Emrah Elçiboğa: İçinde Kar Gibi Bir Bulut Saklı…

0
579

Sinan Dirlik: Almanya’da hadi mesleğini demeyeyim bak bi kibarlık geldi üstüme, sanatını icra etme şansını bulabildin mi peki? Almanya besliyor mu sanatını yoksa gözün Türkiye’de ve sanat kariyerini memlekette mi görüyorsun? Bunu biraz da şunun için soruyorum, hani bazen her şerde bir hayır vardır derler, memleketten uzakta olmak “zorunda kalmak” dünyanın değilse bile en azından Avrupa’nın kapılarını açma fırsatına dönüşebilir mi Türkiyeli bir sanatçı açısından? Daha beylik deyimle hani şu “dünyaya açılma” meselesi… Öyle düşlerin, hedeflerin var mı? “Yerli ve milli kalmak” Türkiyeli sanatçıların seçimi mi yoksa kaderi mi? Ay biliyorum soruyu sümük gibi uzattım ama içiçe geçiyor kaçınılmaz olarak: Tiyatroda izleyiciye duygu geçirmek de önemli ya? Ana dili Türkçe olan bir sanatçı, Avrupalı, ne bileyim, Alman izleyiciye “duyguyu” geçirebilme şansına ne kadar sahip?

Emrah Elçiboğa Arşivi

Emrah Elçiboğa: Tamam anlaşıldı sen beni dinlemiyorsun :))) Başta dedim ya geldim Almanlar görüşmeye davet etti, proje sundum, respect falan. ooohooooo :))) Umduğumdan beklediğimden çok kısa sürede bu şansı yakaladım ve sanırım iyi kullandım. Söylediğin şey de çok haklısın her şerde bir hayır lafı benim için cuk oturuyor. Doğruya doğru hepimiz yurt dışında bir şekilde sahne almak, bir proje ortaya koymak, ortak bir iş yapmak ya da yapılan işin içine dahil olma kurduk, kuruyoruz. Ama gerçekten çok zor. Yani tiyatro alanında çok nadir örneklerini görüyoruz bunun. İşte ilk aklıma gelen Barış Celiloğlu, Murat Daltaban, Sedef Ecer… Oyunculuk anlamında Haluk hoca var. Onu da Emmy aldı diye taşlamadığımız kaldı. Neyse düşünsene 43 yaşından sonra bambaşka bir memlekete hem de dilini izini bilmediğin bir yere göçeceksin ve orada kabul göreceksin. Bu çok olası değil. Mesleğin başlarında öyle hayallerim vardı fakat yıllar geçip yaş aldıkça onlar eriyip bitip neredeyse buhar olmuştu. Bu durum benim lehime oldu açıkçası. Sanatı ve sanatçıyı besleyen, el üstünde tutan  bir memlekette, onların önyargılarının ve kötü tecrübelerinin baskın olduğu başka bir ülkeden gelip saygı görmek inanılmaz bir his. Tabi insan şunu istiyor keşke başka türlü olsaydı benim gibi yurt dışında olan birçok kişi gibi. He şu anlaşılmasın burada var olma sebebimiz ülkeyi, yönetim biçimini, insanını kötüleyip şirin görünüp bir alan açmıyoruz. O konulara hemen hiç girmiyoruz, aksine kol kırılır yen içinde kalır deyip son derece dozunda bir vatanperverlik gösteriyoruz. Bir de milyon saçmalığı nasıl anlatacaksın ki? Başkasının yerine utanıyor insan. Eee tabi onlar da kıskandıkları için her şeyi yakinen takip edip bilgi sahibiler…

Duyguyu aktarma konusunda benim de başta tereddütlerim vardı. Çünkü kendimden yola çıkaracak bir şey yaratmak ortaya koymak zorundayım ve benim daha coşkulu yapım, geldiğim, büyüdüğüm yetiştiğim kültür buraya tamamen zıt. İstesem de diğer türlüsünü yapamazdım kısa süre içinde Almanya’daki yaşantı, alışkanlıklar, insanlar arası iletişim, gelişmiş kalıplaşmış refleksler vs… hakkında kendi gözlemim bilgim yoktu. Ama sanatta hep evrenselliğe ve samimiyete inandım bunca yıldır. Seneler önce İKSV’nin gerçekleştirdiği – artık maalesef yok- Tiyatro festivallerine dünyanın dört bir yanından topluluklar geliyordu ve kimi zaman üst yazıya gerek duymadan anlayabildiğimiz harikulade oyunlar izledim.  Bu burada yapacağım işlerin kılavuzu oldu. Bir de rahmetli Tuncel abinin anlattığı Peter Brook‘la çalıştığı Mahabharata oyunun hikayesi. Uzunca anlatırım bir ara ama özü şu dünyanın 12 ayrı ülkesinden ayrı dili konuşan oyuncuları toplayıp yapıyor oyunu ve büyük ses getiriyor, dünyayı dolaşıyor oyun. Ben de bu mantığın küçük ölçeklisiyle buradaki kendi yazıp yönettiğim ilk projemi gerçekleştirdim. Söz olmadan sadece dans ve müzikle derdini anlatan bir performansı 8 ayrı milletten daha önce tiyatro yapmamış hatta bazısı tiyatro binası görmemiş gençle gerçekleştirdim. Evet oyunda anlatmak istediğim bütün duygular geçti izleyiciye. İkinci oyunumda Alman profesyonel bir oyuncuyla çalıştım. İlk 3 gün çalışma tarzlarımız uyuşmadı ama oyuncu bana inandığından, ikna olduğundan, kendini ego savaşına girmeden bana teslim etti. Çünkü ondan istediğim biçim tam biz gibiydi. Mesafe koymadan, duygularına ket vurmadan, göstermeci bir üslup değil içerden gelen duygularla hareket eden bir oyun istiyordum. Alex inanılmaz bir iş çıkardı. Pandemiye kadar oyun 2.sezonuna girmişti. Şehrin genel oyun anlayışı ve beğenisi bulvar komedilerine yakınken ilkinde dans performanslı, ikincisinde trajik bir oyun olmasına rağmen herkes çok beğendi. Bir sürü kritik çıktı. Ama en güzeli şuydu. Burada yıllardır yaşayan ve Alex’i takip eden bir izleyici şöyle dedi: Sen bu adamı nasıl Türk yaptın ya? :)))) Yaptığın işten eminsen, seyirciyi ucuz numaralarla kandırma telaşına girmiyorsan, samimiyet duygusunu elden bırakmıyorsan ve yaşama insana dair bir derdin, söylenecek bir sözün varsa seyirci dünyanın neresinde olursan ol hangi dili konuşursan konuş seni anlıyor. Çünkü sanatın ve tiyatronun dili evrensel. Kasım ayındaki kapanma gelmeseydi bir Anadolu söylencesini Özen Yula’nın “Dünyanın Ortasında Bir Yer” oyununu Alman oyuncularla Almanca olarak sahneye koyuyordum. Hatta bir rolü de ben Almanca oynayacaktım. Orada da ilkem akla ilk geleni değil aynı evrensel bir dünya yaratmak. Prömiyere 12 gün kala iptal etmek zorunda kaldık. Umarım bu Eylül Ekim yeniden başlarız provalara. Sen sümük gibi uzattın soruyu ben hırkkk hırkkk anlata anlata veremedim cevabı :))))))))