…Yıllardır “restore” edildiği ileri sürülen binanın bugünkü hali, kentte tutunmayı başaran alt-orta sınıftan insanların “eşya” algısını çağrıştırıyor. Haydarpaşa Garı hiç kullanılmayan “misafir odaları”nda üzerleri dantellerle örtülen sehpalara, kolçakları süslenen koltuk ve kanepelere benziyor. Değer verilen ama hiç kullanılmayan eşyalara… Örtülerin “şık”laştırdığı eşyalar hiç değilse tozdan, kirlenmekten, çizilmekten korunuyor. Ya Haydarpaşa? Neye yaradığından çok neyi sakladığı ile öne çıkıyor binanın kirden grileşmiş, eprimiş bir çarşafa dönüşen örtüsü. Üzerinde belli belirsiz restorasyon sonrası gar binası simülasyonlarıyla!
Her film sonuçta bir “belge”dir. Kurmaca filmlerin içinde yer alan kimi görseller yıllar sonra yapıldığı dönemdeki hayatın resmini, zamanın ruhunu ele verir. Döneminde tüketilip unutulan, yıllar sonra bir vesileyle yeniden hatırlanan pek çok film belgesel sinemanın ham maddelerinden birini oluşturur. Demiryolu ulaşımı üzerine bir belgesel yapmak isteyenler doğrudan belgelerin yanı sıra dolaylı biçimde bu filmlere de başvurur; istasyonları, demiryollarını, trenleri bu görseller üzerinden okumaya, derdini bu belgelerle aktarmaya çalışır.
Dünya sinema tarihinde trenler ciddi bir yere sahiptir. Hatta çoğu kaynak, dünya sinema tarihini Lumiere Kardeşlerin Trenin Gara Girişi adlı kısa bir belge filmlerini 1895’te, Paris’te halka açık biçiminde ilk kez göstermesiyle başlatır. Kimi tarihçiler bu gösterimden önce yapılan başka gösterimlerin olduğunu ileri sürerek bu tarihe itiraz etse de sinema tarihinde “tren” önemli bir yer tutar. Amerika İç Savaşı’nı anlatan Buster Keaton’un General; George Pan Cosmatos’un dünyayı yok edecek bir virüsü işleyen Cassandra Geçidi; Keneth Branagh’ın, oryantalist Şark Ekspresinde Cinayet filmleri hemen akla gelen örneklerdir. Türk sinemasında da hatırı sayılır miktarda trenli film vardır. Bu filmlerin çoğunda Haydarpaşa Garı vazgeçilmez bir plato-mekandır. Sinema tarihçisi Agah Özgüç, Türk Sinemasında “içinde Haydarpaşa Garı geçen” 34 filmden söz eder. Haydarpaşa Garını mekan olarak kullanan ilk yönetmenin Ertuğrul Muhsin, ilk filmin ise Şehvet Kurbanı olduğunu belirtir. Buharlı trenin fonunda buhar ve duman içinde kalır Haydarpaşa Garı… Sinema tarihimizdeki kült filmlerden biri olan, Halit Refiğ’in Gurbet Kuşları filmi de Haydarpaşa Garı’na gelen bir trenle başlar. Trenden inen Maraşlı aile, Türkiye’de kırsaldan kente göçen milyonlarca kişinin temsilidir. Yol yorgunluğuyla trenden inen yolcular birden canlanır; peronu aşıp, renkli vitraylı camların süslediği kapıdan geçip gar merdivenlerinin üst basamağına ulaşınca ilk kez İstanbul’la ve “hız”la karşılaşır. Merdivenlerden İstanbul’a şöyle bir bakacak; iskeleye yanaşan vapura binebilmek için adımlarını sıklaştıracak, önündekileri itecek-kakacak, ne yapıp edip öne geçecektir. İstanbul, artık “öne geçme mekânı”dır. Bu kentte ayakta kalmak buna bağlıdır. Ayakta kalamayan ya yok olacak ya da geldiği yere dönecektir. Haydarpaşa hem bir başlangıç olur, hem de bir son.
Ayakta kalmak…
Haydarpaşa Garı, sinemadan daha yaşlı… İlk gösterimin gerçekleşmesinden 23 yıl önce, 22 Eylül 1872’de iki katlı bir bina olarak hizmete açılıyor. Bağdat Demiryolununun yapımına başlanması ve trafiğin yoğunlaşması ile bina yetersiz kalınca, 30 Mayıs 1906’da Chemins deFer Ottomans d’Anatolia / Osmanlı Anadolu Demiryolları (CFOA) şirketi tarafından günümüzdeki binanın temeli atılıyor. 19 Ağustos 1908’de hizmete açılan binanın Neoklasik Alman stilinde olmasının nedeni ise iki Alman mimar Otto Ritter ve Helmuth Cuno ile Alman ve İtalyan taş ustalarının elinden çıkmış olması. CFOA Şirketi, 1924’te ilk devlet demiryolu şirketi olan Chemins de fer d’Anatolie Baghdad / Anadolu-Bağdat Demiryolları (CFAB) Şirketine dönüşüyor. 1927’de CFAB feshediliyor; şirketin işlettiği hatlar ve istasyonlar Devlet Demiryolları ve Limanları İdaresi (DDYL)‘ne devrediliyor.
Şirketin adı 1929 yılında önce Devlet Demir Yolları Umum Müdürlüğü’ne, daha sonra Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları’na dönüşüyor. Bu süreç içinde yüz yıllık bina birkaç kez büyük zarar görüyor. 6 Eylül 1917’de yapılan bir sabotajla gar deposunda bulunan mühimmat alev alıyor, bina hasar görüyor. 1979’da binanın açıklarında meydana gelen büyük bir tanker faciasında bütün camlarını ve binayı renklendiren vitraylarını kaybediyor.
İnatla ve yenilenmelerle ayakta kalmayı başaran binanın son yirmi yıllık hayatı ise trajik… 2000’li yıllarda garın “özelleştirme” marifetiyle kamudan koparılması gündeme geliyor. O dönemin de Maliye Bakanı olan Mehmet Şimşek, gar binasının özelleştirme kapsamına alındığını söyleyince garın “görücüye çıkarıldığı” söylemi yayılıyor. Birinci derecede tarihi eser olan yapının özelleştirilmesine tepkiler sürerken 28 Kasım 2010’da binanın çatısında başlayan müphem yangınla bina kullanılamaz hale geliyor. Zaman içinde de yapı defacto biçimde ölüme sürükleniyor. İstanbul-Ankara arasındaki yüksek hızlı tren projesinin hayata geçirilmesi gerekçe gösteriliyor; Anadolu’nun İstanbul ile bağını kuran trenler 31 Aralık 2012’de bir daha geri dönmemek üzere son seferlerine çıkıyor. O gün 14:00’te Boğaziçi Ekspresi, 16:15’te Güney Ekspresi, 22:00’de Anadolu Ekspresi, 22:30’da Yataklı Ankara Ekspresi, son olarak da İstanbul’u fethetmesiyle gurur duyulan Fatih’in adını taşıyan Fatih Ekspresi 23:30’da İstanbul’da son kez düdüğünü çalıyor. Bir süre daha devam eden Gebze-Haydarpaşa banliyö seferlerinden sonra istasyon sessizliğe, emektar trenler ölüme terk ediliyor. Devre dışı bırakılan vagonlara depo görevi gören raylar sökülüyor, rayların olduğu bölgede inşaat kazıları kazılar başlıyor; kazılar yerini arkeolojik kazılara bırakıyor…
Dantel örtülü misafir odaları
Yıllardır “restore” edildiği ileri sürülen binanın bugünkü hali, kentte tutunmayı başaran alt-orta sınıftan insanların “eşya” algısını çağrıştırıyor. Haydarpaşa Garı, “modernleşen” kentlilerin hiç kullanılmayan “misafir odaları”nda üzerleri dantellerle örtülen sehpalara, kolçakları süslenen koltuk ve kanepelere benziyor. Değer verilen ama hiç kullanılmayan eşyalara… Örtülerin “şık”laştırdığı eşyalar hiç değilse tozdan, kirlenmekten, çizilmekten korunuyor. Ya Haydarpaşa? Neye yaradığından çok neyi sakladığı ile öne çıkıyor binanın kirden grileşmiş, eprimiş bir çarşafa dönüşen örtüsü. Üzerinde belli belirsiz restorasyon sonrası gar binası simülasyonlarıyla!
Agah Özgüç, aynı yazısında Gurbet Kuşları’nın karakterlerinden birini canlandıran Cüneyt Arkın’ın bir anısını aktarıyor:
“1958’de doktor olmak için İstanbul’a geldiğimde elimde tahta valizim, sırtımda yatağım vardı. Bu sahne daha sonra ilk filmim Gurbet Kuşları’nın da ilk karesi oldu. Haydarpaşa Garı, benim için kader ve hüzündür. Ben bozkır çocuğuyum. Koca bir dünya olan İstanbul’la ilk tanışmam Haydarpaşa Garı’nın merdivenlerinde oldu. O merdivenlerde gördüğüm resmi asla unutamam. Ömrümün bir bölümü Haydarpaşa Garı ile Eskişehir Garı arasında geçti.”
Ben de bir belgesel filmin çekimleri için geldiğim İstanbul’la ilk kez 1981 yılında Haydarpaşa Garının merdivenlerinden inerken tanıştım. Sabah ışığında parlayan vitrayların süslediği kapıdan merdivenlere doğru çıktığımda büyülenmiştim. Her şey çok etkileyiciydi…
Gezi Davasında ceza alan ancak cezası Yargıtay tarafından onanmayıp tahliye edilen Mimar Mücella Yapıcı’nın, yangının dördüncü yılında Haydarpaşa Dayanışması adına yaptığı konuşmada söylediği gibi, “Haydarpaşa’nın ağır göründüğüne bakmayın, narin bir yapı.”
Haydarpaşa hem gündelik yaşamda hem de sinema filmlerinde bir buluşma ve ayrılma mekanıydı. Şimdilerde onun geleceği meçhul. Masallardaki gibi “bir varmış bir yokmuş”un sınırında gezinen bir “yok mekân”! Dantele benzeyen örtülerin altında ha var, ha yok!
Kapak Fotoğrafı: Özcan Geçer
İstanbul’a ilk gelişim ve vapura ilk binişimde heyecanla cam kenarını kapmıştım. Kameramın ayarlarını yapıp tam önünden geçeceğimiz anı bekledim ki… boşaymış… Haydarpaşa’nın örtüsü ile ilk kez o zaman tanıştım. Aradan 5 yıl geçti, Haydarpaşa o örtünün altında bir sır gibi hala saklı…
Bu satırları Adana’dan yazıyorum,
Öyle güzel bir yazıydı ki, kendimi Kadıköy-Beşiktaş vapurunda, sahip çıkamadığımız değerlere hüzünlenirken buldum…
Kaleminize sağlık, sevgiler…