Dilruba’nın Kamusal Alanı

0
47

Bireylerin kendini var edebildiği, bir araya gelerek fikir alışverişinde bulunabildiği, etkileşime girebildikleri, toplumsal anlamda ortak kullanıma açık alanlara kamusal alan deniyor. Yani beğenirsiniz beğenmezsiniz millet bahçeleri de kamusal alan meydanlar da caddeler de. Herkes tarafından herhangi bir erişim engeli olmaksızın eşit olarak paylaşılabilen, insanların herhangi bir baskı hissetmeksizin etkileşimde bulunabildiği alanlar…

Şimdi böyle ifade edince insanın “neresiymiş arkadaş buralar?” diye sorası geliyor. “Özel alan” dışında, özel bir mülk durumunda ya da kamu otoritesinin tekelinde bulunmayan her yer. Okullar, caddeler, ormanlar, ibadethaneler, deniz kıyıları, parklar, parklardaki banklar. Yani halka ait olan her yer… Yalnızca böylesi fiziksel alanlar mı? Değil tabii ki. Dijital bir zamanı yaşıyoruz ve buralarda da ortak alanlar üretiyoruz. Tıpkı şu yazıyı paylaştığım alan gibi, sosyal medya gibi…

Ama bunları saydıkça “Pek iyimser bir abiye benziyorsun sen. Halka ait hangi alanlardan söz ediyorsun öyle? Özel okullar halka mı açık? Ülkede deniz kıyıları kimin elinde? Parklara giriş parası verdin mi hiç hayatında? Ya sosyal medya? Kimin?” diye iç geçiriyor olabilirsiniz. Haklısınız. Zaten sorunun temeli de burada yatıyor. Kamusal alanlar yok oluyor, yok ediliyor, yok edilmek isteniyor. Baştan demiş olayım.

Yine baştan söyleyeyim, sorunumuzun temeli ekonomi-politik. Üretim ilişkilerine ve bu ilişkilerin yarattığı politik düzene, yönetim biçimlerine bağlı her şey. Bugünün dünyasında kamusal alanın doğuşuna kaynaklık eden özgürlükçü akımların, liberal dünyanın yerinde yeller esiyor. Üretim biçimleri 5.0 oldu, hakeza tüketim biçimleri de aldı başını gitti. Kapitalizm yapı değiştirdi. Ama egemen politik akıl bir türlü değişemedi. Halen 2.0.

Kapitalizm yapısal bir değişim geçirdi diyoruz demesine ama ipleri hala ellerinde olduğu anlaşılan tekelci sermaye aklının değiştiğini söylemek pek mümkün değil. Önünde herhangi bir engel kalmadığı düşüncesiyle hareket eden küresel sermaye sınıfı ve onların ülke aparatları patavatsız güçleriyle insanlığın yaşam alanlarını, dünyanın geleceğini tehdit ediyor. Tabi emrindeki politik temsiller de uygulamanın baş aktörleri…

Yeni piyasa dinamiklerinin hızına ayak uyduramayan kamu otoriteleri, bu yapıların üzerine çöreklenmiş politik kurumlar ve temsiller sivilleşen ve hak temelli gelişen dünyanın önünde büyük bir engel oluşturuyor. Katılımcı demokrasiyi, eşit yaşam ilişkileri ve insani değerleri çürüten bir politik düzen ve tekelci sermaye kafasıyla karşı karşıyayız.

Oysa nasıl bir tezat değil mi? Bu temsillerin çıkarları gereği en fazla yücelttikleri, halka en çok sundukları politik teklif ne? Demokrasi. Peki kamusal alanlar üzerinde yarattıkları sonuçlar nedeniyle yok ettikleri şey ne? Yine demokrasi.

Demokrasi ve kamusal alan arasında koparılamaz bir bağ, doğrusal bir ilişki var. Bu alanlar halkın yönetime katılımında önemli bir rol görüyor ve hem varlıkları hem de işlevleri bakımından son derece önemli. Kamusal alanların her vatandaş için eşit bir şekilde erişilebilir olması demokrasinin bir göstergesi.

Tabi biz böyle niteliyoruz diye herkes böyle düşünecek değil. Bu tamamıyla yaşama, insana, var oluşa nasıl baktığımızla ilgili. Özel mülkçü bir anlayışla ya da tam aksine totaliter bir devlet aklıyla bakılıyorsa eğer kamusal alana ilişkin bu türden görüşlerin üstü bir kalemde çizilebilir.

Kamusal alanların mekânsal olarak oluşturulma biçimi ister insan ister diğer canlıların var oluşuna ilişkin kısıtlar bize bu alanların kime ait olduğuna, sahipliğine ilişkin ipuçları veriyor. Burada egemen politik düzenin belirleyicisi bir konudan bahsediyoruz. Sahiplik ilişkileri kamusal alan ve özgürlüklerin temelinde önemli bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Yani özel mülkiyet ya da devlet otoritesinin tekeline dağıtılan kamusal alanlar halkın varlığını tehdit ediyor.

