Bütün sırtını boydan boya ürperten o serinlik var ya. Şimdi kulaklarımda hissediyorum. Yürüdükçe kulaklarımın kepçelerine vuruyor serin hava. En çok kulaklarımla burnum üşüyor. Halbuki evin içinde yürüyorum. Banyodan odaya gidişim, 12, bilemedin 20 adım.
Gece diye bu kadar serin. Burada geceler başka bir şey. İnsan konuşmaları çok az. Hayvan sesleri. En çok hayvanlar konuşuyor burada geceleri. Onlar özgür.
Bak yine o baykuş. Gecenin karanlığını içine çekiverecekmiş gibi ötmesi. Öterken nefesini içine çekiyor, bütün dertleri içine hapsedecek sanki. O da çok yalnız. Başka ülkede çünkü.
Başka ülke. Ben büyürken ‘herkes Dünya vatandaşı’ diye düşünürdüm. Başka ülke’ diye bir şey yoktu benim için. Herkes insan herkes aynı işte. Herkes iyi insanları sever, kötüleri sevmez, aralarında barındırmazlar. İyi olursan her şey çözülür. Ne derdin olabilir ki? Kötülerle savaşmak dışında ne derdi olur ki bir kişinin? Bir de dişlerim. Dişlerim hep sıkıntıydı, zayıftı. Hala öyle. Aileden kalan en net miraslardan biri. Bizim sülalede herkesin dişleri otuz yaşına geldiklerinde tamamen dökülmüş ya da çürümüş. Belki de sıkmaktan. Biz ailecek hep dişimizi sıktık. Sıkmadığım tek bir günü, uyanıp da dişimi sıktığım için kan dolmamış ağzımı hiç bilmiyorum. Memlekette de böyleydi. Burada da böyle.
Baykuş hala geceyi içine çekmeye çalışıyor. Emekli o. Hayatı boyunca çalışmış. Sonra kızı bu ülkeye çalışmaya gelmiş. Başlangıçta çok da iyi çalışıyormuş, hastalanana kadar. Bir gün hastalandığında bizim emekli baykuş uçmuş gelmiş ta köyünden buralara. Kızını tedavi ettirsin diye neyi varsa satmış. Kızı babasının gelmesine çok sevinmiş, hastanede her şey yoluna girmiş ama daha çok para gerektiğini duyunca kız üzüntüsünden çekip gitmiş. Bizim baykuş da dönememiş ki nasıl dönsün hiç parası yok. Akrabaları da daha karısı öldüğünde ona sırtlarını dönmüşler, yalnız bırakmışlar. Ürperir o sırt geceleri hep. Vizesi de yok. Kaçak çalışıp geri dönüş parası bulmaya çalışıyor. Hepimiz biliyoruz ama hiç birimiz ele vermiyoruz, zaten para kazanınca gidecek. Birisi varmış, sana istediğin pasaportu, bileti falan veriyormuş ama sağlam para istiyor. Her işi yapıyor baykuş, geceleri de bütün acıları toplamaya çalışıyor. Bir de en çok Tilki ve Sincap var burada. Tilki her gece ağlıyor gibi sesler çıkarıyor. O da tam bir dışa vurumcu. Bir adı var onların da lisede görmüştük hatırlamıyorum. Dışavurumcular. Annem bunlara tepesidelik derdi. Her şeyi yaygaraya çeviriyor sanki. Çok özgür burada tilkiler. Ama çok ölüyorlar. Bilmiyorlar trafiği, anlamıyorlar arabaların yoldan nasıl geçtiğini, arabaların stratejisini. Sürekli çarpıyor arabalar bunlara. Yolda arabayla giderken, farketmez, ister anayol olsun ister daracık bir kasaba yolu hep kenarlarda tilki leşleri. Bütün ailesini trafikte kaybetmiş bu tilki. Hatta bir tanesini kraliçenin konvoyu ezmiş diyorlar. En ünlüleri buralarda o. Daha önceden tanışmış olanlar bazen onunla övünüyor. Ama bizim Tilki hiç övünmez. Hatırlamamaya çalışıyor. Sanki bütün tilkilerde aynı durum var. Hatırlamıyorlar. Öğrenemiyorlar, hiçbir şeye hafızaları yetmiyor. Çünkü unutmaya çalıştıkları şeyler yüzünden hep geride kalıyor hatırlama edimleri. Nasıl katledildiklerini unutmaya çalışıyorlar arabaların dişlileri arasında. Aslında hiç de unutamıyorlar. Hep akıllarının baş köşesindeki sarayda bu fikir. En saf onlar. Bizim buradaki de saflığından bu kadar çok inliyor. Sanıyor ki inledikçe, yaygarayı kopardıkça birileri onu anlayacak, ona yardım elini uzatacak. Nerede? Tam tersi onun bu halini gördükçe herkes seviniyor. Sanki, bizim başımıza gelmedi çok şükür, onun başına geldi her şey, diye kırpıyorlar kirpiklerini geceye. Bazen kirpiklerini çok hızla kırpıştırırsan bayağı rüzgar yapar bilir misin? Ama geceyse olur böyle. Ürpertir sırtını.
Tilkinin tek dostu sincap gibi görünüyor ama hep arkasından işler çevirir. Burada çok iyi dost diye bir şey yok. Herkes yaşam derdinde. Yaşayıp da ne olacak? Gündüz tilkinin geceden sakladığı yiyecekleri başkalarına gösteriyor sincap. Öyle hızlı ki kendisi de yiyor ama yemiyormuş gibi hep. Hızından dolayı yakalanamadı daha. Ben görüyorum ama. Sesini de duyuyorum. Dinleyebilirsen duyarsın. Duymamanın tek nedeni dinlememek demiş miydim? Kulakların soğuktan üşüse bile durup dinlersen duyarsın. İşte bu kadar net.
Çatıda dolaşıyor duyuyorum. Onun eşi vardı. Bütün gün yandaki ağaçta koşturup bir aşağı bir yukarı hızlı hızlı dolanırlardı. Herkes ne sinir olurdu onlara. Aman iyi birbirinizi bulmuşsunuz çok güzel. Biz ne yerli ne yabancı kimseyi bulamıyoruz. Bunlar nispet yapar gibi bütün gün. Nasıl sinir olurdu herkes bunlara ikiliyken. Sonra bir tanesi birden yok oldu. Dişi mi erkek mi hangisi bilmiyorum artık, hepsinin kuyrukları aynı bunların. Her yere sürtünüyor o kuyruklar leş gibi bütün gün. Sanki birer radar. Halbuki yollarını da bulamıyor bunlar. Hep iki ileri bir geri dolaşıyorlar. Bunun yok olan teki başka ağaca gitmiş diyorlar. Ama uzakta başka ağaca. Badem ağacı bulmuş diyen bile var. Badem yetişmez ki burada. Yani yetişir belki de bizim oradaki gibi olmaz. Buna rağmen gitmiş işte. Bizimki neden peşinden gitmemiş mi? Bilmiyor ki nereye gittiğini. Koku alamıyor bu sincaplar. Bütün akrabaları harika koku alırken bunlarda yok bak o özellik. Bunlar hızdan da koku alamıyor olabilirler. Hız her şeyi mahfetmez mi zaten? Durup koklamazsan koku alamazsın ki. Her saniye burnumuza o kadar çok koku çarpıyor ki. Bak ne diyorum? Çarpıyor. Biz bir şey yapmış olmuyoruz yani. Bizim durup koklamamız bir de tabi beynimize bu kokunun ne olduğunu sormamız lazım. Yoksa bilemiyoruz. Sinirsel bir hastalığa yakalanmışsın gibi koku alamazsın bazen. Bir arkadaşımın çok sinirlenince koku alma duyusu giderdi. Sonra, aylar sonra geri gelirdi ama hafif yine de çok iyi değildi. Bu sincap da karanlık tarafa geçti işte böyle. Terk edilince bütün insanlardan nefret etmeye başladı. Dedi ki burada yaşayanlar tam birer domuz. Halbuki domuzlar son derece nazik, güler yüzlü, sevecendirler. Bizimki kötü anlamda kullanıp domuzların da adını kötü yaymak istediği için böyle davrandı. Herkese bu domuzların başka dinden oldukları için bizim dengimiz olmadıklarını anlattı. Kimse sevmesin onları istedi. Aslında iyi de becerdi. Onları kimse sevmiyor ama sanki muhtaç gibi de peşlerinden kimse ayrılmıyor. Muhtaciyet değil de işte. Bunlarla ters de düşmemek lazım. Domuzluklarını gösteriverirler işte o zaman. Bizimkiler iyice düşman oldu domuzlara. Küçücük bir kıvılcım olsa herkes dalacak elinin, kuyruğunun, boynuzunun gücüyle.
Boynuz dedim de bazı kabilelerde geyik de kutsal sayılıyor. Onlar da kendilerini tarikata bağlı din adamı gibi gösterip dünyalıklarını yapıyorlar ha. Kutsallık çok iyi çalışıyor her yerde. Kutsal adı altında bütün dünyayı ele geçirebilirsin. Burada da orada da her yerde durum aynı. Susmuyor bu gece Baykuş. Bütün karanlığı da çekecek sanki ciğerlerine. Ne iyi olurdu çekebilse. Bu kadar üşümezdi ruhumuz. Ruhumuzu oluşturan her bir atom tanesi üşüyor bu kadar uzakta. Bazen bebekler görüyorum, babası köpek tasması gibi bir ip takmış, böyle iki kollarından, sırtından geçirmiş çarşıda yürüyorlar. Artık kaçmasın diye mi, çok yaramaz trafiğe fırlamasın diye mi yoksa daha küçükten sınırlarını bilsin diye eğitmek için mi kimbilir? Onlara benzetiyorum kendimi.
Bir ip var dünyaya gözümü açtığım yerle bu yaşadığım yer arasında. İpin başlangıcı orada. Sanki beni salıvermiş gibi ama ip de boynumda. Daha uzağa gitmek istesem yine giderim ama ip de boynumu iyice sıkar gibi. Hiç kaçışı yok. Arada dolanır, düğüm olur, sen o ipi çözersin sanki bütün sıkıntıların bu çözülmeyle bitip rahatlayıverecekmişsin gibi. Ama hop diye başka yerden düğüm olur o ip. Hiçbir zaman tam rahatlamak yok. Bir yeri çözdün mü, yeni bir düğümün yerini hazırladığın anlamına gelir bu. Hadi şimdi kolaysa sıkma dişlerini. Mideni. Çeneni. Ellerini. Kaşlarını. Kaşları yok çoğu hayvanın. Olanlar da çok fazla hareket ettiremiyorlar. Böylece ne hissettiklerini göremiyorsun. Ancak ötüp konuştukları zaman anlayabiliyorsun. Hepsinin kendi müziği var. Duygularına göre ritimleri değişiyor, oradan anlayabilirsin. Ama müzikleri aynı. Kiminin bütün soyunun acısını taşıdığını, kiminin yüzyıllık yalnızlığın melodisini yakardığını, kiminin adaletsiz kaybolmalarının müziğini haykırdığını duyarsın. Bazen ritmi değişir. Ama hep aynı. Burada da orada da. Nereye gidersen git evini sırtında taşıyan kaplumbağa gibisin. Hele de kara yazgısı içine işlemiş bir coğrafyanın hayvanıysan bütün coğrafyanı da alıp gidiyorsun gittiğin yere. Bir tane evcik olsa hareketlerin hızlanır ama sen nereye gidersen git koca coğrafyanın ağırlığını taşıyıp, altında eziliyorsun. Benim ip gibi bu da. İsterse bağlıyor, isterse eziyor, isterse üflüyor sırtına doğru.
Buranın gecesi çok serin. Hep sırtına üflüyor. Ada diye mi artık bilemem de. Havada hep nem var. Özellikle geceleri. Gece serinliği. Sadece ötebilirsin burada. Bildiğin dilden söylersin ezgini. O da ancak seni eleverir. Başkalarına bir şey duyuramazsın. Herkes kendi melodisini dinlemekle o kadar meşguldür ki buralarda. Ötersin, ötersin, ötersin. Bir zaman sonra ya sağır olur sen de işitmezsin ya da sesini kaybedersin. Böyle böyle bütün duyuların körelir. İyi ki kulak kepçelerim üşüyor. Dışıma çıkabiliyorum böylece. Dinliyorum, görüyorum, kokluyorum. Hala ötüyor. Sesi sırtının ürpertisinden çıkıyor. Bu ses sırtımı iyice ürpertiyor. Hiç ısınamıyorum artık.