Bu yazı biraz geç kalmış bir yazı, kabul. İş yoğunluğu, araya giren başka konular vs. nedeniyle bir ay gecikmeli oturabildim bilgisayarımın başına yazı yazmak için. Bir de uzun süredir yazmayınca insan yazma disiplinini de kaybediyor ister istemez. O nedenle konusu biraz bayatlamış olsa da kişisel bir alışkanlık haline getirdiğim izlediğim konserleri yazma geleneğimi yine sürdürmek istedim. Konu ise malum, Scorpions‘un bu yıl, Mayıs ayının sonunda gerçekleştirdiği konserler.
Scorpions yıllardır “son konser” verme konusunda mahir bir grup. Malum, 2012’de verdikleri konser ve o konserin dahil olduğu turne de grubun “son turnesi” olarak ilan edilmişti. Grup o yıldan sonra onuncusu 2022’de olmak üzere 2 albüm daha yayınladı. Kuruluşu 1965 yılına kadar giden, ilk albümünü 1971’de yayınlamış olan grup 2012’den beri dağıldı dağıldı, birleşti ama hep müzik sahnesinde olmaya devam etti. Grubun özellikle canlı performansları bu son 10 yıllık dönemlerinde bile hızla “sold out” olmayı başardı.
Grubun daha 90’ların başından itibaren Türk seyircisi ile olan güçlü de bir bağı var. 1993’de İnönü Stadında verdikleri konser ile Türkiye’de stat konseri veren ilk Rock/Metal gruplarından biri olan Scorpions 2008, 2010, 2012 ve 2016’da da Türkiye’yi ziyaret etmeye devam etti. Bu konserlerin hepsi de döneminde en hızlı “sold out” olan konserlerden oldu. Peki, bizim müzik dinleyicimiz tarafından bu kadar ilgi ile karşılanan grubu ben bugüne kadar hiç canlı izleyebildim mi? Maalesef cevabım; Hayır. Zamanında, ya çok ağır metal müzik dinleyicisi olduğumdan burun kıvırdım ya da zaman olarak bana uygun bir zamana denk gelmediler hiç.
Aslında, bu kez grubu canlı izlemeyi istiyor olmama rağmen yine izlemeyecektim büyük ihtimalle. İlk konserin biletleri nasılsa bitmez diyerek oyalanınca biletlere yetişememiş, ikinci konser de de aynısını yaşayınca da “Ya bu fiyatlara Scorpions’a bilet alınır mı yaw” diyerek kendimi avutmuş ve bu konsere gidemeyeceğimi kabullenmiştim. Ancak bilet sahibi olup son dakika çıkan işleri nedeniyle konsere gidemeyecek dostlar imdadıma yetişti. Hiç aklımda yokken bir arkadaşımın “Oğlum ben gidemiyorum konsere, bileti ister misin?” mesajı gelince artık olmaz dediğim Scorpions‘u canlı izleme imkanı bir anda doğmuş oldu. Hatta şansım yaver gitmeye devam ederek eşim ve kızıma da bilet bulunca 30 yıllık ertelemenin sonunda da gelmiş oldum.
Konser öncesi en çok merak ettiğim şey Klaus Meine‘nin nasıl bir performans göstereceğiydi açıkçası. Ben, her ne kadar Scorpions‘u sürekli takip eden bir Rock/Metal dinleyicisi olmasam ve Meine’nin enteresan Alman aksanlı İngilizcesine çoğu kişi tarafından burun kıvırılsa da ben vokal tekniğini ve gücünü sevenlerdenim. 2022’de çıkan Rock Believer albümlerinde de vokalleri iyi kotarmıştı. Ancak ne olursa olsun malum stüdyoların enteresan “sihirleri elleri” oluyor ve gerçek ile duyulan arasındaki farkı anlamanız neredeyse imkansız bir hale geliyor.
Grupta ikinci merak ettiğim şey ise Mikkey Dee‘ydi. Mikkey Dee, benim King Diamond döneminden beri bildiğim ve takip ettiğim bir davulcu. Açıkçası kendisini güçlü ve dinamik çalışıyla 90’lar ve 2000’lerin Cozy Powell‘i olarak görürüm. Özellikle Motörhead‘deki performanslarını her dinlediğimde bu düşünce tekrar tekrar kafamda dolanıp durur. Metal dünyasının en karanlık dehlizlerinde ve en sert sularında dolanmış bu davulcunun Scorpions gibi Rock/Metal dünyasının “tatlış” ve yumuşak grubunun müziğine etkisini izlemek benim için heyecan verici olacaktı.
Konser günü gelip, bir de konserin başlama saatine çok az kala sürpriz bir şekilde Küçükçiftlik Park yakınlarında hızlıca park yeri bulunca daha da keyifli ve heyecanlı bir şekilde konser alanına girdik. Hızla arpa sularımızı alıp konsere iyice adapte olmak için gerekli eylemleri gerçekleştirdik ve sahnede enteresan hareketlerle 90’lar ve 2000’ler ağırlıklı bir Rock/Metal listesi çalarken seyirciyi coşturamayan ama coşturmaya çalışırken insanın içini gevreten DJ arkadaşı (kusura bakmasın ismini bilmiyorum ama mutlaka iyi bir radyoda afili bir program filan yapan ve alemlerde tanınan biridir, benim cahilliğim.) bir süre dinlemeye çalıştık. Konserin, grubun en çok satan ve en bilinen albümü olan Love at First Sting‘in yayınlanışının 40.yılı kutlamaları turnesine dahil olduğu bildiğimizden (ve tabii ki setlist.fm sayesinde) bol bol bu albümden şarkılarla bezeli bir setlist olacağından emin, keyfimizi kaçırmadan uslu uslu arpa suyumuzu içip konseri bekledik.
Konser tam ilan edildiği saatte başladı. Sahne karardı ve grup Love at First Sting‘den Coming Home‘un yumuşak girişi ile bize müzikal bir “Merhaba” sonrası gazı kökleyerek bana “Bak bakalım sahnede nasıl mışız Uygar efendi” dedi. Açıkçası, grubun bu kadar patlayıcı bir şekilde sahneye hükmedeceğini hiç tahmin etmiyordum ama grup neden her konserlerinin “sold out” olduğunu daha ilk şarkıda gösterdi. Grubun kurucu ağır abisi Rudolf Schenker ve grubun demirbaşı Matthias Jabs yaşlarına başlarına bakmadan sahnenin bir ucundan öbür ucunu koştur koştur koşturmaya başladılar. Klaus Meine ise 30’lu yaşlarından kalma deri montu ile sahnenin ortasında, pek de kıpırdamamaya özen göstererek ve eski günlerini biraz aratsa da yine de hiç düşmeden şarkısını söylüyordu.
Konserin ikinci şarkısı ise grubun 2022’de çıkan son albümü Rock Believer‘dan Gas in the Tank oldu. Mikkey Dee‘in gruba nasıl bir enerji kattığı bu şarkıda çok daha güzel ortaya çıktı açıkçası. Ara ara Meine’nin vokali düşse de grubun enerjisi bu düşüşü hissettirmedi. Grup, Gas in the Tank‘ın ardından 1980’e dönüp benim en sevdiğim 4 Scorpions albümünden biri olan Animal Magnetism‘e geçerek Make It Real‘a başladılar. Benim asıl beklediğim şarkılardan ilki ise bu şarkıdan sonra geldi; The Zoo. Bilenler hatırlayacaktır ama bilmeyenler için kısaca hatırlatmak gerekirse, bu şarkının çok basit ve düşük tempo bir riff’i vardır ve riff’i şarkı içindeki soloya bağlanırken enteresan ve gitardan mı armonikadan mı yoksa başka bir cihazdan mı çıktığını anlayamadığınız bir ses başlar ve solo boyunca soloya eşlik eder. Bu müziği ilk dinlemeye başladığım yıllarda gitarla yeni ilgilenmeye başlayan geniş bir topluluğun bu sesin distorsiondan mı distorsiona bağlı armonikadan mı çıktığı tartışması çok yapılmıştır. Neyse, sonunda bu “gizemi” de bu konserde çözmüş oldum. Zira, Mattias abimiz mikrofonunun yanına uzatılmış bir hortuma üfleyip onu distorsiona bağlamış ve gitarla eşleştirerek çalarmış meğer. Eh, öğrenmenin yaşı yok.
The Zoo sonrasında grup benim en sevdiğim ve kapağıyla ergenlik yıllarımızı süsleyen Lovedrive albümüne geçti. Hem de benim en sevdiğim Scorpions şarkısı ile; Coast to Coast. Bu şarkı bence Scorpions’un ürettiği en mükemmel riff’i barındırır içinde. Grubun her iki gitaristine de yeteneklerini ve uyumlarını sergileme imkanı sunar. Sahnede de tam olarak olan buydu ve benim için konser gerçekten başlamış oldu. Böylece, 4 şarkıdır yerinden kıpırdamanda ama detone de olmayarak şarkılarını söylemeyi başaran 76’lık Klaus Meine‘ye bir nefes alma şansı sağladı grup.
Buradan sonra grup turnenin baş aktörü olan Love at First Sting‘e geri dönerek albümden arka arkaya 3 şarkı ile konsere devam etti. Bu seri I’m Leaving You ile başladı, Crossfire ile tempo ayarladı ve bu üçlü içinde sevdiğim şarkılarından biri olan Bad Boys Running ile tamamlandı. Her 3 şarkıda gayet güzel icra edildikten sonra Meine için yeniden bir nefeslenmeye ihtiyaç olmalı ki grup pası Matthias Jabs‘a attı. Bu sefer, uzun zamandır konserlerde kullandıkları ve ilk kez Atina’daki meşhur MTV Unplugged konserlerinde çaldıkları Delicate Dance ile Jabs hünerlerini göstermeye başladı.
Bu yumuşak nefeslenmeden sonra grup 1990’da yıkılan Berlin Duvarı ile arşa eren perestroyka rüzgarı ile yaptıkları ve tüm dünyada grubu listelerin tepesine taşırken benim grupla olan ilişkimi sorgulatan Crazy World albümünden şarkılar ile Meine sahneye geri döndü. Delicate Dance ile yumuşayan ortam bu albümden Send Me an Angel ile devam edince tüm konser alanı tatlı bir romantizm ile ellerde cep telefonu fenerleri ile sallanmaya başladı. Bu şarkıda Rudolf Schenker eline ilk kez karşılaştığım Gibson Flying V’nin akustik versiyonunu alınca böyle bir şey olduğunu da görmüş olduk. Send Me an Angel‘ı 90’ların yeni, duvarları yıkılmış liberal hayatının Rock marşı Wind of Change başlayınca Küçükçiftlik Park üstünde eskiden kitlelerin içini ısıtan ancak bugün biraz iç buran ama daha çok tüyleri bugün yaşanan hayal kırıklıkları ile diken diken eden bir liberal rüzgar esmeye başladı. Şarkı güzeldir güzel olmasına ama ben hiç bir zaman ısınamadım bu şarkıya. Hatta 93’deki konserlerine gitmek istemememdeki ana nedenlerden biriydi zamanında. Neyse, canlı canlı herkes şarkıda cep telefonlarının fenerlerini yakmış kollarını sallarken (çakmak bile nostalji oldu yaw) ve bir ağızdan grupla beraber şarkıyı söylerken ben Brejnev’den kafasında bebekken kırılmış yumurtanın izini taşıyan kel Gorbaçov’a geçiş dönemlerinde yaşananları, Andropov’u, Chernenko’yu filan düşünüp, en sonunda David Hassenhoff’un Berlin Duvarı yıkılırken ışıklı deri ceketi ile konser vermesi gözümün önüne geldi. Neden mi? Öyle işte.
Neyse ki grup bu albümden Tease Me Please Me‘yi çalarak yeniden tempolu Rock/Metal dönemine geri döndü de ben de bu siyasi kabustan uyandım. Güzel rock’n roll ritimleri üstüne ürettikleri riff’i ile keyifli şarkıdır. Güzel de çaldılar allahları var. Ardından yine Love at First Sting‘e dönüp tam gaz The Same Thrill‘i çaldılar. Bu şarkının ardından yorulan Meine’ye ve grup elemanlarına bir soluklanma arası verme zaman gelmişti. Tüm grubun imdadına yetişen ise tabii ki Mikkey Dee‘den başkası değildi. Dee’nin enerjisinin grubun enerjisini yükselten katkısı zaten her şarkıda kendini hissettiriyordu ama bu sefer sahne sadece ona aitti. O da eline geçirdiği sahnede artık imzası haline gelen o uzun davul sololarından birine başladı.
Mikkey Dee‘nin beni dinlerken yoran kendisinin ise ter atma ısınma programı gibi göstererek çaldığı 5 dakikayı aşan davul solosu ile ne kadar önemli ve büyük bir davulcu olduğunu ve Scorpions‘a aslında nasıl bir enerji getirdiğini hepimize gösterdi. Tam son dönemin en önemli Rock/Metal davulcularından birinin muhteşem şovunun keyfine varıp sırıtırken grup açık ara en sevdiğim şarkılarından Blackout‘a girdi ve zaten yükselmiş olan enerjinin üzerine binerek vitesi yükseltti.
Açık söylemem gerekirse, Coast to Coast‘ı çaldıkları bölüm ile konserin bu bölümünden gerçekten büyük keyif aldım. Zira ardından gelen Big City Nights ile konserde tavan yapan enerji tam bir şölen ateşine dönüştü. Şarkı bol bol paslaşılarak çalınınca sahne ile grubun arasındaki sinerjinin gücü de ortaya çıktı konserin bu son düzlüğünde.
Şarkı sonrasında ise Rock konserinde olan mutat ambiyans tekrarladı tabii ki. Zaten yaşları kemale ermiş grup elemanları sahneden çekildi, ışıklar karardı, seyirci grubu bol nümayişle sahneye çağırdı ve grup pek de nazlanmadan bu ritüele uygun şekilde sahneye geri döndü. Bu geri dönüş ile de Love at First Sting‘in ağır topları olan ama konserde halen yer bulamamış şarkılara geçildi. Misal, Still Loving You çalınmayan Scorpions konseri olur mu? Tabii ki olmaz. Peki Holiday‘siz olur mu? Aslında oldu ama Klaus Meine‘nin içine sinmemiş olacak ki grup şarkıya hazırlanırken enstrümansız olarak önce bir Holiday’in ilk kıtasını söyleyiverdi ve şarkıya öyle girdiler. Böylece, Scorpions balladları tavafı da eksiksiz tamamlanmış oldu. Ancak, konserin en keyfimi kaçıran kısmı da tam burada gerçekleşti. Rudolf abimiz sazı eline alıp Still Loving You‘nun solosuna başladı ama öyle kötü çaldı ki solo tam anlamıyla “düştü”. Ha, mekanı dolduran seyircinin artık o saatte çok umurunda mıydı emin değilim ama soloyla beraber ben de bir düştüm.
Konserin sonu ise tabii ki Rock You Like a Hurricane ile tamamlandı. Allahtan bu sefer kimse solo “düşürmedi” de konserin sonunu ağzımda biraz önceki küçük faciadan (kaza diyemiyorum zira kazadan biraz ötedeydi durum) küçük bir kekremsilik olsa da güzel bir tat kaldı. Şarkının sonunda ise seyircinin Klaus Meine‘nin doğum gününü kutlaması ve grubun bol bol selamlamaları ile grup sahneden ayrıldı ve konser sona erdi.
Açık söylemem gerekirse, Scorpions hiç bir zaman özellikle canlı dinlemek istediğim bir grup değildi. Ancak, bu konser gösterdi ki yanlış düşünüyormuşum. Her şeyden önce adım adım, çok iyi planlanmış bir şov vardı karşımızda. Konserin başlangıcından itibaren her şarkı için ayrı ayrı tasarlanmış çok iyi animasyon görseller şovun keyfini arttırdı. Ben genelde konserlerde arka plana konan görselleri, özellikle de müziğin önüne geçtiğini zamanlarda sevmem, hatta nefret ederim. Bunun sanırım tek istisnası Roger Waters‘ın The Wall‘ıdır benim için. Ancak, buradaki görseller kesinlikle şarkıların ve grubun önüne geçmedi, hatta şarkıları ve şovu çok kararında ve yerinde destekledi. Özellikle, Big City Nights sırasında dönen animasyon video RTÜK’den döner yerine hayvan belgeseli oynatırlardı. Benden söylemesi.
Grubun sahnedeki enerjisi ve çalışı da benim beklediğimin üzerindeydi açıkçası. Öncelikle Mikkey Dee‘den bahsetmem gerek. Gruba kattığı enerji ve dinamizm gerçekten çok iyi. Göbeğini trampetin önüne bırakıp konsere öyle bir girdi ki daha ilk şarkıdan en sonunda ne olacağı anlaşıldı. Gerçekten gruba gençlik aşısı gibi gelmiş. Çok üst düzey bir performans gösterdi ve benim zaten fethetmesi için açık bıraktığımı gizleyemeyeceğim kalbimi fethetti.
Klaus Meine ise yaşına rağmen korktuğum gibi bir performans göstermedi. Neredeyse albüm kayıtlarına yakın ama yetişebileceği ve performansını daha uzun süre gösterebileceği biraz daha alt tonlarda şarkıları söyleyerek hiç detone olmadan, keyif vererek sahnede kalmayı bildi. Ancak, konser boyunca mikrofonu eline aldığı yer neresiyse tüm konseri de orada bitirdi diyebilirim. Belli ki artık sesi eski nefasetine yakın olsa da hem sesinin hem kendisinin enerjisi artık tüm konseri taşıyacak durumda değil. Zaten konser biraz da onun sesini kaybetmeden devam edebileceği şekilde ona boşluklar üretecek şekilde planlanmış. Bu sayede Meine beklentimin üzerinde iyi bir performans ile sahnede şovun önemli bir parçasını yerine getirdi. Bir de sahnede giydiği deri ceketleri ve kot ceketi vardı ki tam 80’ler 90’lar rüzgarı estirdi.
Rudolf Schenker ve Matthias Jabs ise gayet keyifli ve eğlenerek çaldılar konser boyu. Konser boyunca her ikisinin de ağızlar ensede fiyonk şeklindeydi. Schenker çeşit çeşit Flying V’ler ile arz-ı endam ederken akustik Flaying V olduğunu da görmüş olduk. Jabs ile uyumu da gayet iyiydi. Tek can sıkan şey konser sonunda yaşanan Still Loving You faciasıydı. Onun dışında gayet olması gereken gibiydi her şey. Hele The Zoo kısmı bence konserin gitarlar kısmı için en orijinal bölümdü. Grubun bas gitaristi Polonyalı Paweł Mąciwoda ise her zaman olması gereken yerde ve zamanda kendini gösterdi.
Konser bittiğinde ilk söylediğim şey “Bu grubun konserleri neden bir çok yerde hemen “sold out” olduğunu anladım” oldu. Her şey çok iyi planlanmış, grubun yeterlilikleri ve eksikleri çok iyi analiz edilip şarkı seçiminden ışıklara, ses düzeninden görsellerine, nefeslenme anlarından temponun yükselme ve düşürülme yerlerine kadar çok iyi planlanmış bir “iş” vardı karşımızda. Bir de grubun Rock/Metal dinleyicisi kadar daha pop müzik sevenlerce de dinlenmesi eklenince 60 yıl sonra bile “yok” satabiliyorlar. Açıkçası İnönü’deki konserlerine snopluk yapıp gitmediğime biraz hayıflandım. Daha gençken muhtemelen daha da iyiydiler sahnede. Şimdi ise sadece Mikkey Dee‘yi izlemek için bile gidilir. Adamı izlemek gerçekten başka bir keyif. Keşke Motörhead ile de izleme şansım olsaydı.
Küçükçiftlik Park bu sefer gerek ses düzeni, gerek giriş ve çıkışları açısından iyiydi. Yalnız o çıkışın dibine köfteci arabası çektirmeseler keşke. Konser çıkışı zaten kalabalık oluyor, üstüne martı köftesi bekleyenler ezilmesin diye millet birbirinin ayakları üstünde bekliyor. Seyirci ile grup arasındaki uyum ise gayet iyiydi. Ne seyircinin enerjisi düştü ne grubun. Ses düzeni de her zaman böyle olsa keşke. Konser öncesi DJ arkadaş kendini paraladı ama ses o kadar düşüktü ki kendisi duyduysa iyi. Allahtan konserde düzgün bir seviyeye ulaştı da korktuğum başıma gelmedi. Az ses verin rica edeceğim. Tamam DJ list de pek standarttı ama bari sesini duyalım. O sahnedeki çabasına yazık.
Gerçekten keyifli ve güzel bir konserdi izlediğimiz. Bir daha gelseler gider miyim? Sanırım gitmek isterim. Peki bu fiyatlara mı? Sus, sus….