Bugüne kadar birçok düşünür tarafından tartışılmış olan kamusal alanla ilgili ortaya çıkan en önemli sonuç şu: Kamusal alan politikanın meşrulaştırılma yeridir.

Evet her yurttaş tartışabilmek, fikir sahibi olabilmek ve politik temsilleri seçmek için, politik görüşlere, bilgiye, farklı düşüncelere kamusal alan aracılığıyla erişmektedir. Kamusal alan onları pasif bireyler olmaktan çıkarmakta politikanın belirleyicisi yapıcısı konumuna yükseltmektedir. Bu alanlar bir var oluş, kendini inşa etme alanıdır.

Kamusal alan aynı zamanda farklı amaçlar için oluşmuş topluluklara dahil olan bireylerin ortak politik bir birliktelik oluşturmak amacıyla kendi aralarında ilişki kurmalarına olanak sağlayan simgesel bir alan, politikanın görünürlük kazandığı bir sahne olarak dikkat çekiyor.

Şimdi şöyle bir düşünelim bakalım. Nerede o kamusal alanlar?

Kamusal alanı yalnızca soluk alıp verdiğimiz ortak yaşam alanı olarak düşünemeyiz. Nihayetinde bu alanlarda etkileşim var, insanın aklının eylemi var. Buralarda ortak fikirler gelişiyor, toplumsal bilinç gerçekleşiyor. Böylesi yerler düşünme biçimlerini, kabulleri, ortak değerleri köklü bir biçimde etkiliyor.

Tabi bu aşamada şunu demek mümkün. Kamusal alanlar özgürlükçü aklı, toplumları, hayatları yaratabileceği gibi totaliter, kapalı toplumları ve hayatları da yaratabilir.

Nihayetinde koca bir insanlık tarihinde faşist, sosyalist, teokratik nice baskıcı politik rejim gördü bu dünya. Buralarda kamusal alanlar yok muydu? Vardı tabi. Ama nasıl bir alandı? Ne işe yarıyordu, kimin hizmetindeydi? Misal bir zamanlar üniversiteleri kamusal alan olarak görenlere göre buralarda bilimsel düşüncenin ve özgürlükçü fikirlerin önünde bir engel olamazdı. Akademi hür bir ortamdı, gençler özgürce düşüncelerini konuşabilir, bilimsel çalışmaların önünde bir engel bulunamazdı. Öyle miydi peki? Tabii ki hayır. Baskıcı rejimlerin egemen olduğu bir dünyada bu türden yapılarda eleştirel aklın gelişmesi ne kadar mümkün olabilir? Zaten günümüze baktığımızda üniversitelerin kamusal bir alan olmaktan çıktığını söylemek pekâlâ mümkün. Ya sermayenin tekelinde ya da politik egemenlerin. Demek ki kamusal alan halkın üzerinde baskının olmadığı, halkın iradesinin dile geldiği bir alan.

Bu konuda görüşleriyle bilinen Alman felsefecilerden Jürgen Habermas kamusal alanı yurttaşların bir araya gelip iletişime geçtiği ortak bir konuşma/tartışma alanı olarak ortaya koyuyor. Toplumsal yaşantımız içinde, kamuoyuna benzer bir şeyin oluşturulabildiği bir alan olarak görüyor.

Ona göre kamusal alan ve kamuoyu kavramları ilk kez on sekizinci yüzyılın sonundan itibaren ortaya çıkan birtakım tarihsel ve toplumsal gelişmelerin neticesinde gündeme geliyor. Yani kamusal alan burjuva toplumunun ortaya çıkışıyla ilgili. Burjuva toplumda devlet ve toplumsal alan birbirinden ayrı. Liberal bir düzende kamuoyunu oluşturan devlet değil toplumdur. Toplumsal güçler vardır.

Mesela burjuvanın ortaya çıktığı dönemlerde gerek gazeteler ve gerekse bu kitle iletişim araçları yarattığı fikirler üzerinden görüşlerin tartışıldığı, dile getirildiği mekanlar, kahvehaneler, salonlar kamusal alanları oluşturuyordu. Ancak ona göre zaman içinde oluşan devletin toplumsal alana müdahalesiyle birlikte kamusal yetkiler özel birliklere devroldu. Habermas, kamusal otoritenin özel alanı kaplayan genişlemesinin, toplumsal güçlerin yerine kamusal otorite yetkelerine sahip devlet gücünün geçmesiyle ilişkili olduğunun altını çiziyor. Toplumun giderek devletleştirilmesi ve kendini dayatan devletin toplumsallaştırılması burjuva kamusundaki devlet ile toplum arasındaki ayrışmayı tahribata uğratıyor.

Habermas’ın idealize ettiği 18. yüzyıl burjuva kamusal alanı eleştirel aklın ve bu akla dayalı etkileşimin ortadan kalkmadığı bir ortamdır. Bu ortam gelecekte tekrar oluşabilir ve bu yüzden de zaten Habermas’a göre modernleşme henüz bitmemiş bir projedir. 19. yüzyılda başlayan basının ticarileşmesi süreciyle birlikte kamusal alanda eleştirel akla dayalı etkileşimin ortadan kalktığına, bu alanın yok olduğuna işaret ediyor.

Bugünden baktığımızda kamusal alanda var olan özel medya kuruluşlarının etkisinin giderek azaldığını ve halkın bu araçlar yerine dijital iletişim alanlarını, sosyal medyayı daha çok tercih ettiğini görüyoruz. Neden olmasın? Tüketim kültürünün piyasa düzenine ayak uydurmuş, eleştirel akla dayalı kamusal alan niteliğini kaybetmiş bir medya ile özgür insan nereye kadar devam edebilir? Dediği gibi “sözde kamusal bir alan” ile karşı karşıya kalan insanların başka kamusal alan çözümleri üretmesi kaçınılmaz… Habermas çok da yanılmış sayılmaz.

Eleştirel Aklın Kamusal Alanı

Geçtiğimiz günlerde yaşadığımız bir olay kamusal alana ilişkin düşüncelerimizi bir kere daha tetikledi. Aslında bu ilk değil. Ülkede yıllardır kamusal alana ilişkin önemli sorunlarla karşı karşıya olduğumuzu biliyoruz. Olay niteliksiz politik egemenlerin acizlik göstergesi olsa da kabak tadı verdiği bir gerçek.

İktidar eleştirisi içeren bir sokak röportajı nedeniyle ifadesi alınan ve ardından apar topar tutuklanan Dilruba Kayserilioğlu olayı bize kamusal alanın devamlı olarak işgal edilmek istendiği, tahrip edilmeye çalışıldığı, yok edilmek istendiği gerçeğini bir kere daha hatırlattı.

Ekonomi politik olarak çağın gerçeklerinden son derece uzak egemen sınıf ve iktidar temsillerinin demokrasinin önündeki en büyük engel olduğunu, kamusal alanları kendi politik dayatmacılığının bir aracı haline getirmeye çalıştığını biliyoruz zaten. Yabancısı olduğumuz bir durum değil. Ancak şunu belirtmek gerekir ki insanlık olarak ilerlemeci bir evredeyiz, kapalı bir dünya yok artık. Statüko karşısında değişimciler her zaman çözümlerini üretirler. Nihayetinde halksız politika yoktur ve halk politik iktidarları farklı biçimlerde, tarihin çizgisinde, rasyonel olarak yeniden üretmeye, örgütlemeye devam eder.

Son yüzyılın egemen sınıf ve politik iktidarları kamu kaynakları kadar kamusal alana da hükmetmek istiyor. Bu bir gerçek. Ancak bu gelişmelerin Dilruba’nın kamusal alanını yok etmeye gücü yetmez.

Bugün iyi biliyoruz ki politik iktidar yalnızca bir politik partinin egemenliği değildir. İçinde halk unsurları olan bir konudan bahsediyoruz. Sivil toplum örgütleri, yardım kuruluşları, medya ve iletişim araçları, iktisadi birlikleri (odalar, meslek birlikleri vb.) ve dernekler gibi tüm toplum örgütlerini de kapsayacak şekilde halk unsurlarıdır bunlar. Bu yapılar her ne kadar tekelci kapitalist aklın kontrol etmeye çalıştığı yapılar olsalar da halkın birer yansıması olarak işlev görüyor.

Demokrasinin ne demek olduğundan bihaber politik güçler bu yapılar üzerinden kamusal alana hükmetmek, onu biçimlendirmek, değiştirmek, yönlendirmek veya yok etmek isteyebilir. Misal kitle iletişim araçlarını sermaye üzerinden yönlendirmek, odalar veya meslek birliklerinin yönetimlerini kontrol ederek ya da şehir mimarisinde basit oynamalarla kendi ideolojik düşüncelerini dayatma gayreti gösterebilirler. İktidarlarının amaçlarına uygun bir kamusal alan tasarımlamak, bu yolla düşünceleri kontrol altına almak, farklı, karşıt düşünceler üzerinde baskı kurmak, yok etmek, tek tip düşünceyi, yaşam biçimini dayatmak isteyebilirler. Ama nafile…

Geleceğin politik dünyası bu temellerden sökün ediyor. Başta batı toplumunda olmak üzere insanlık bu gidişata çoktan dur dedi. Politik iktidarların güç alanı daralıyor, kamusal alana ve kamu kaynaklarına nüfuz etme, güç kullanma olanakları sınırlanıyor. Özel hayat, kişi hak ve hürriyet alanı genişlerken, iktidar güçlerinin kamusal alana müdahale yetkisine karşı talepler yükseliyor.

Tekelci kapitalist sermaye ve politik temsiller ne kadar kontrol etmek isterlerse istesinler gücünü kamusal alandan ve sivil haklardan alan politik temsiller, Dilrubalar geliyor. Bu önü alınamaz bir gelişme…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz