Gerçeklikten bu kadar uzak ve bu kadar fikirsiz olmak, belki de insanın bünyesinde bulunan bütün şeytani içgüdülerin vereceği zarardan daha büyük bir yıkıma yol açabilir diyor Hannah Arendt, kötülüğün sıradanlığını anlatırken.
Kötülüğün sahibi varsa, bize ne?
Çevremize baktığımızda, neleri kötülük olarak sayabiliriz acaba? İnsana karşı olan kötülükler? Bir türlü önlenemeyen kadın cinayetleri, daha da yüksek sayıdaki iş cinayetleri… Bu kayıpların yanında küçük gibi görünen, sistematik eşitsizlik ortamı, nefret diline düşkünlük veya tüm ayrımcılık türleri. Ardından daha da kanıksadıklarımız gelir belki; sosyal alandan iş yaşamına kadar anti demokratik uygulamalar, etik dışı davranışlar, çocuk çalıştırmak, niteliksiz eğitim… Peki gezegene yapılan kötülükler? Tüm kaynakların sorumsuz tüketimi, yeşili yok etmek, havayı, karayı ve denizleri kirletmek, hayvanlara karşı vahşete varan muamele…
Bütün bunları kötülük listemizde nasıl sıralayacağız? Sıraladık diyelim, bu kötülüklerin karşılığına failleri olarak kimleri yazacağız? Kadını öldüren erkeği, işçisini öldüren patronu, sığınmacıları, yaşam tarzını veya kültürünü savunanları sosyal medyada linç etmeye çalışanı, halkına tokat atabilen belediye zabıtını veya polisi, atıklarını doğaya boca eden işletmenin sahibini… Tekil olarak faili bulmak oldukça kolay görünüyor.
Arendt “…bugün pek çok insan ortak suç veya aynı şekilde ortak masumiyet diye bir şey olmadığını; böyle bir şey olsaydı, kimsenin suçlu veya masum sayılamayacağını kabul edecektir…” derken bu faillerin ne kadar da kolaylıkla bulunabildiğinden bahsediyor. Toplumsal arınmanın ne kadar da kolay olduğunu. Hepimizin içini rahatlatan, bireyi suçlayan bir adalet anlayışı ile işler ne kadar da tam istediğimiz gibi olabiliyor.
Kimseyi yargıladığım düşünülmesin, ne de Arendt’in hepimizi topyekün suçladığı. Ancak insanı haklarından, kötülüğü toplumdan ayrıştıran ve hepsini ayrı birer vakaymış gibi ele alabilen egemen sistem; sonrasında haklar ile insanları, kötülükler ile de bireyleri kendi anlayışına göre ilişkilendirmektedir. Birey, haklarının neler olduğunu da, yaptığı sıradan kötülüklerin suç olup olmadığını da yine bu sistemden öğrenmektedir. Bu sistemin içinde, gerçek kötülüğü kalıcı olarak silmenin ne kadar zor olduğu da ortadadır.
Gerçek kötülüğü yargılamak…
Aslında, kötülüğü fiilde veya failde aradığımız sürece, bu kavramı gerektiği gibi anlamak da gittikçe zorlaşıyor. Adalet arayışımızı fiile ve faile yükledikçe, gerçek bir toplumsal adaleti sağlamaktan uzaklaşmaya başlıyoruz. Kendini sürekli üreten bir kötülük ortamı yaratıyor ve yeni fiil ve faillerin doğmasına olanak sağlıyoruz.
Hemen gerçekleşmesini istediğimiz adaleti sağlamak adına, kötülüğün gerçek varlık nedenini aramaya girişmek, pek tercih ettiğimiz bir durum değil. Bu çok can yakıcı çünkü. Çünkü bu gerçeği ararken ne yazık ki kendimiz ile de karşılaşabiliyoruz. Egemen sistemi sevmemizin nedeni de bu. Sistem bu sert karşılaşmayı yaşamamızı önleyerek, bizi rahatlatıyor ve bu rahatlığımız ile kötülüğün beslenmesine, tüm egemenlik araçları ile kendi var oluşunu tahkim etmeye devam ediyor.
Kaçak Nazi subayı Adolf Eichmann’ın 1961 yılında yapılan mahkemesini detaylı bir şekilde ele aldığı eserinin girişinde Arendt şu tespitte bulunuyor öncelikle “…Adalet için, sanık aleyhine dava açmak, onu savunmak ve yargılamak için, daha önemli görünen bütün diğer soruları askıya almak gerekir; “Bu nasıl oldu?”, “Neden oldu?”, “Neden Yahudiler?”, “Neden Almanlar?”; “Diğer devletlerin rolü neydi?”, “Müttefikler bundan ne ölçüde sorumluydu?”, “Yahudi liderler kendi insanlarının sonunu hazırlayanlarla işbirliği yapmaya nasıl yanaşmışlardı?…”
Hepsi can yakıcı bu sorulardan kurtulmanın tek yolu ise, kötülük etiketini hak eden bir fiil ve bunun sorumlusu faili bulmaktı. Arendt, belki de tüm yaşamını, insanın gerçek kötülüğü sıradanlaştırmasının nasıl bir yıkıma yol açabileceğini göstermeye adıyor. Çok da eleştiriliyor. Hatta adına onlarca çalışma yaptığı kendi toplumu tarafından bile yadırganıyor, yargılanıyor ve dışlanıyor. Gerçek soruları sormanın önemine vurgu yaparken, suçu ve suçluyu haklı bulduğunu düşünenler bile oluyor.
Baskın kötülüğe istekli katılım…
Yazımızı bu aykırı kadına adayalım ve yine onun sözü ile devam edelim… Arendt “…totaliter yönetimin özü ve belki de her bürokrasinin doğası, insanları yetkililere ve yönetim mekanizmasındaki çarklara dönüştürmek ve nitekim onları insanlıktan çıkarmaktan ibarettir…” diyor.
Burada bürokrasi kısmına kısaca bir değinmek lazım. Marksist yaklaşıma göre bürokratizm şekilci, aldırmaz, yavaş ve kitlelerden kopuk bir özelliğe sahiptir. Bu özelliği ile de toplumsal bir düşman olarak görülmelidir. Peki ya tüm bir toplum bireysel görevlendirmesini hem de vatandaş tanımlaması ile totoliter yönetimden almayı tercih ederse? Yani tüm bir toplum bürokrasinin yetkilendirilmiş, yönetim mekanizması çarkına dönüşürse? O zaman bu toplumun kötülük tanımlamaları da aynı şekilde egemen sistemden gelecektir.
Barışçıl bir göstericiyi sokak arasında sıkıştırarak, onu öldürene kadar dövme yetkisini kendisinde gören bireyin, sokakta bir kadının öldürülmesine seyirci kalması başka nasıl sağlanabilir ki? Elbette, sistemin bunu önlemek yönünde bireye bir yetki vermemesi ile. Bir iş cinayetini nasıl işin doğası olarak görebilir, doğayı katleden sanayiyi başka nasıl normal karşılayabiliriz?
Kötülük tanımlanıp, toplumsal suç olmaktan ayrıştırıldığında bunun takdir edilmesi de kolaylaşıyor. Özellikle tanımlanmış kötülüğe karşı, algılanamayan kötülük araçları ile mücadele verenlerin takdiri sıklıkla karşılaşılan bir durum. Bunu, sadece sokaklarda dolaşan şehir eşkiyalarının alkışlanmasına indirgemek kolaycılık olur. Özellikle, sistemsel olarak tanımlanmış olan kötüyü, sanık sandalyesine alan adaletin doğal kötülüğünü algılamak çok daha zordur. Bu adaleti ise sadece mahkeme salonları ve o salonların garip giyimli hakimleri olarak düşünmeyelim. Toplumun tüm adalet anlayışı da kötülüğü yoğun olarak kullanmakta ve bu sıradanlaşan kötülüğün faillerini takdir etmektedir.
İyiliğe başlangıç…
Bu kötülük çemberinin dışına çıkmak mümkün mü peki? Oldukça zor olmak ile birlikte mümkün. İyiliğe başlangıç çok kolay değil. Gördüğümüz veya algılayamadığımız her bir kötülüğün iyilik karşılığını bulmak ne yazık ki fazlasıyla çaba isteyen bir süreç. Hem çaba hem de ortak zeka gerektiren bir süreç. Bu çıkışa farklı bir bakış açısı ile başlamalı, fakat herkesi dinleyerek yolumuza devam etmeliyiz. Karşı çıkıştaki liderliğimizi ve lider seçimlerimizi bireysel olmanın egosundan kurtarmalı, ikna araçlarımızı zorlayıcılık araçları olmaktan da uzak tutmalıyız.
İşin en zor tarafı ise bütün kötülüklerin sorumluluğunu alabilmek ve hepsindeki payımızı ayrıştırabilmek. İşte bu tek başına yapılabilecek bir şey değil, oldukça ağır bir hesaplaşma. Bu nedenle ve öncelikle yeni bir bürokratik sistem yaratmadan geniş katılımlı bir tartışma ortamı oluşturmak ve her bir kötülüğün karşılığı iyilikleri ortak zeka ile oluşturmak gerekiyor. Bu ortak zekanın ise küresel ölçekte bir katılım gerektirdiğini akılda tutmak önemli.
Arendt’den son alıntımız ise onun insana değin bir tespiti daha doğrusu bir inancı olsun. İnsanlığı diğer canlılardan ayrıştıran özellikleri arasında Arendt’in en çok dikkatini çeken, insanın başlangıç yapabilmesi. Ama semavi bir seslenişi takip etsin, ama kendi etik anlayışı ile oluştursun, insanlığın takip ettiği tüm dinlerin ve inançların da bir başlangıç hikayesine sahip olmasının ana nedeni de bu gibi görünüyor.
Yani bir başlangıç yapabiliriz. Yeni bir başlangıç yapabiliriz. Bu başlangıç ise yeni normal heyulâsına feda edilemeyecek ciddiyette bir konu. İnsanlığın hemen her konudaki başarısı, sıradanlaştırdığı kötülüğü algılamasına ve buna karşılık bir iyilik karması oluşturmasına bağlı.
Görsel : Markus Spiske, unplash.com