Ömrümün ilk 18 yılının üçte ikisi aralıksız olarak okumakla geçti. Öncelikle çizgi romanlarla başlayan bu süreçte, evdeki kütüphanenin altından girip üstünden çıkarken, elime ne geçtiyse hatmedip beynimin kıvrımlarını gerekli, gereksiz her türlü bilgiyle doldurdum. Örümcek adamın, Mr. No’nun, Teksas, Tom Miks, Kaptan Swing’in, Vampirella’nın ve diğerlerinin, okuma alışkanlığı kazanmamda ve hayal gücümün gelişmesinde emeği çoktur.
Hayatla olan flörtümüz devam ettikçe çizilen yol değişti, yaşananlar eklendi, zevkler gelişti. Geldiğim noktada; okumak kadar, dev ekranlarda bir şeyler seyretmeyi de seven, hayal dünyasının gölgelerle kaplı dört boyutlu haritasının içinde dolaşırken gördüklerini yazan bir adam oldum. Gündelik yaşamın kaosundan korunmak için mi, beynimin kıvrımları arasında bulduğum huzurdan mı bilmiyorum ama sessizliğin orta yerinde, kâğıt ve kalem ya da klavye fark etmeksizin sürekli, yeni dünyalar, hayatlar, karakterler oluşturup onların kişilikleriyle örtüşen hikâyeler yazmak benim için en büyük keyif.
Şizofreniye benzeyen bir yazım tarzım olduğu için çok eğleniyorum! Kurguladığım dünyada yarattığım karakterler nefes alan, hepimiz gibi yemek yiyen, uykusu gelen ve hayatın getirdikleri karşısında burunlarının dikine hareket eden bireyler! Gerçekten öyleler, bilgisayarda hikâyeyi açıp son yazdığım cümleyi okurken onların boyutuna geçip aralarına giriyor, seslerini duyup, acılarını, sevinçlerini an be an yaşıyorum. En ilginç ve garip kısmı ise, onların hayatlarına müdahale edemiyorum! Hikâyenin kurgusunda yapmaları gereken şeyleri bir türlü yapmadıkları zamanlar oluyor. Gitmeleri gereken yere geç kalabiliyor, aniden hastalanabiliyor, anıları gözlerinin önüne gelip ansızın duygusallaşabiliyor ya da sinirlenip birileriyle kavga edebiliyorlar. Ben sadece gördüklerimi ve duyduklarımı yazıyorum!
Bir kurgu yaratıyorsanız, karakterleri aileleriyle, bebeklikten, hikâyedeki yaşa kadar gözünüzde canlandırabiliyorsunuz. Onun nasıl büyüdüğünü, kişiliğinin sivri taraflarını oluşturan her türlü etmeni an be an görüyor, duyuyor, yaşıyorsunuz. Yani kâğıtta ya da ekranda satırlara işlenmiş o kişilerin her birisi sizin için gerçek birer insan oluyor. Onların hayatlarına dışarıdan bakan birisi olarak da, hikâyenizin kurgusunu kontrol altında tutmakta bazen zorlanabiliyorsunuz.
İşi delilik noktasına getirmeden sıyrılmak için, kurgunun omurgasını oluşturmanız ve başı ile sonu arasında gelişecek olayların en azından bir kısmını daha önceden düşünmüş olmanız gerekiyor. O karakterleri serbest bırakır, “bakalım nereye gidecekler” derseniz, bilinçaltınızda birikmiş ne kadar öğe varsa kullanıp gözlerinizi fal taşı gibi açtıracak bir noktaya ulaşacaklarına ve bu noktanın da işe giriştiğiniz anda planladığınız yer olmayacağına emin olabilirsiniz.
Normalde yazarın bir hikâyeye odaklanıp, başladığı gibi bitirmesi beklenir. Sanırım olması gereken çalışma süreci budur. Ancak benim beynim biraz farklı çalışıyor. Art arda açtığım taslaklarda bir tane fantastik, bir tane dram, bir tane macera, ayrıca bir kiralık katilin hayatı, bir de hiç alışık olmadığım tarzda romantik dram macera şeklinde gitmesini istediğim hikâyeler karşımda duruyor. Birinde yazacak cümle kalmayınca diğerine geçip, bir diğerinde karakterler boş boş gezindikleri için ekrana anlamsızca dalıp, ötekisinde hala “eksiklik” hissini yenemediğim için eklemeler çıkartmalar yaparak geziniyorum.
Gündelik hayatın koşturmacası içinde kendimi en korunaklı hissettiğim yer bu satırların arası. Orada, “sanki” ben bir şeyler yapmıyorum, etkisiz eleman olarak yanlarında dolaşıyor, sadece onların yaptıklarını seyredip aktarıyormuş gibiyim ve bundan da çok hoşnuttum. Çünkü hayat bize karar verme sorumluluğu eklediği için, her adımımızı, bir sonraki hareketimizin oluşturacağı etkileri düşünerek atıyoruz. Oysa çalışırken kendi prensiplerimizden çok, başkalarının ve sistemlerin koyduğu kurallar silsilesi içinde, ayarlanmış saatlerle, kurulu alarmlarla iş yapıyoruz.
Yazmaya olan genel sevgim ve heyecanımın içinde öne çıkan tür fantastik hikâyeler oldu. Yaş grubumun çok iyi hatırlayacağı, 1985 – 1989 arası çekilen ve bizde de yayınlanan The Twilight Zone / Alacakaranlık Kuşağı benim için çok önemliydi çünkü o dünyanın kapılarını benim için aralayan bu dizi olmuştu. İlk kaleme aldığım kısa hikâyelere lezzet katanın da, sonra yazdığım her kurguda sürprizli sonlar ve ters köşe yapmaya çalışmamın sebebinin de bu dizi olduğunu çok rahat söyleyebilirim.
Reel dünyanın kaygılarını biraz olsun kenara bırakıp, fantastik yaratıklarla köşe kapmaca ve beş taş oynadığım o dünya benim için müthiş bir ilham ve rahatlama kaynağı. Günümüz koşullarında, ocaktaki tencerenin kaça kaynayacağını hesaplayan, insan gibi yaşamak için çaba sarf etmenin ötesinde bin bir fedakârlığa katlanan kitlenin bir bireyi olarak, tek nefes alabildiğim yer, aile çemberimi de dahil ederek kurguladığım fantastik evrenim. Kelimeler cümlelere dönüp, kurguladığım hikâyenin tüm elementleri teker teker ete kemiğe bürünüp akışa bir yerden dahil olduklarında aldığım hazzı anlatmam mümkün değil.
Ben hayatın yükünü omuzlarken kendime böyle bir kaçış noktası yaratarak tüm stresimi ve harcayamadığım enerjimi, üzüntülerimi, sevinçlerimi koşulsuz ve sınırsızca aktarabileceğim bir yönteme sıkı sıkıya sarılırken, sizlerin de bir şekilde kendi yönteminizi bulacağınızı biliyorum. Bazen bir şiirin mısraları kaleminizden dökülecek, bazen bir bahçede toprağı çapalayarak o huzuru bulacaksınız, belki de bir barınakta, ilginiz için birbirlerinin üzerinden zıplayan sokak canlarının gözlerinde bulacağınız mutlulukla uçacak ya da el emeği göz nuru bir dantel işleyeceksiniz sessizce bir kenarda. Ama bir şekilde kendinize zaman ayıracak, kendi istediğiniz, huzur bulduğunuz, gerisini düşünmediğiniz o dingin yere ulaşacaksınız…
Hayallerimiz kadar var olduğumuz o fantezi dünyasında, hepinizin, kendisi için sınırsızca kurguladığı bir masalın kahramanı olmasını diliyorum…