Yine bir Cuma namazı çıkışıydı. Halk ile bir araya gelebileceği önemli anlardan biriydi… “Cuma Selamlığı” geleneği devam etmeli, “Memalik-i İslamiye” yaşamalıydı.
Hınca hınç bir kalabalık her yanı doldurmuş, devletin üst düzeyini görmek için sabırsızlanıyordu. Çok yorgundu, hastaydı. Ama doktorlarının tüm uyarılarına rağmen bundan vazgeçmedi. Devletin güçsüz gözükmesi, itibarının zayıf algılanması söz konusu bile olamazdı.
Öylesine sorunlu dönemlerden geçmişti ki… Hastalığıyla bütünleşmiş hayatından dolayı yüzündeki, bedenindeki yorgunluk her şekilde okunuyordu. Dile kolay, yirmi yılı aşkın idaresi boyunca neler yaşamamıştı…
İstediği gibi dönüştüremediği devlet, onca güvence verilmesine rağmen Batı ile yaşanan bir ileri bir geri adımlar, Avrupa’nın tutumu, Rusya’nın bölgesel etkisi, askeri darbe teşebbüsü, iç isyanlar, depremler…
Mali durum ise ayrı bir sorundu. Üzerindeki baskı her geçen gün büyüyordu.
Oysa neler yapmamıştı. Ulaşımda reformlar gerçekleşmiş, demiryollarında atılım içindeyken köprüler inşa etmiş, haberleşmede alt yapıyı geliştirmişti. Kültür alanında da boş durmamış, eğitim öğretimle ilgili değişimleri hayata geçirmiş, Osmanlı eserlerini ihya etmişti. Yargı, emniyet ve askeri alanlarda reformlar olanca hızıyla sürmüştü… Mali buhrana rağmen imar alanında pek çok gelişme de olmuştu. Yeni yeni camiler, saray ve köşklerin yanı sıra hastaneler, sosyal kurumlar, köprüler, yollar adeta göz alıyordu. Tarihi eserlerin her biri elden geçirilmiş, gelenekler bir bir yaşatılmıştı. Dış devletlerle ilişkileri değiştirmiş, yeniden kurguladığı dış ilişkilerde yabancı devlet elçileriyle birebir, doğrudan ve samimi iletişim kurmaya başlamıştı. Öyle ki elçilerin gözünde imajı çok farklı bir noktaya ulaşmıştı. O bir “taçsız sultan”dı…
Ama şu borçlar yok mu? Dış borçlanmanın geldiği noktadan dolayı ekonomi giderek erirken, halk günlük geçimini, yiyeceğini dahi karşılamakta zorlanır hale gelmiş, yılmıştı. Ekonominin girdiği darboğaz canını çok sıkıyordu… Maliye ve vergi üzerine de reformlar yapmıştı ama nafile. Göreve getirdiği tüm maliye yöneticilerinden usanmıştı. Ekonomiyi kendisi kadar bilmiyor, bir türlü çözüm üretemiyorlardı. Her borca karşılık neredeyse memleketin önemli gelir kaynakları ipotek edilmişti. Mali koşullar ve bir takım çevrelere verilen imtiyazlar halkı isyan noktasına taşımıştı. Politik ortam oldukça çalkantılıydı, devletin üst kademeleri etrafında el pençe olmuş, koltuk derdine düşmüştü. Mülteciler meselesi bunaltıyor, milliyetçiliğin her geçen gün her yerde yayılıyor olmasına öfkeleniyordu.
Geçen süre içinde epeyce yol kat etmişti aslında. İlahi bir emanet gibi gördüğü Anadolu’daki tebaaya çok güveniyor ve devletin üzerinde tam bir otorite olmak, tüm devleti şahsi iradesiyle yönetmek istiyordu. Saltanatının güvencesi Allah’ın ihsanıydı.
Sarayında kapalı kalabilecek, uzaktan idare edecek bir karakter olamazdı. Halkının ona ihtiyacı olduğunu düşünüyordu, bu yüzden her fırsatta halkla buluşmalıydı. Ancak ayakta durmakta zorlanıyordu işte, eski gücünden düşmüştü.
Selamlıkta etrafını saran kalabalık kendisini görmek için adeta birbirini eziyor, “çok yaşa”, “ömrüm sana feda olsun” nidaları atıyordu. Belki verilecek birkaç paranın da bunda etkisi olabilir… Adımlarını atarken yardımcıları hem koruma yapıyor hem de düşmemesi için her an tetikte bekliyordu.
Dünyanın gözü ondaydı… Özellikle İngilizler verdikleri borçlar nedeniyle gözlerini ondan ayıramıyordu.
Doktorlarının da gözü üzerindeydi… Yalnızca onların değil tabi, devletin tüm kademeleri de tetikteydi. Her tarafını sarmış olan hastalığın onu ve kendilerini de yerinden edebileceği endişesini taşıyorlardı.
“Hasta Adam” deniyordu sağda solda. Buna da ayrı içerliyordu.
Kendisi için kullanılmasından değil, ülkesi için bu sözün sarf edilmesinden dolayı çok rahatsızdı. Güçlü devletlerin niyetini bilmiyor değildi ama çok yakışıksızdı işte…
Ekonomide ve egemenlik konularında giderek dışarıya bağımlı hale gelen ülkenin durumunu görmekte zorlanıyordu. Bilinen yollarla, Avrupa’nın istediği onca reformu hayata geçirmeye çalışmasına karşın işleri İslamcı akılla çözülebileceğine inanıyordu. Öyle ki neredeyse zamanın gerçeklerinden kopmuştu. Yalnızca kendisi değil koca bir ülke de giderek gelişen dünyada yaşanan değişimden, akla dayalı gelişmenin dinamiklerinden kopuyordu.
Ihlamur Kasrı’na doğru yola çıkarken aklına Rus Çarı Nikola geldi. En çok da ona kızıyordu.
Nasıl bunu yapabilir, bunca zaman yürütülen iyi niyet ilişkilerine rağmen nasıl olur da hakkımızda böyle konuşabilirdi? Üstelik kışlık sarayında ağırladığı bir İngiliz elçisine “Kollarımızın arasında hasta bir adam var. Çok hasta…” diyerek nasıl olur da Osmanlı topraklarını paylaşmanın hesabını yapabilirdi?
Aklına geldikçe öfkesine hakim olamıyordu işte. Üstelik bu söz New York Times’ta da yazılı olarak yerini bulmuştu. Tarihe “hasta adam” olarak geçmişti.
Kapak Görseli: Imad Alassiry/ Unsplash