Sanırım beş, altı yaşlarındayım. Bakkaldan aldığımız gazoz ve kese kağıdı içerisindeki bisküvilerimizle alacakaranlıkta yazlık sinemanın sahne arkasındaki çitlerin arasından gizlice içeriye girmeye çalışıyoruz. Niye gizlice olduğunu hatırlamıyorum çünkü yazlık sinemanın sahibi ailecek hepimizi tanıyor, kapıdan elimizi kolumuzu sallayarak girebiliriz, muhtemelen çocuklardan bilet parası da almıyorlar, kendimizce heyecan, macera yaratıyoruz sanırım. Gazozlar bakkaldan çünkü daha ucuza satılıyor. Yan taraftaki tahta sandalyelerin kenarına yere oturuyoruz. Tahta sandalyelerin altındaki paslanmış gergi tellere bakıyorum. Oturanların hemen hemen hepsi tanıdık ya da göz aşinalığı var. Çoluk çocuk ailece herkes gelmiş. Elindeki tahta gazoz kasasına açacak ile vurarak ritmik sesler çıkaran satıcıya bakıyorum. Tak tak tiki tak, tiki tak… Sahne aydınlanıyor, gelecek film, yakında, pek yakında diye anons edilen filmlere bakıyoruz ağzımız bir karış açık.
Hangi film olduğunu hatırlamıyorum ancak ironik olarak Amerikalıların otomobilleriyle sinema izlemeye gittikleri “Drive-In” denilen konseptini ilk kez bir filmde, yazlık sinemada görecektim. Çocuk aklımı oldukça kurcalamıştı biz niye tahta, rahatsız eğik bükük sandalyelerde film izlerken onların otomobillerinin içinde rahat rahat film seyrettiğini.
“Drive-In” sinemalar ve “Drive-thru” kavramı yirminci yüzyıl Amerikan kültürünün otomobille olan ilişkisinin önemli göstergelerinden biri sayılabilir. Otomobille gelinen ilk doğru düzgün sinema salonu 6 Haziran 1933 tarihinde, New Jersey, Camden’da Richard Hollingshead tarafından açıldı ve ilk seyirciler İngiliz komedisi “Wives Beware”i yıldızların altında seyredebilmek için kişi başına 25 sent ödediler. Açık havada film gösterme kavramı aslında yeni değildi, plajlar, parklar gibi yerlerde kurulan perdelerde daha önce de sessiz film gösterimleri gerçekleştiriliyordu ancak otomobille gelinen açık hava sineması fikri babasının şirketi Whiz Auto Products’ta çalışan ve otomobil parçaları satan Hollingshead’den çıkacaktı. Daha önceki yıllarda; 23 Nisan 1915’te Las Cruces, New Mexico’de açılan Theatre de Guadalupe otomobillerin kısmen girebildiği basit bir konseptti. 1921’de Comanche, Teksas’ta Claude V. Caver tarafından açılan sinemada da otomobiller tampon tampona park ederek sessiz filmleri seyretmeye başlamışlardı. Ancak bir temele oturmamıştı ve lojistik zorluklar devam ediyordu.
Gerçek mi bilinmez ama “Drive-in Sinema Salonları Derneği”nden Jim Kopp; Hollingshead’in bu fikri bir soruna çözüm olarak tasarladığını iddia edecek ve bir röportajında “Nasıl söylesem, annesi biraz kiloluydu ve sinema salonlarının koltuklarına sığmıyordu, o yüzden onu bir arabaya oturtup kaportaya 1928 model bir projektör koydu ve bahçesindeki ağaçları çarşaf gerdi” diye açıklayacaktı.
Hollingshead, tüm otomobillerin perdeyi rahat görebilmesi için farklı yüksekliklerde park edebileceği bir rampa sistemi oluşturabilmek için birkaç yıl boyunca deneyler yaptı ve konseptinin patentini Mayıs 1933 tarihinde aldı. (Otomobille gidilen benzer konseptli restoranların açılmasıyla birlikte 1950 yılında tartışmalı olan patent hakları kaldırıldı ve Drive-In sinema açacak olanlar patent ücreti ödememeye başladılar.) Hollingshead o yıllardaki Amerikan kültürünü çok iyi analiz etmişti, inanların eğlence anlayışı sınırlıydı ve temelinde sinema yatıyordu. Dönemin alışkanlığı olarak gündüz matinelerine çocuklar ve gençler, akşam matinelerine yetişkinler gidiyordu. Yani sinemaya gitmek bir aile etkinliği değildi. Cuma günü yorgun bir iş gününden sonra eve gelen baba, eşiyle sinemaya gitmek için giyinmek (o yıllarda sinemaya gitmek için iyi giyinmek gerekiyordu), çocuklar için bir bakıcı bulmak ve sinemanın önünde, yakınlarında park yeri aramak zorundaydı, çoğu zaman ise park yeri için de para vermek zorunda kalacaktı. Sinema salonu sayısı oldukça azdı ve sinemalar ana caddede olduğu için park etmek oldukça zahmetliydi. Konseptin temeli buna dayanıyordu, özel olarak giyinmek zorunda kalmadan, çocukları yanınıza alıp, park yeri aramadan, pijamalarınızla gidebileceğiniz bir aile eğlencesi… Yiyecek, içeceklerinizi yanınızda getirme şansı ve çocukların arka koltukta uyuması da cabası…
İkinci “Drive-In” sinema ise bir yıl sonra Orefield, Pennsylvania’da açılacaktı. Ardılları olmasına rağmen 1940 yılında araç içi kablolu hoparlörlerin çıkışına kadar konsept çok fazla ilgi görmedi. İlk yıllarda hoparlörden verilen ses (arka sıraya park etmiş araçlar sesi zor duyuyor ve senkronizasyon kaçıyordu) zamanla otomobillerin aynasına asılan veya içeriye alınabilen kablolu kısa hoparlörler ile devam etti. Daha sonraki yıllarda ise otomobillerin radyolarından mikro yayın kanallarıyla verilecekti. Asıl yaygınlıkları ise 1945 yılından sonra olacaktı. Otomobillerin yaygınlaşması, savaş sonrası “Baby Boomer” ile çekirdek aile yapısı ile nüfus artışı, yakıt karnelerinin sona ermesi temel sebepleriydi. 1951 yılına gelindiğinde Amerika’da “Drive-In” sineme sayısı 155’ten 4.151’e çıkmıştı.
