Kasaba Kurnazı

0
283

Şimdilerde çokça dile gelen bir konu var: “Vasatizm”.

Her Allah’ın günü bir konuda vasatlıktan söz eder olduk. Okullar vasatlaştı, insanlar vasatlaştı, gençler vasatlaştı, dil vasatlaştı, ticaret vasatlaştı, velhasıl her şeyi bir vasatlık aldı gitti diye söylenip duruyoruz. Tabi bakan gözlere bağlı…

Aslında olan biteni böyle adlandırarak açıklamaya çalışıyoruz. İnsanlar da…

Değişimin de kendiliğinden olmadığı aşikar. Gelişmeleri üretim ve tüketim ilişkileri temelinde değerlendirmek, üretim ve tüketime dayalı ekonomik işleyişin değişimiyle birlikte sosyal yapıların, toplumsal değerler, ilişkilerin de değiştiği gerçeğini göz önünde bulundurmak gerekiyor. Nasıl ki feodal ekonomi ve toplum düzenini ortadan kaldıran endüstri devrimi modern toplumun doğuşuna kaynaklık ettiyse, bilişim ve dijital teknolojilere dayalı bir ekonomi değişimi de yeni bir toplumun doğuşuna kaynaklık ediyor.

Yani üretimde ve tüketimde, pazar egemenliğinde yaşanan değişimler toplumsal iktidarların oluşumuna yönelik açıklamalarda kullanılagelen merkez-çevre ilişkisinde de bir dizi değişimi tetikliyor. Bilinen sosyal düzenler, yapılar, inandığınız değerler, kabuller adına ne varsa değişim kaçınılmaz oluyor. Politik iktidar da doğal olarak değişiyor…

MERKEZ-ÇEVRE DEĞİŞİMİ

Merkez-çevre/merkez-taşra ilişkisi toplumların sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel yapısını açıklamak için kullanılır. Daha somutlaştırmak gerekirse şehirler merkezi ifade ederken merkezin dışı köy, kasaba ve ilçedir. Merkez aslında düşünsel iktidarı, kuralı koyanı açıklar, çevre ise merkezi takip edendir. Herkes çevreden merkeze doğru ilerlemek ister, burada toplumsal rol almaya çalışır. Kısacası merkezde olmak musluğun başında olmak gibi bir şey…

Türkiye’de de politik ve sosyal iktidarın oluşumu bakımından merkezin ve çevrenin gelişimini bu kapsamda değerlendirmek gerekiyor.

Cumhuriyet rejimi ve ilk iktidarı Osmanlı’dan sonra gelen yeni bir yönetim anlayışı olarak eskinin merkezini, merkez-çevre yapısını değiştirmiş, Osmanlı’nın yapamadığı sanayi hareketini başlatmış ve ekonomi modelini Batı’ya göre yeniden biçimlendirmiştir. Bu çabasıyla modern toplum biçiminin doğumuna kaynaklık etmiş, merkezin yeni yapısı hızla Batı modern toplum çizgisine doğru evrilmiştir.

Ancak yeni rejim büyük çoğunluğu kırsalda yaşayan çevrenin üzerinde düşünsel değişim bakımından yeteri kadar etkili olamamış, üstelik zaman içinde bu nüfuslar üzerinde uygulanan yanlış, ötekileştirici politikalar nedeniyle kucağında önemli bir sorunu büyütmüştür.

İşte bugünü bu gelişme çizgisi içinde değerlendirmek gerekiyor. Şimdinin iktidar partisi, Cumhuriyet’in yarattığı merkezin yeni egemenlerince sosyolojik olarak dışlanmış olan bu geniş yığınları etrafında birleştirerek eski egemenlerin dilinden düşüremediği üzere “vasatizm”in egemenliğini yaratmıştır.

Çevreyi oluşturan eski sınıf ise sosyolojik anlamda merkezi ele geçirmiştir.

Artık o beyefendi, hanımefendi kişilikler, stiller, davranış biçimleri, “azizim” diye başlayan “filhakika” diye devam eden konuşmalar yok. Aynı zamanda toplumsal sınıflar ve ilişkiler de biçim değiştirmiştir…

Aslında bu gelişme yalnızca bize özgü bir gelişme de değil… Batı’da da yaşandı. Papyonlu, abiye giyimli beyler, hanımefendiler, piyano çalan müzisyenler ortadan kaybolurken, onların yerini blucinli, tişörtlü, elektro gitarlı kuşaklar aldı. Eskinin fabrika kapitalizmine dayalı sınıflar arası çizgileri belirgin bir şekilde gösteren kültürel göstergeler köklü bir şekilde değişime uğradı. Sınıflar kendilerine yabancılaştı…

1950’li yıllarla başlayan ve 80’li yıllara kadar geçen zaman içinde yaşananlar, üretimin teknoloji temelli değişimine bağlı olarak ulus devletlerin geçirdiği sosyolojik değişimi, modern toplumun post modern çizgideki değişimini anlatmaktadır.

Bugün yaşadığımız gelişmeler ise özellikle küresel alanda “merkez” konumda olan Batı ülkelerinin, SSCB’nin yani ikinci kutbun yıkılmasından sonra 80’li yıllarla birlikte uygulamaya başladıkları ve neoliberalizm olarak adlandırılan yeni sömürü politikalarına ilişkin bir dönüşümün sonucu…

Yüksek koruma duvarlarına sahip ulus devlet yapıları ortadan kalkar, Batı şirketleri hızla ve küresel düzeyde “uydu ülkeler” üzerinde egemen ticari düzenlerini kurar, Batı merkezli ticari piyasa kuralları bu “uydu ülkeler” tarafından uygulanır, Batı böylelikle tüketim pazarlarını kontrol altına alır.

Tabi bütün bu işler için de amaçlara uygun sosyal, kültürel ve politik iktidarlara ihtiyaç var…

Ulus devletin bildik tüm kalıplarının kırılması, yüksek milliyetçilik ve tutucu ideolojik değerler üzerine oturmuş anlayışların çözündürülmesi süreci işler. Dolayısıyla ulus devletle birlikte yükselen hangi değer varsa çürütülür, ulus devlet anlayışından zarar gören ne varsa harekete geçirilir, dirençler kırılır…

Ve Batı merkezli küreselleşme politikaları nedeniyle modern toplum rafa kalkmaya başlar…

MODERN TOPLUMUN SONU

Modern toplum fabrika dişlilerinin dönmesini sağlamak için oluşturulmuş yeni düzendi. Feodal dönemi yıkan tüccarlar yani burjuva sınıfı yeni dönemin egemeni olarak toplumu köklü bir değişime uğratmıştı. Toplumsal roller, statüler, sınıflar değişime uğramış, şehirlerle birlikte yükselen sermaye egemenliği, dilden dine, giyim-kuşamdan sanata kadar her bakımdan toplumsal değişimi sağlamıştı.

Her şey fabrikanın mükemmelleşmesi, yani bir örnek, seri ve kitlesel üretimin sağlaması için ihtiyaç duyulan uzmanlaşmış insanın toplumsal düzen içinde hazırlanması içindi. Bu amaçla eğitim, dil, din, statü, kültürel değerler, yani sosyal düzeni ilgilendiren her ne varsa, her şey değişime uğradı. Sanat, kültür, mimari, yemek alışkanlıkları ne varsa…

Fabrikanın işçi, şef, müdür gibi yönetim basamaklarına dayalı hiyerarşik yapısı nasılsa toplumsal düzenin hiyerarşik ilişkileri de fabrikanın bir yansıması olarak gerçekleşti. Ulus devletler modern toplumun politik kimliği ve yapısı olarak büyüyordu.

Modernizmin iktidarı insan üzerinde olağanüstü bir otoriteye sahipti. Onu tıpkı fabrikada üretilen bir ürün gibi, bir örnek, seri ve kitlesel şekilde üretecek bir toplum yapısının içine hapsetmişti. İnsan aklı bir tür fabrika disiplininin eseri olmuştu.

İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya yaşadıklarından hareketle bir değişime uğradı. Ulus devletler ve dolayısıyla dayattığı modern toplum düzeni insanları bezdirmişti. Sermaye ve işçi sınıfı arasındaki çatışmalar artık emekle ilgili taleplerin ötesine geçmeye başladı. Pandora’nın kutusu açılmıştı.

Ulus devletin zoru ve modern toplum ülküsüyle dayatılmış toplumsal kimlikler, inançlar, değerler kısacası egemen ilişki biçimleri adına ne varsa tartışmaya açıldı. Üniversiteli okumuş gençler işçi sınıfı talepleriyle buluşmuş, sosyolojik olarak merkezin dayattığı tüm kalıplara karşı tepkiler ortaya saçılmıştı.

Post modernizm süreci başlamıştı…

Batı kaynıyordu. İnsanlar sokaklara dökülmüş, hak ve özgürlüklere ilişkin talepler yükseliyordu. Ne yani? Ne giydiğime, neye inandığıma, ne yiyeceğime, otobüste nerede oturacağıma nasıl karışılabilir?

Hippiler 1968’lerin simgesi olmuştu. Müziğin dili değişirken, kalıplar hızla kırılıyordu.

Aslında değişen şey ekonominin çarkları, üretim ilişkilerinin kendisi, fabrikanın yapısıydı. Dahası artık tüketimin yönetimi ve kontrolüne ilişkin yeni bir sermaye kapitalizmi anlayışı gelişiyordu.

Üretimde zaman ve mekan kısıtları ortadan kalkıyor, işçiler fabrika içindeki yerlerini otomasyon sistemlerine bırakıyor, fabrikanın büyüttüğü sermaye kapitalizminden finans kapitalizmine doğru yeni bir ekonomi-politik örgütlenme biçimi ulus devletlerin içinde yükseliyordu.

Eh hal böyle olunca da modern toplumun yani fabrikanın yarattığı düzenin de değişmesi kaçınılmazdı. “Haute Couture” dönemi bitiyordu.

Irka, cinsiyete, din ve geleneklere, ideolojilere indirgenmiş bir toplumsal düzen kaçınılmaz olarak yıkılıyordu. Tabii ki bütün bunlar bahsettiğimiz şekilde üretim ilişkileri değişimi yaşamış coğrafyalarda gerçekleşiyordu. Dünyanın her yanı aynı hızda gelişmiyor ya da gelişemiyordu… Batıda yaşanan bu değişimi gören doğudaki öncüllerin ise bulundukları ülkelerde bir değişimin başlamasını beklemekten başka çareleri yoktu.

Onları henüz anlayacak bir sosyolojik yapı ortalarda görünmüyordu.

CUMHURİYETİN İKİNCİ KUŞAĞI CUMHURİYETİ SATTI

Endüstri devrimi modern toplum demekti. Yazılı kuralların, sözleşmeye dayalı toplumsal ilişkilerin egemen olduğu bir düzeni getirmişti. Fabrika yalnızca teknolojisi, makineleri ve ürettiği mallar nedeniyle değil, sözleşmeye dayalı toplumsal ilişkileri beslediği için de medeniyeti ifade ediyordu. Yeni adalet anlayışı fabrikanın omuzlarında büyüyordu.

Endüstri devrimini kaçırmış toplumlar için gelecek büyük sancılarla doluydu. Zira endüstri yoksa işçi-sermaye ilişkisi yoktu. Yasalara ve kurallara saygılı bir toplum düzeni de yoktu… Feodal yaşamın düzeni devam ediyor demekti. Fabrikanın ahlakı değil ağanın ahlak anlayışı geçerliydi. Doğal olarak toplumsal düzende ilahi nitelikli, katı hiyerarşik ilişkiler egemendi.

Buraya kadar yaşanan bu değişimi uzun uzun anlatmamın çok önemli bir nedeni var. Eğer içinde bulunduğumuz dönemi anlamak istiyorsak, Cumhuriyet’in merkez-çevre ilişkisini ve tarihsel süreç içinde merkezin nasıl bir değişim geçirdiğini bilmemiz gerekiyor.

Cumhuriyet öncesi feodal bir düzen ve Osmanlı vardı. Yeni dünyaya, endüstri devrimi ve anlattığımız değişimlere ayak uyduramayınca yıkıldı. Savaşlar işin bahanesi… Yeni devletin Cumhuriyet temeli üzerinde Batı ile uyumlu modern bir toplum inşa etme çabası işte bu nedenlere dayanır…

Yeni egemenler ülkede devlet sermayeli de olsa fabrikalar kurdu, sanayiyi büyüttü. Tıpkı batıda olduğu gibi toplumsal değişimler yaşanmaya başlamıştı. İşçi sınıfı yeni şehirlerin içinde büyüyordu.

İkinci Dünya Savaşı bitimine kadar devlet eliyle de olsa gelişen işçi sınıfı zaman içinde edindiği sözleşme, grev gibi haklarla birlikte Batı’daki gelişmelere benzer süreçlerin doğumuna kaynaklık ediyordu. Yeni yasalar, sivil toplum, serbest piyasa bu gelişmeler ışığında doğmuştu.

Ancak temeli feodal olan Cumhuriyet bu hamlesini geniş toplumsal kesimlere yayamadı. Merkezden uzaklarda Osmanlı’nın ağalık düzeni varlığını olağanca gücüyle devam ettiriyordu. Üstelik zaman zaman Cumhuriyet otoritesiyle çatışarak…

Özellikle Osmanlı’dan sonra da devam eden mülkiyet haklarıyla palazlanan feodal kafalı temsiller zaman içinde modern toplumun gelişmesine de noktayı koyacaktır. İşte bu bakımdan en önemli rolü sosyolojik olarak “kasabalı” nüfusu oynamıştır.

Uzun zaman boyunca ülkenin ve şehirlerin gelişmesine ilişkin anlatılarda “köyden kente göç” olgusuna atıf yapılmış ve köylünün modern Cumhuriyet içindeki yeri anlatılmak istenmiştir. Köy Enstitüleri girişimiyle yeni dönüşümü köye ulaştırmak isteyen Cumhuriyet iktidarının girişimleri ise 1950’li yıllardan itibaren palazlanan kasaba zihniyeti ve ikinci kuşak iktidarın girişimiyle sonlanmıştır. Tabi konu bu sınırlılık içinde anlatılacak kadar basit değil…

Cumhuriyet’in üretim ve ekonomiye ilişkin tercihlerinin sosyolojik olarak nasıl etkilere sebep olduğunu, merkez-çevre ilişkilerinin nasıl değiştiğini, politik egemenlerin bu süreçleri nasıl yönlendirdiğini anlamak, içinde bulunduğumuz toplumsal düzeni, egemen ilişkileri ve değerleri anlamak bakımından çok önemli.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı’nın bir uydusu durumuna dönüştürülmüştük. Cumhuriyet’in ekonomik anlamda dışa bağımlı hale getirilmesi, Batı’nın ihtiyaç duyduğu hammadde ve ucuz mallar için ucuz işgücünü karşılama görevlerini üzerine alan devletin ikinci kuşak egemen sınıfı Cumhuriyeti kuruluş amaçlarından koparan ilk yapı olmuştur. Bu yapı yüzü batıya dönük ülkeyi, düpedüz büyümekte olan emek hareketlerini ve üzerine ağalık kurduğu halkı ezerek, sosyolojik olarak merkezin “kasaba zihniyeti” eline geçmesine sebep olmuştur.

Merkezin tüm yönetim gücü ve araçlarına sahip olan bu sınıf zaman içinde bununla yetinmemiş, 1980 sonrası Batı’nın neoliberal politikalarını da zorla hayata geçirerek, ülkenin küresel sömürü düzenine bağımlı hale getirilmesini sağlamıştır.

Cumhuriyetle birlikte şehirlerde serpilen işçi, sermaye, fabrika ve üretim anlayışı yerini tüccar, esnaf ve rant ekonomisi anlayışına bırakırken, fabrika temelli modern toplum ve kültürel dönüşüm sekteye uğramış, bugün içinde bulunduğumuz vasatlığın egemenliğine giden yol açılmıştır. İşte bu sürecin yönetim işini de Cumhuriyet’in ikinci kuşak kadroları gerçekleştirmiş, ülkeyi küresel sömürü düzenine hazırlamışlardır.

MERKEZ DEĞİŞTİ, POLİTİK İKTİDAR DEĞİŞTİ

Bütün bu gelişmeler 1970’li yıllarla birlikte başlayan üretim ve tüketim ekonomisine ilişkin küresel ölçekteki dönüşüm dönemine denk gelmektedir. Daha önce de belirttiğimiz üzere bildiğimiz fabrika, bildiğimiz sermaye kapitalizmi değişime uğramıştır. Sosyolojik değişimler kaçınılmazdır.

Yeni gelişmelerle birlikte fabrikalar, işçiler ve özgürlük taleplerinin yükseldiği üniversiteler sosyolojik merkezden dışlanmıştır. Bu dönemde büyük kentlere göçler yoğunlaşmış, gecekondulaşmanın teşvik edildiği, yeni bir kültürün Cumhuriyet şehirlerini başkalaştırdığı gelişmeler yaşanmıştır. Sanıldığı gibi ilk zamanlar köyden kente değil, daha çok kasabadan kente göçler yaşanmıştır. Köyden kentlere göçle gelenler ise daha ziyade ırgatlık rolüne devam edip, işçi olarak fabrikalarda yerini alırken kasabadan göçenler şehrin esnaf ve tüccar sınıfını geliştirmiştir. Merkez ve o zamana kadar var olan egemen nüfus bu göç hareketleriyle biçim değişikliğine uğramış, bugünün ekonomi anlayışı ve politik iktidarının temelleri o zamanlar atılmıştır.

Kasabalar köylerden göç ile oluşmuş yerleşim yerleri olarak dikkati çeker. Ama köyden kasabaya göçenler sanıldığı gibi köydeki çiftçiler, tarla, bağ bahçedeki üretici, çalışanlar değildir. Onların başına musallat olmuş ağalık düzeninin çevresi, ağanın onayından geçebilenlerdir. Kasabalar şehirle köy arasındaki ticaret köprüsü gibidir. Burada küçük çaplı tüccarlık deneyimi yaşayan kasabanın sahibi için kural yoktur, ağalık düzeninde edindiği ayrıcalık ve güç ilişkileri halen geçerlidir. Fırsatçı bir akla sahip kasaba tüccarı için çiftçi, köylü tıpkı köydeki gibi ezilmelidir, onları küçük görürler. Kurnazlıkla gelişmiş ticaret, çiftçinin hakkının gasp edilmesi, şehirde yaşayanların ise sömürülmesi anlayışına dayalıdır. Bugünün çarşı-pazar esnafına biraz dikkatli bakarsanız en açık örneklerini gözlerinizle görürsünüz.

Halen yaşadıklarımız bir vakitler eleştirel içerikli romanlara da konu olan düpedüz bir kasabalı aklıdır. Kasabalı kurnazlığının sonuçlarıdır. Cumhuriyet dönemi kasabasını, sahip olduğu kültürü, kasabalı davranışlarını, ağaların kurduğu ahlaksız düzenin işleyişini anlatan çok sayıda edebi esere geçmişte rastlamak mümkündür. Aziz Nesin, Fakir Baykurt, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Rıfat Ilgaz, Yaşar Kemal bu bakımdan öne çıkan yazarlardır.

Bugünün şehirlerinde, merkez-çevre ilişkisi bağlamında merkeze hakim olan zihniyet “kasaba” zihniyetidir.

Bir zamanların merkezini kasaba aklına teslim eden ikinci kuşak Cumhuriyet iktidarıydı. Bugün geçen zamanla birlikte kasaba zihniyeti yaşamın her alanına hakim hale gelmiştir. Kültürün ve egemen fikirlerin içine sızmış ve her yere adeta bir tümör gibi yayılmıştır. Siyaset, devlet, şirketler ve hatta sosyal kurumlar dahi kasaba zihniyetiyle yönetilir olmuştur.

Bir zamanların Cumhuriyet değerleriyle yetişmiş öğretmen aklı dahi değişmiştir. Artık o da bir kasabalıdır…

Kimdir bu kasabalılar?

Fırsatçıdırlar, her şeyi kendi işlerine geldiği gibi anlamaya meyillidirler. Liyakatmış, bilgiymiş hiç önemli değildir. Tıpkı ağalık düzenindeki gibi sadakat en önemli konudur. Aracılık, komisyonculuk bilinen en iyi iştir. Öyle dünyayı değiştirmek gibi konular ilgi çekmez, tutuculuk hakimdir, yeniliğe kapalıdırlar. Düzenin değişmesini istemezler. İcat çıkaranlar sevilmez, eski köye yeni adet getirilmez. Garanticidirler, risk almayı sevmezler. Algılama kapasiteleri zayıftır, komplolara, yalanlara inanmaya açıktırlar. Saman altından su yürütmeyi çok severler. Kimin eli kimin cebinde, kim kiminle ne yapıyor gibi konular hayatlarının merkezini oluşturur. Fırsatçı yapıları gereği her çeşit ahlaksızlığı “ekmeğinin peşinde” olmakla örtbas etmeye çalışırlar. Din bir araçtır, gelenek bir araçtır, yalnızca dillerinde dolaşır. Çıkarları için her kılığa girer ve birbirlerini her konuda safsatalarla desteklerler. Asla sorumluluk almazlar, her şeyin kolayına kaçarlar. Kişisel egoları çok yüksektir. Hayatlarında hep bir düşmanları vardır. Çıkarlarını çok iyi bilirler.

Bu liste daha çok uzar…

Merkez-çevre bağlamında ülkenin değişimini ve bu değişimin nedenlerini, kasaba kurnazlığını anlayamayan bugünün Türkiye’sini, sosyolojik yapısını, politik iktidarını ve “vasatizmi” anlayamaz…