Seçimler Son Kale mi?

0
179

“Benim işim bitti beyler. Artık kimse ile veya hiçbir şeyle savaşmıyorum, burada cezamı doldurup evime dönücem”

Böyle demişti kendisine dert yanan, hapishanede yaşanan şiddetten, hapishane müdürü albayın öldürdüğü arkadaşlarından bahseden mahkumları dinlerken. Öyle olmadı. Çünkü kendisi de bu şiddeti uygulayanın hedefi oldu.

Filmin adı Son Kale… Yönetmen Rod Lurie, Senarist David ScarpaGraham Yost, Oyuncular: Robert RedfordJames GandolfiniMark Ruffalo, Orijinal adı The Last Castle

Filmin tanıtımı bir sitede şu şekilde verilmiş; Rütbeli bir generalin işlediği bir suç yüzünden askeri mahkemece hapis cezası ile yargılanır. Hapishanede tek tük arkadaş edinmeye başlayan General mahkumları dize getirerek toplu halde hareket etmelerini sağlar ve eskiden Kale olan ve şuanda ceza evi olarak kullanılan hapishaneyi ele geçirerek hapishane yönetimini ve askerleri ufak ama etkili bir operasyonla kovarlar…

Tanıtımdaki bu cümleleri unutun. Bence filmin bir generalin mahkumları dize getirmesiyle filan alakası yok. Bilakis generalin, şiddeti yaşayanların psikolojisini kavraması ve onları ortak bir idealde buluşturarak, birlik içinde, örgütlü bir hareketle  hapishane müdürüne unutulmaz bir ders vermesi konulu film. Bununla da kalmıyor. Yaşam dersi veriyor.

Yorumlara baktığınızda bayrak, askerlik, Türklük üzerine hamaset dahil her şey var. Militarist gibi görünebilir size. Oysa askerlik üzere de çekilmemiş bu film. Aslında “nasıl bakarsan öyle görürsün” dedikleri gibi filmi hangi bilinçle izliyorsanız sizi oraya çekiyor. Ben filmde başka şeyler gördüm. Ne mi?

Yanlış davrandığı için askerlerinin ölümünden kendisini sorumlu tutan bir general suçlu olduğunu kendisine itiraf etmiş, ceza çekmek istemiş. Aslında çevresinde o kadar saygın bir general ki istese askeri mahkemeden beraat edebilirdi. Sorumluluğu üzerine almış, onurlu davranarak görevden el çekmiş. İlk dikkatimi çeken buydu.

Sakince cezasını bitirip eve dönmek istiyor. Suya sabuna dokunmak istemiyor. Oysa filmin ilerleyen dakikalarında anlıyor ki kirli bir ortamda suya sabuna dokunmayan kirlenir.

Hapishane müdürü albay, aşağılık kompleksi içinde ezilmiş kişiliğinin acısını mahkumlardan çıkartmaya çalışan habis bir ruh. Bu kirli nesne pisliğini filmin başında hissettiriyor. Hapishanedeki mahkumların işledikleri suç nedeniyle insanca bir yaşamı hak etmediklerini düşündüğü için emirlerine itaat edilmemesi halinde öldürülmeleri emrini verebiliyor. Hatta mahkumları tuzağa düşürerek davranış zaafı yaratıyor, böylece baskı ve şiddetini meşrulaştırıyor.

Filmin ilk dakikalarında generale hayran, babası duvar ustası olan bir mahkum deniz piyadesiyle generalin konuşması…Nasıl da etkisi altına alıyor genç insanı;

  • Neden buradasın?
  • Sorun da bu zaten, hiçbir şey yapmadım. Bir hataydı.
  • Peki o zaman.
  • Şey, birinin canını fena yaktım.
  • Ne zamandır buradasın?
  • 2 yıl
  • Daha ne kadar buradasın?
  • 4 yıl, 8 ay, 11 gün
  • Şu hatayı bir kez mi yaptın?
  • Yalnızca 1 kez
  • Yani hayatının sadece bir günüydü
  • Sadece 5 saniye komutanım
  • 2 yıllık deniz piyadesiydin ve 5 yıllık acımasız bir suçlu oldun öyle mi?

Benim hesaplarıma göre bu seni büyük ölçüde deniz piyadesi yapar. Yüzde 98 oranında… Peki neden öyle davranmıyorsun? Dik dur. Şu elinle yaptığın şey. Saçını sıvazladın. Ne demek bu?

  • Selam verdim efendim.
  • Hayır hiç sanmıyorum. Selamlamak nerden gelir biliyor musun?
  • Hayır komutanım.
  • Taaa Ortaçağ’dan gelir. İki şovalye at sırtında birbirine yaklaşır. Yüzlerini göstermek için miğferlerini aralarlar.(Asker selamı hareketini yapar) Bu şu demektir. İşte ben buyum, düşman değilim ve korkmuyorum… Selamlama saygıdır evlat. Önce kendine, sonra askerliğe ve bayrağa… Bunu yapabilir misin?

Bunu pencereden izleyen kompleksli hapishane müdürü albay, generalin mahkumlar nezdinde saygın bir yer edineceğini anlayınca piyade mahkumu bir gün boyunca sağanak yağmurun altında selam verir vaziyette ayakta bekletir. Bu ceza yasal değildir ve olaylar böyle başlar.

Filmin tamamını anlatmayacağım. İzleyip göreceksiniz. Ama general ve mahkum askerlerin tamamı hatta hain olabileceğinden şüphelendikleri bir mahkum bile hapishane müdürü albaya öyle bir ders veriyorlar ki bu dersten şunu çıkarıyorum; Karşı tarafın hangi kirli işler, hangi insanlık dışı planlar içinde hareket ettiği, ne kadar kurnaz olduğu, ne kadar maddi güce sahip olduğu, yasaları ne kadar kendi lehine, sizin aleyhinize kullandığı değildir mühim olan. Mühim olan kendinize ve çevrenize duyduğunuz saygı, sizinle aynı koşullarda acı çeken insanları ne kadar anladığınız, onlara vereceğiniz güven duygusu ve en önemlisi koşulları doğru değerlendirerek, doğru taktiklerle yılmaz bir mücadele yürütmenizdir.

Filmin en çarpıcı konuşmasını buraya alıyorum;  Artık hiçbirimiz asker üniforması giyemeyiz. Ben de hüküm giymiş bir askerim. Tek farkımız ben bunu biliyorum. Mahkumlardan gülüşmeler geliyor ve devam ediyor general. Sonuçta hapse atıldık. Kesin olan bir şey var. Güç nöbetçilerde. Biz aşağılamaya çalışabilirler, bizi dövebilirler, günlerce karanlık bir deliğe tıkabilirler ama yapamayacakları bir tek şey var. Kimliğimizi elimizden asla alamazlar.

Ben hayatın içinden, yaşadıklarımızın tekrarı filmlerden çok hoşlanmıyorum. Daha distopik ya da aksiyon- fantastik filmleri seviyorum. Çünkü yaşamın kendisini ve çaresizliğimiz çevremde çok net görüyorum. Bana bu hayattan nasıl çıkacağımızı gösteren filmler gerekli. Yani umut ve coşku ile istersen yaparsın demeli bir film bana. Mesela Tarantino filmleri böyledir. Ezberletilen çaresizlik yerine zihnimizi açar. Farklı bir mücadele yöntemi önerir bize.

Seçimler sona erdi. Hayal kırıklığı ve umutların bitişini dinlemek istemiyorum. Gezi direnişini yaşamış bir halkın Demokrasi anlayışı “sandıkta oy ver” ile sınırlı kalır diyorsanız bu, bir aslanın kafese kapatılması anlamına gelir. Demokrasi, sandıkta seçim kadar seçtiğinin denetlenmesi, protesto hakkıdır da aynı zamanda. Şimdi sormak istiyorum. Seçimler son kale mi? Yoksa kendimizi koruyacak duvarları olan bir kale inşa edebilir miyiz?

Kapak Görseli: Bemjamin Smith/ Unsplash