Madımak’ı Anarken…

0
361

O sabah adadan işe gitmek için evden koşar adım çıkmıştım. Vapur iskeleye yanaşma manevraları yaptığında gazetecinin önündeki sırada yerimi almıştım bile. Bir saate yakın sürecek Burgaz – Sirkeci yolunda, poğaça – çay – gazete üçlemesi herkesin vaz geçilmeziydi. Sabahın kör saatinde, vapurun yarı açık güvertesinde oturup bir yandan deniz havası alırken, öte yandan güne bu üçleme ile başlamak keyifliydi.

Gazetecinin derme çatma kulübesinin kapısına mandallarla tutturulan günlük gazetelerin baş sayfaları, o gün, her zamankinden kötü, kan donduran bir haber ile şamar indiriyordu adeta sabah mahmuru insanların yüzlerine.

Sivas katliamının gazetelerde çıkan haberlerini, yorumlarını, tanıklıkları okumak, fotoğraflarını görmek, televizyon kanallarında yayınlanan kayıtları izlemek, uzun süre içimi parçalamış, “bundan böyle hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!”  hissine kapılmama, biraz şaşkınlık, çokça korku ve kızgınlık ile sarsılmama neden olmuştu.

Otelleri ateşe verildiğinde, toplanan halk onların aleyhine kudururcasına sloganlar attığında, çaresizlik içinde kolluk kuvvetlerinin, itfaiyenin, ya da her hangi birilerinin kendilerini kurtarmaya tenezzül dahi etmediğini / etmeyeceğini anladıklarında neler düşünmüş olabilecekleri : İnsanın aklından çıkmayan, beynini kemiren, onu azap duyguları içinde kıvranmaya mahkum eden bir katliam sergilenmişti yeniden…

Ötekileştirilen, değersizleştirilen kıymetler yitip giderken, canlar hunharca hayattan koparılırken, onları bu sona sürükleyen süreci, o güruhun ruh halini anlamak zor. İnsanın insana böylesi bir kıyımı reva görmesi, ortaçağ zihniyetinin henüz ölmediğini, farklılıklar üzerine inşa edilen ve sömürülen cehaletle harmanlanmış ilkel duyguların her an, her yerde, uygun zemini bulduğunda yeniden hortlayacağını kanıtlar.

“Zayıf olana yardım elini uzatmanın, hasta olanı iyileştirmenin, küçük çocukları korumanın, yaşlıların bilgeliğine saygı duymanın doğruluğundan emin olanlar, yaşananları nasıl anlamlandıracaklar?  Bu lanetlenmiş dünyada güçlünün güçsüze zulmetmesini (…) nasıl izah edebilecekler?”

Holokost kurtulanı Ellie Wiesel[1] ölüm kamplarında yaşadıklarını geleceğe aktarmak için kaleme aldığı “La Nuit – Gece” başlıklı kısa, bir o kadar yoğun kitabının yenilenmiş tercümesi için  kaleme aldığı önsözde, böyle yazmış.

Değersizleştirmenin varacağı nokta hep aynı… Tarihin derinliklerinde saklı kalmış, unutulmuş binlerce olay hep aynı kapıya çıkıyor ne yazık ki. Oysa yaşananları unutmamak gerek. Onlara sahip çıkmak gerek. “Bir daha asla” deyişini ucuz bir slogan olmasına izin vermemek gerek.

Suçluyu bulmak, azmettiricilere ulaşmak, onları ifşa etmek, yargılamak… Bütün bunlar geleceğine sahip çıkan devletlerin temel görevleri. Ancak yeterli değil. Büyük savaş çıkışında kurulan Nürnberg mahkemeleri suçluları yargıladı, cezalar dağıttı, bu cezalar infaz edildi. Gelin görün ki, kamu vicdanında neden olduğu lekeyi, kolektif bellekte açtığı yarayı telafi etmede işe yaramadı. Suni olarak yaratılan “hak yerini buldu” algısına hizmet ederken, benzer vahşetlerin o günlerden bugünlere sarmasına dur diyemedi.

Kin ve nefreti kendilerine kılavuz edinenler hala, dünyanın dört bir tarafında ve ne yazık ki ülkemizde de, çaplarından bir şey kaybetmediler.

“Direndim! Sözcükleri sarmalayan bilgeliğe güvendim. Birkenau’daki küllerin, Birkenau ile ilgili tanıklıklardan çok daha fazla yük taşıdığını fark ettim. Söylenemeyeni ifade etmedeki gayretime rağmen, hala doğruya ulaşmış değilim…”

Doğruya ulaşmak! İnsanın kısa yaşamının tamamını egemenliği altına almış nafile bir çaba. Katliamda ne gibi bir doğru olabilir ki? Akil düşünce bunu nasıl doğrulayabilir ki? Ne olduğundan, ne düşündüğünden ötürü kişinin yaşam hakkına tecavüz edilmesi, bilimle, bilgelikle zenginleşmiş toplumlarda karşılık bulamaz. Esas itibarı ile insanın erişmesi gereken uygarlık da budur! Ancak o zaman yitip giden değerlerin anıları anlam kazanır. Aksi, yerinde saymaktan, kendini yinelemeden öteye gitmez.

“Başlangıçta inanç vardı ki, çocuksuydu. Güven vardı ki, nafile idi. Ve hayal vardı ki, tehlikeliydi. Tanrı’ya inanıp, insana güvenmiştik. Ve herkesin Tanrı’nın kutsal kıvılcımına emanet edilmiş olduğu hayalini yaşamıştık… Herkesin gözlerinde ve ruhunda Tanrı’nın görüntüsü olduğuna inanmıştık. (…) İşte bu, yaşadığımız çilenin kaynağı olmasa da nedeniydi.”

Anılarına saygıyla !

Kapak Görseli: Freddy Kearney/ Unsplash


[1] Elie Wiesel (30.09.1928 -.02.07.2016) 1986 Nobel Barış Ödülü sahibi, gazeteci, yazar, Birkenau ölüm kampından kurtulmuş bir eylem ve düşünce insanı. Yaşamını ötekileştirmenin nelere mal olabileceğini anlatmaya adamış bir aydın.  Vefat tarihi : 2 Temmuz !!!