları ele geçirdiği; bütün var olan şeylerin, mutlak bir var olan tarafından temellendirildiği bir zamanda dahi o dönemler sapkınlık olarak görülen şüpheciliğiyle karanlıktan çıkış yolunu bulabilecek bir güce sahipti.

Kutsalları sorgulayabiliyor, putlaştırılmış değerleri yıkabiliyordu. “Şüphe ediyorum, demek ki varım” diyebiliyor, mutlak iyi olan bir Tanrı düşüncesini tartışabiliyordu.

David Hume “Din Üstüne Diyaloglar” adlı eserinde şunları yazabilmişti:

“Tanrı kötülüğü önlemek istiyor da gücü mü yetmiyor?

Öyleyse o güçsüzdür.

Yoksa gücü yetiyor da kötülüğü önlemek mi istemiyor?

Öyleyse o iyi niyetli değildir.

Hem güçlü hem de iyi ise, bu kadar kötülük nasıl oldu da var oldu?”

İnsanlık olarak aydınlanma çağını inşa ettik. Teodiseden, kötülük ile mutlak iyi olan Tanrı kavramının nasıl bağdaştığını açıklamak, Tanrı’yı haklı çıkarmak, dünyanın olası dünyaların en iyi olduğu görüşünü savunmaktan vazgeçtik. İnsanı kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtardık. Aklını kullanma cesaretini verdik.

Şimdi böyle deyince de aklıma Descartes geldi. Sağlam bir dini eğitime sahipti Descartes. O vakitler dinin insan düşüncesi ve yaşamı üzerinde etkisi yüksekti tabi. Felsefede var olmaya ilişkin sorulara uzun yıllar Tanrı ve dinin öğretileri üzerinden yanıt verilen bir zamanda çıkış yapmış bilinen ve egemen düşünme biçimlerini kökten sarsmıştı.

Eğer onun gibi soğuktan nefret eden, bir gün evindeki sobanın içine girerek tüm gününü hiçbir şey görmeksizin bir karanlık içinde “ben var mıyım?” sorusuyla geçiren, çıktığında “Düşünüyorum, öyleyse varım” cümlesini not alan, bugünü orta çağdan ayıracak fikirleri ortaya koyan biri olmasaydı belki de bu satırları kaleme almam mümkün olmayacaktı. Kim bilir? 

O günden bugüne yaşanmış inanılmaz boyuttaki değişime, modern zamanların dünyasına tanık olmayabilirdik.

Descartes düşünceleri tüm düşünce tarihine bakıldığında sıradan gelebilir. Ama değişimin mihenk taşıdır. Tanrı inancının en baskın şekilde insanın özgür iradesi üzerinde kullanıldığı bir zamanda, insan bilincinin elinden alındığı koşullarda aklı temellendiren fikirleri ortaya koymuş olması son derece önemlidir.

“Duyularımız bazen bizi aldattığına göre, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını farz etmeliyim.” der ve sorgular.

“Burada sobanın içinde oturduğumu nasıl bilebilirim.

Bundan emin olamam. Rüya ya da hayal görüyor olabilirim.

Ya da muzip bir şeytan benimle oyun oynuyor olabilir.

Kuşku duymayacağım tek şey, bir şey düşünüyor olmam. Rüya gördüğümü, benimle alay edildiğini ya da bir bedenim olmadığını düşünsem bile bu böyle.

İşte buldum! Düşünüyorum, öyleyse varım! Benim varlığım Tanrı’nın varlığının delilidir. Hatta Tanrı’nın varlığı benim varlığımdan daha kesindir!”

Üzerinden geçen yüzyıllar ve mücadeleler sonucunda evet belki orta çağın karanlığından akılla çıkmış olabiliriz ama belirtmem gerekir ki maalesef halen insan aklı ve bilincini karanlığa iten gelişmeler devam ediyor.

John Locke’un “Tabula Rasa”sı onun hayalini kurduğu gibi özgür irade ve düşüncenin bir sonucu olmaktan çok uzakta. İnsan zihni bugünün egemen düzeninde dijital kodlarla donanmış piyasa güçlerinin işgali altında.

Çelişkinin İtici Gücü

Bugün eriştiğimiz düzeyden hareketle özgür iradeye, özgür düşünceye sahip olmayan, bilinci elinden alınmış insanların ne gibi toplumsal sonuçlara sebep olabileceğini söylememe sanırım gerek yok.

Tüm tarihsel deneyimler gösteriyor ki insan bilincini aydınlığa götüren şey katı kabuller değil, onun “neden” sorusunu sorması. Yani insan sorguluyor, düşünüyor, tartışıyor ve ilerlemeye devam ediyor. Tabi her insan için bunları söylemem mümkün değil maalesef. 

İnsanlık tarihinde insanlığı ileriye taşımış olan tüm öncülerin, düşünürlerin, mücadelecilerin bir çelişkiye sahip oldukları, sorguladıkları ve insanlığı ileriye taşıdıkları apaçık ortada. Diyalektik felsefede de dile geldiği üzere zamanda ilerliyoruz, her şey değişiyor ve her değişim yeni sentezler yaratarak bizi geliştiriyor. İnsan bilincinde çelişkinin varlığı aynı zamanda yaratıcı aklın ve düşüncelerin de doğumu demek. Ancak dediğim gibi yaratıcı aklı yok etmek isteyen, insan bilincini köleleştirmek isteyen unsurları unutmamalı.

İnsanın tarihsel yolculuğuna baktığımızda ilk çelişkisinin doğayla yaşadığı çelişki olduğunu görürüz. Zamanla doğaya egemen olan, kabileler, kavimler kuran insan doğayla verdiği mücadelenin sonunda kendini yaşatmayı başarmış, doğaya ilişkin sorularına yanıt aramış ve bulmuş, doğanın efendisi olarak tarımı, yerleşik toplulukları, dil ve yazıyı keşfetmiştir. Uzun yıllara, çağlara dayalı bir gelişim bu.

İnsanın ikinci çelişkisi ise kendisi… Yaşamın nedenlerini sorgulayan insan, bugünkü inançlara, değişmez kabullere kaynaklık edecek gelişmeleri göstermiştir. Kendiyle olan çelişkisinden felsefi fikirler, inanç biçimleri doğmuş, yerleşik topluluklardan ilk toplumların doğuşuna kaynaklık etmiştir. Yaradılış efsaneleri, mitler, kutsalların doğduğu bir zaman dilimidir bu dönem. İlahi yasaların da… Tarıma dayalı sert, çetin üretim ilişkilerinin yarattığı ezen-ezilen insan ilişkilerinin ortaya çıktığı ve ezilenlere masalların ekildiği bir dönemdir. Bu aynı zamanda insan bilincinin doğayla ilişkisinin kesildiği, kurulu toplumsal düzene göre biçimlendiği bir zaman dilimidir. İnsan kendi yaşam formuna ilişkin icatlar gerçekleştiren, alet ve araç yapmanın ötesinde yönetim sistemleri de geliştiren bir varlığa evrilmiştir. Bu yolculuğunda tıpkı doğayla olan çelişkisinden onun efendisi olarak çıktığı gibi kendisiyle olan çelişkisinin sonucunda da insanın ve doğanın üzerinde bir efendilik düzenini ortaya çıkarmış ve efendi-köle ilişkisini sürdürebileceği sosyal yapılar yaratmıştır. Pek iyi bir çıktı olduğu söylenemez tabi ancak türünü devam ettirecek şekilde bir yolda ilerlediği de kesin…

Aydınlanma sürecinin bugün içinde bulunduğumuz döneminde ise insan aklın, bilimin ve buna bağlı tüm öğretilerin gelişeceği süreci doğurmuş, evrenle çelişki süreci başlamıştır. Pozitif bilimlere ve buna dayalı toplumsal örgütlenme anlayışlarının, modern zamanların doğumuna neden olan insan tıpkı doğayla, kendisiyle yaşadığı çelişkilerin yarattığı değişimler gibi şimdi de evrenin varoluşuyla ilgili yaşadığı çelişkiler sonucu kendini başka bir boyuta taşımıştır. İnsan toplumu ve toplum yasalarını yaratmış, bilimsel bir toplum düzeni üretmiştir.

Çelişki neden-sonuç ilişkilerine ilişkin tüm süreçleri içeren bir sorgulama sürecinin başı. Eğer insan yaşadığı hayata ilişkin olarak çelişkilere düşmüyor, sorgulamıyor, egemen anlayışlara teslim olarak, kabullenerek yaşıyorsa orada insanlık için bir aydınlanma beklentisine girmek hayalcilik olur. Dolayısıyla eğer insan çelişkiye sahipse değişir. Sorgulamaz olduğu gibi kabullenirse statükocudur. Bu tür insanlar değişime direnir, tutucudur. Üstelik mevcut düzen, değerler ve anlayışların devamı için var gücüyle… 

Lakin evrenin de kanunları var tabi. Ne kadar direnirsen diren “dünya dönmektedir”. Çelişki devam eder.

Bugün “dünyanın dönmekte olduğunu” söyleyecek gerçekçilere ihtiyaç var. Ursula K. Le Guin’in yazarlarına, şairlerine ihtiyaç var. Ancak içinde bulunduğumuz piyasacı güçlerin yarattığı egemen sınıf tıpkı orta çağın karanlık güçleri gibi hareket ediyor. Elinde tuttuğu medya gibi, okul gibi, din gibi kitle iletişim ve ehlileştirme araçlarıyla insani bilinci yok ediyor onu ilkel dürtülerinin esiri haline getiriyor. 

Kapak Fotoğrafı: Tamer Durak

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz