Kesik

0
123

Aklım o an neredeyse işte olanlar olmuştu. Parmağımı kesmiştim. Bir anlık dalgınlık mı desem, araya girmiş onca farklı işi nasıl yetiştireceğim telaşı mı yoksa zihnimde dolandırdığım Zofka’nın “je ne suis qu’a moi” adlı şarkısının sözleri mi? Hatırlayamıyorum. Kesme tahtasındaki patatesin üzerinden kayan bıçağın parmağıma değdiği o an dışında… 

Zofka, “Je ne suis qu’a moi”

Hayata dair her konuda temkinli hareket eden, önü ardı hesaba katan, tüm olası durumları gözeten biriyimdir normalde. Şu olayda bile kesme tahtasına, bıçağın tipine, tutuş tarzıma, patatesin tahtadaki yerine, sulu olup olmamasına, her şeye ve hatta o anki ruh halime dahi dikkat etmişliğim vardır mutlaka. “Hadi canım oradan” dediğinizi duyar gibiyim…

Bu kadar da ölçülü, tetikte olmak iyi midir değil midir bilemem ama öyle şak diye gelmedik bu hallere. Bir armağan diyelim. Yaşadığım çevre, insan ilişkileri, kültür, inanç, değerler, toplum düzeni veyahut da ülke mi dersiniz, sebebi için ne derseniz deyin bunların katkısı yüzde yüz bana göre. Neticede bu akıl başka topraklarda yetişmedi. Biraz da genetik kişiliğin etkisi olabilir. Belki abartı gelebilir, kendim dışımda kimseye bir güvenim kalmaması da nedenler arasında sayılabilir. İçinden geçtiğimiz şu günlere bakınca pek de haksız sayılmam…

Hal böyle olunca da en küçük konularda dahi ihtiyatlı biri oldum çıktım. Her şeyden kuşku duyarak, her an her şey başa gelebilir düşüncesiyle yaşamak biraz yorucu tabi. Ama böylesi daha bir garanti. Öyle ya sonrası pahalıya patlamasın.

Ama onca farkındalığa rağmen benim de başıma gelmişti işte. Büyük bir dikkatsizlik… Son zamanlar sık sık dalgınlığa düştüğümü, “hayatı sev”, “anı yaşa” türünden onca propagandaya maruz kalmama, vitaminmiş, gıda takviyesiymiş onca şey kullanmama rağmen yaşadığım ana odaklanamadığımı kabul ediyorum. Belki her yerden yağan, zihni alıklaştıran kelimelerin, tüketimi zorlayan bir hayat tarzının belki de yaşımın etkisi vardır bilemiyorum.

Neyse, ne desem boş. Başa geleceği varmış…

Doğrusu yemek konularında ustayımdır. Bilenler beni bilir, uzun yıllar bekar evinde yemek işleri bana bakardı. Hiç küçümsenmeyecek derecede iyiyimdir üstelik ve öyle mütevazilik falan da yapmam. Anlayacağınız altı üstü bir patates keseceğim. Ama ne kadar usta olursan ol en ufak hata affetmiyor arkadaş. Öyle özgüven falan da boş.

Şimdi böyle uzun uzun anlatınca aklınıza “çok büyük bir kesik galiba” düşüncesi de gelmiş olabilir. Yok yok öyle bir şey değil, küçük bir kesik. Hani biri görse “abi koca adamsın bundan mı şikâyet ediyorsun?” der. Sanki parmağın tümü kesilmiş…

Ama yaşayanlar bilir. Bıçak kesiği bu. Küçük de olsa bir başka acıtıyor. Tabii ki ağır yaralarla kıyaslanamaz. Ama kesik düştüğü yeri yakıyor sonuçta…

Bilmem sizin de başınıza geldi mi hiç? Kesik olur olmaz acı hemen hissedilmez. Küçük bir an geçer. Göz açıp kapatıncaya kadar. Sonra kesikten kaynaklı olacak beynin amigdala bölümü devreye girer. Şalteri indirir ve rasyonel akıl devre dışı kalır. Yani bilimsel anlatılara bakınca öyle olduğunu sanıyorum. Belki akan kanı görmekten olabilir bir şok hali oluşur. Bir tür hayatta kalma tepkisi. Ve acıyı hissedersin. Tamamıyla öyle bir andı yaşadığım.

İşte o an herkesin yapacağı üzere kesik üzerine bası yapma ihtiyacı duymuştum ben de. Parmağımı ani bir tepki ile suyun altına götürdüm. Kesik bölümüne bası uyguladım. Sonra gözüme ilişen bir peçete ile aynı işlemi yapmaya devam ettim. Suyun ve basının yardımıyla olacak, kanama dinmiş, neredeyse durmuştu. Acı ise azalmıştı. Biraz geçtikten sonra yara bölgesine daha yakından bakmak için parmağımı yaklaştırdım. Yerinden ayrılmış deriyi ve kesik izini görebiliyordum. Bilirsiniz o küçücük deri parçası kesik üzerine yapışıkken sorun çıkarmaz da az biraz hareket ettirince acı verir. İşte o acıyı hissetmiştim. Bu yüzden acı dininceye kadar bir müddet dokunmama kararı aldım.

Dışarıdan bakınca bir yara izi ve kanama. Büyük bir şey değil sonuçta. Toparlanacağını biliyorsun. Biraz batikon, bir yara bandı, birkaç günlük gözetim. Eninde sonunda vücut bunu halleder diyorsun. Ama mikrokozmosda, o iç dünyada ne fırtınalar kopmuştur kim bilir? Kan hücreleri trombositler ne telaş yaşamıştır o an? Hayata tutunmak, pıhtılaşmanın bir an önce gerçekleşmesi, yaranın bir an önce kapanması için ne çaba harcamışlardır…

Nedense sonraları arkadaşlarımdan birinin anlattığı bir hikâye de geldi aklıma:

“Bir fil ayağında çok küçük bir kesik olsa öyle kolay kolay hissetmez. Cüsse öylesine büyük ki… Zaman geçer o küçücük kesik iltihap kapar ve yara yeri büyür. Ve fil için hayatın koşulları değişmeye başlamıştır. Bir bakarsın yürüyemez hale gelir, yeterince beslenemez, ormanın kanunları işler, güçten düşer. Bütün bunlar çok uzun bir zaman diliminde gerçekleşmiştir ve filin anlaması aynı zamanda yıkılması demektir. İşte büyük yapıların yok oluşları da böyle. Başlarına gelen küçük bir kesiği ilk başta fark etmezler. Zamanla hissederler. Akıl öyle çalışır ki ilk olarak önemsemezler. Geçer gider diye düşünürler. Ama öyle bir an gelir ki kesik yarası ve iltihaplı alan giderek büyür ve fark edildiğinde ise iş işten geçmiştir.”

Neyse ki ben farkındaydım.

Neyse ki tarihin içinde insanoğlu diğer canlılardan farklı olarak ilerleme göstermiş, medeniyeti ve tıbbı keşfetmişti. Yaşama ilişkin birçok soruna çözüm de bulmuştu. Yaranın ilerlemesine fırsat vermemiştim.

Tırnağa yakın bir yerdeydi kesik. Parmağın ne avuç içi kısmında ne de dış kısmındaydı. İki parmak arasında kalıyordu. Öyle fazla temas görecek bir yer değildi anlayacağınız. Ama bıçak şöyle bir santim daha yana kaçsa tırnakla deri arasını da kesebilirmişim. Daha ciddi sorunlar da olabilirmiş kısacası…

Her insan gibi söylendim tabi. Sinirler gergin. Eh bu durumlara düşmek istemiyorsan dikkatini kaybetmeyeceksin, öngörü sahibi olacaksın arkadaş. Bir musibet bin nasihat…

Nihayetinde sol elimin orta parmağıydı. Hem sol el hem de orta parmak. Hem de kör bir nokta. “Ne kadar kullanırım?”, “ne kadar temasa maruz kalır ki?” diye geçirdim içimden.

Hem diğer parmaklar gibi günlük yaşamda etkin bir rolü de olmazdı herhalde bu parmağın. Baş parmak gibi bir şeyi kavrama tutma bakımından güçlü bir işlevi yok, işaret parmağı gibi kutsiyet yüklü bir anlamı da yok, şehadet göstergesi değil. Yüzük parmağının yanında esamesi okunmaz, öyle bir işlevi hiç yok. Üstelik serçe parmağı gibi bahis yapmak için kullanılan sevimli bir parmak da değil. Şıklatmak istesen başparmağa ihtiyacın var, kendi başına bir işe yaramıyor. Olsa olsa ayıptır demesi malum bir kabalığı yapmak için kullanılmaktan öteye bir rolü aklıma gelmiyordu işte. Gitarmış, sazmış, darbukaymış, defmiş çalmıyordum zaten. Yani hayatımı ne kadar etkilerdi ki?

Hem üstelik sol elimde. Hiç sol el sağ elden üstün olabilir mi?

Fazla sorun yaşamam diye düşünmüştüm ilkin. Ama öyle olmadı. “Beş parmağın beşi de bir olmaz” sözü boşa değilmiş. Meğer birbirlerini tamamlayan, birbirlerinden farklı ne üstün özellikleri varmış. Meğer o parmak ne işler görüyormuş. Her temasta yaşadığım ince acı bana bunu anlatmıştı.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz