Nerede O Eski Kahramanlar!

0
194

Yazarken, okuyucuyu şaşırtmak, “haddi canııım!” dedirtmekten ne kadar hoşlanıyorsam, kucağımdaki tepside dizili çekirdek, kraker ve yer fıstığını otomatik hareketlerle ağzıma atarak, gözlerimi ekrandan ayırmadan bir şeyler izlerken de beni ters köşeye yatıran işleri severim.  Malum artık hepimizin televizyonlarında en az iki farklı platform ( uydu yayınlarını saymıyorum bile ) kurulu iken bizde de naçizane üç platform arası gel gitler yaşanmakta. Prensip icabı, evde birden çok ekran olmasına karşı bir aileyiz, dolayısıyla ortak zevklerimize uygun izlenceler seçmeye çalışıyoruz. Ortak zevklerin dışına çıkan izlenceleri ise mümkünse diğerimiz iş yaparken ya da evde olmadığında, uyuduğunda seyrediyoruz. Gerçi bu konuda eşim çok şanslı, onun dimağ zevkine uymayan ne varsa izleyen ben, izlediğim bu muhteşem ötesi eğlenceliklerden mahrum kalmasına gönlüm razı gelmediğinden, gece seyrettiğim 44 dakikalık bir dizi bölümünü ertesi gün kahvaltıda detaylarıyla 1,5 saat anlatarak, yaşadığım zevki onun da tatmasına yardımcı oluyorum. Ama insan evladı nankör! Neyse, bu konudaki deneyimlerimi, “fantastik edebiyat, evliliklerde ne gibi problemlere yol açabilir, sakınmanın imkânı var mı ?” konulu bir yazı olarak ileride sizlerle paylaşabilirim.

Yine farklı tercihleri seyrettiğimiz o kişisel zamanlardan birinde, bir gün “The Boys” ile tanıştım! Afişine bakınca süper kahraman temalı bir iş olduğu ortadaydı ama çizgisinin ne olduğunu bilmiyordum, gecenin bir yarısı açıp art arda 3 bölüm devirince bu cevheri nasıl olup da daha önce görmemiş olduğuma hayıflandım. Tabii ki sabah kahvaltı sırasında eşime bu gizli kalmış hazineyi tüm detaylarıyla anlatmak için sabırsızlanıyordum ama ağzımı açıp anlatmaya başladığımda ilk ve tek cümlem “çok acayip bir dizi seyrettim” oldu. Eşimin sevecen ve anlatacaklarımı heyecanla beklediğini anlatan o bakışlarına kilitlendim bir süre ve ikinci cümleye geçmeden bu diyaloğu bitirme kararı alıp tabağımdakileri yemeğe odaklandım.

The Boys

Bazı kitaplar, filmler, diziler sadece ilk elden okunmalı, seyredilmelidir. Anlatmaya çalışırsanız, karşınızdaki kişinin kısa süre sonra boş gözlerle sizi izlediğini, heyecanlı mimik ve jestlerle tasvir etmeye çalıştığınız o sahneleri asla gözlerinde canlandıramayacağını fark edersiniz. Ayrıca fantastik dünyada var olan ve her zaman kan dökmeye hazır yaratıkların sahneledikleri katliamlar asla ve asla kahvaltısını eden bir kadının ilgisini çekmiyor! ( kesin bilgi yayalım )

The Boys aslında fantastik mi yoksa bilim kurgu türüne bir örnek mi tam ayırımına varamadım dersem yeridir. Çünkü başta, dizide yer alan kahramanların doğuştan gelen yetenekleri ile ortalığın tozunu attırdığını düşünmemizi isteyen senaristler, sonrasında bu edinimlerin aslında bebekken her birine verilen bir serum yüzünden ortaya çıktığı gerçeğini bir tokat gibi suratıma çarptıkları anda hayallerim yerle yeksan oldu. Neyse ki sonrasında en süper anti kahramanın ölümlü bir anneden olan oğlu da babasından edindiği güçleri sergileyince fantastik evrene bir adım atmış olduk. Ancak dizinin beni kendisine bağlayan kısmı, şimdiye kadar her çapta olanını gördüğümüz tüm ana akım süper kahramanların aksine, mide bulandıracak kadar bencil, art niyetli, ahlaksız ve paraya endeksli karakterlerin yoğunlukta, iyilerin ise çok az sayıda olduğu bir seyirlikle karşı karşıya oluşumdu. Üstelik kutsal aile yapısı diyebileceğiniz bir kavram da kalmamıştı bu anti süper kahramanlar diyarında! Size spoiler vermeden gelebileceğim noktaya ulaşmış bulunuyorum o yüzden merak edenlerin keyfine limon sıkmadan konuyu burada etik – etik olmayan kavramlarına çekerek dizinin kurgusundan çıkmak istiyorum.

Edebiyatta kırmızı çizgilerimiz varken dizi ya da filmlerde bu çizgileri biraz daha kolay aşabildiğimizi fark etmişsinizdir. Raflarda duran ve aslında ekranda olandan çok daha kişisel seçim, iradeniz ve cebinizdeki parayla alakalı olan tercihiniz sonucunda kütüphanenizin rafına yerleşen eser, gerçekten de bir “eserdir” çok büyük ihtimalle. Çünkü kitap en eski, video konsol oyunları en yenisi olarak kabule dersek bu tarz sanat/eğlence içeriklerinin sunum mecralarına baktığımızda kitabın ahlaki çıtasının çok yukarıda olduğunu görürüz. Özellikle yapılmadığı, bir konuda halkı yönlendirmek için yazılmadığı takdirde edebi olarak nitelendirebileceğiniz bir “eser”, ondan esinlenilerek yazılmış bir senaryodan ya da tiyatro tekstinden bir tık daha özeldir. Daha özenlidir, daha büyük beklentileri dile getirir, daha klasiktir. Oysa sinema ve dizilere gelindiğinde, esinlenilmiş bile olsa o kitabın ağırlığı biraz azaltılır, izleyicinin kumandadaki “aşağı – yukarı “ düğmelerine her an ulaşabileceği kaygısıyla yumuşatılır ya da sertleştirilir. Aslında söylemek istediğim şu ki; iş seyretmeye gelince o kırmızı çizgiler flulaşır…

Raflara gösterdiğimiz özeni, kitaba atfettiğimiz öğretici olma, sanata hizmet etme, edebi olma, eğitme, kazandırma görevlerini film ve dizilere yüklemediğimiz, yükleyemeyeceğimiz de apaçık ortada! Daha önceki yazılarımda da bahsettiğim “ kötüyüm ama sor bakalım neden kötüyüm “ sorusu sinirlerimi zıplatmaya başladı. Dünyayı tahrip eden en büyük, en yıkıcı güç doğa değil insanken ve aslında “insan” olmanın ne kadar zor bir yükümlülük olduğunun bilincinde olup, zar zor “birkaç iyi adam” yetiştirmeye çalışırken, “iyi insan” olmayı pek de matah bir şey değilmişçesine gösterip, kötüyü yüceltmek, bilinçaltımıza sürekli “kötü aslında makbuldür” sinyali göndermiyor mu dersiniz?

Anne babalar, çocuklarını bekleyen geleceğin distopik olması ihtimalini göz ardı edemezken, gün içinde okudukları haberler yüzünden gerilip “ne olacak bu dünyanın hali!” sorusuna pozitif bir cevap uydurmaya çabalarken; dünyanın en çok okunan serileri, en çok izlenen filmleri, dizileri, kötülüğe eyvallah deyip bir anda taraf değiştirmişçesine “kötü ama şirin!” şeklinde bir algı yaratacak karakterlerle piyasada boy göstermeye başladı. Kötüyü başrole oturtup onunla empati kurmamızı isteyecek kadar abartanlar da çıkmaya başladı. Sonuca geldiğimizde; okuduğu kitabın kurgusunu, televizyonda ya da sinemada seyrettiğini bire bir gerçek kabul edecek kadar gerçeklikten çıkan kişi sayısı tabii ki fazla değildir, ancak özellikle fantastik edebiyat ve izlencelerinin okuyucu / izleyici yaşı asla bir Rus klasik edebiyatı ya da festival filmi takipçilerinin yaş ortalamasıyla kıyaslanamaz ve bu genç zihinler son dönemde kötülüğün matah bir şey olduğuna dair süreklilik arz eden bir saldırı altındalar.

Çıplaklık nasıl sattırırsa, şiddet pornografisi, kötülüğün çekiciliği de bir süre sonra izleyici / okuyucuda aynı şekilde bir etkiye yol açıp, istenen ve hatta aranan nitelikler arasına girecek diye ödüm kopmuyor değil hani. Şu yaşadığımız hayatın yeterince çekilmez ve emek sarf ederek, ter dökerek geçen günlerden oluşan bir silsile olduğunun, adaletin olmadığının, her geçen günün bir öncekini aratacak saçma sapan bir düşüş trendiyle de kaçınılmaz kötü sona doğru gittiğinin hepimiz bilincindeyiz (dünyanın en zenginleri kategorisinde, konfor içinde yüzenler arasında yer almadığınızı ön görerek) ama hani o “sonu” daha da öne çekecek her türlü girişimin de engellenmesi, “iyiliğin” bir nebze de olsa yukarı yön vererek bizi iki gıdım mutlu edeceğini umut etmekten de vaz geçmiyoruz.

Yani sözün özü, fantastik dünya kahramanlarının bile cılkının çıktığı bir reality show ekranı içine hapsolmuş gibi hissederken, bir de kötüleri kutsamayalım, iyileri kayıralım, ormanları, denizleri, gölleri koruyalım, editörü sevelim, yazıyı da her zaman ki gibi bitirelim; hayallerimiz kadar var olduğumuz o fantezi dünyasında, hepinizin, kendisi için sınırsızca kurguladığı bir masalın kahramanı olmasını diliyorum…