“Drive-In” konseptinin en önemli avantajı kapalı sinema salonlarına kıyasla büyük bir esneklik sunabilmeleriydi. Ailecek yapılacak bir etkinlik alternatifi sunuyorlardı. Çoluk çocuk, otomobillerinden inmeden, çocukları bakıcıya bırakmadan, çocukların diğer izleyicileri rahatsız etme endişesi olmadan sinemaya gidebilme rahatlığı sunuyordu (Ailelere hitap eden Hollingshead, arabalı mekanının reklam sloganını “Çocuklar ne kadar gürültücü olursa olsun, tüm ailenin hoş karşılanacağı bir yer” olarak seçmişti.) ve otomobillerinde sigara içebiliyorlardı. İşletmeciler için “Drive-In”ler kapalı sinema salonu kurmaktan inşaat maliyetleri olarak çok daha ekonomikti. Salonun işletme giderleri daha düşük ve bakımı daha kolaydı. Gençler için sevgilileriyle buluşmak, güzel vakit geçirmek ve öpüşüp koklaşmak için ucuz bir alternatif sunuyordu. (“Grease” filminin ilgili sahnelerini hatırlayalım). Tüm bunların yanı sıra “Amerikan Rüyası” yıllarında insanların otomobillerle olan yeni tutkulu bağlarını ve otomobilin günlük hayatın vazgeçilmez bir nesnesi olmasını da unutmamak gerek. Özetle Amerika’nın pop kültürünün özgürlük ile buluştuğu bir konsept olarak oldukça popüler olacaktı. Otomobil tutkusu, sinema, seks, alkol kimi zaman esrarın gençler için tek potada eridiği eşsiz bir özgürlük alanıydı. Bir çok sosyoloğa göre, “Drive-In” sinemalar kendine özel, güvenli bir yerde sinema seyretme keyfi yaşatarak televizyon kültürüne ve izleme alışkanlıklarının eve taşınmasına büyük katkıda bulundular.
50’li yıllarda “Drive-In” tereyağlı, tuzlu arabalara servis edilen patlamış mısır kokusu, dışarıda temiz havada olmanın otomobilin rahatlığıyla birleştiği bir konfor alanı, tuvalete gitmek, dolaşmak için film arasını beklememe özgürlüğü, dönemin rahatsız sinema koltukları yerine otomobillerin geniş, arkaya yatabilen rahat koltuklarında uzanma avantajı, otomobilin radyosundan filmin sesinin geleceği kanalı bularak hassas ayar yapma heyecanı, çoğu zaman tek biletle arka arkaya iki film seyretme lüksü, kalabalık içinde yalnız olma, rahat rahat yanınızdakilerle konuşabilme rahatlığı ve alkışlamak yerine film sonunda veya önemli bir sahnenin sonunda kornaya basarak tepki verme mutluluğu demekti.
Buna rağmen kapalı sinema salonlarının farklı avantajları vardı; bir filmi yalnızca gece göstermek yerine gündüz matineleri ile birlikte günde beş veya altı kez gösterime sokabiliyorlardı ve bu nedenle film stüdyoları daha çok bilet satabilmek adına ilk gösterimleri ve vizyon filmlerini kapalı salonlara gönderiyorlardı. “Drive-In”ler ise daha önce yayınlanmış filmlerle idare etmek zorunda kalıyorlardı. Üstelik doluluk oranı doğal olarak hava durumuyla değişiklik gösteriyordu. Ancak “Drive-In” sinemalarını ayakta tutabilecek olan genç kesim için bu çok da önemli olmayacaktı.
“Drive-In” sinemalarının azalışının temel sebebi ise arazi fiyatlarının artması, şehirlerin büyümeye başlaması oldu. Buna ek olarak da bu sinemalar genellikle özel mülkiyette küçük aile işletmeleriydi ve yeni jenerasyonlar bu işi yürütmeyi tercih etmediler. 70’lı yıllardaki petrol krizi benzin fiyatlarını artırınca otomobiller yakıt tasarrufu için küçülmeye başlamış ve o eski geniş Amerikan otomobillerinin içinde film seyretme rahatlığı kaybolmaya başlamıştı. Önce televizyonun yaygınlaşması, ardından renkli televizyon, kablolu televizyondan VCR’lara geçiş sinema kültürünün eve kaymasına neden olacak ve kapalı sinemalar gibi “Drive-In” sinemalar da kan kaybetmeye başlayacaktı. Yine 1966 yılında Amerika’da “tek düzen” yaz saati uygulamasına geçişte etkili olacaktı, filmler geç başlayıp, gece yarısı bitmeye başlamışlardı.
Amerikan halkı otomobil ve onla bağlantılı olarak yakaladıkları mobil özgürlük kavramını önce “Drive-In” daha sonra ise “Drive-thru” ile pekiştirdiler.
Gelecek yazıda da “Drive-thru”ya değiniriz…