Zamanın Akışında İncelikli Bir Arayış: Virgülün Şikâyeti

0
215

“Bir virgül dilimin ucunda,
Ezik ve kekremsi,
Her bütüne meydan okuyan!”
(Oktay Rifat, Elleri Var Özgürlüğün)

Funda Dörtkaş: Anne karnından dünyaya henüz bir nokta gibi atılmadığımız, bir virgül sonsuzluğunda olduğumuz o korunaklı zamanı özleyip özlemediğimizi bilmiyoruz. Hayatın yıkıcılığı, özlemini duyduklarımızı birbirine bağıran işaretlerle ayırıyor. Peki, her birimiz neden inadına nokta olmayı tercih ediyoruz?
Simlâ Sunay: Bunlar soru değil, gelincik tarlasına çağırmışsın beni. Peki, tamam sen kazandın doğanın diliyle konuşalım, türkü zarâfetinde. Senin kadar becerebilir miyim bilmiyorum. Evet, anne karnında bir virgüle benziyoruz, yazım dilinde hiçbir şey tesadüf değil, harflerin bile anlamı var, hiyeroglif alfabesini düşün, kuşlar var harf olarak. Acaba kuşların sesine göre mi dizildiler yoksa rengine göre mi? Doğada her şey kavislidir, kıvrımlıdır, doksan derece insan buluşudur. Ben küçükken mermerlerin kare kare çıktığını düşünürdüm; ilk kez taş ocağı gördüğümde çok şaşırmıştım. İnsanın aklıdır kesit alabilen, dik çizgi çizen ve bu da dünyaya dışarıdan geldiğinin bir işareti bana göre. İnsan bu gezegene yabancı, dışarlıklı bir varlık,  bu yüzden doğduğumuzda sarılık olmuyor muyuz? İnadına olsa iyi, insan ezbere kullanıyor noktayı. Cümleyi ezbere kuruyor, konuşmak tamamen taklitle başlayan bir şey çünkü. Konuşmanın çok üstünde bu yüzden yazmak. Yazı bir akit, bu nedenle de nokta var. Her durak bir kabul. Bir anlaşma. Okurun okuma alışkanlıkları için imlâya uyuyoruz. Kolay okunsun diye. Virgülü tek yazım ayracı olarak kullanmaktaki amacım bütün cümlelerin kardeş olması içindi, bir tür karındaşlık, anlaşma olmasın hiç, kabul ediş olmasın… Ana rahmi bir “dilse” eğer neden olmasındı. Bir cümle diğerinin başı olsun istemedim, ama tabii ki ilk cümle abi ya da abla olacaktı ister istemez, ilk cümle hep var. İlk cümle olmadan yazmak ne kadar ilginç olurdu değil mi?
Funda Dörtkaş: Ruhun çizgisidir kaçışı,, Hep kendimizden kaçıyoruz, aynada yüzümüzden, yolda adımlarımızdan, sessizken sözlerimizden, geçmişten, şimdiden, gelecek tahayyülü iri bir ünlem, gözlerin ve sözlerin ruhumuza açtığı derin oyukları hangi kaçış eskitir ve hangi ayna gösterir?
Simlâ Sunay: Kaçtığımız şeyler bizi vâr ediyor. Beden midir ruhun çizgisi, silueti, biçimi? Emin değilim. Bedenden kalan bir iz yok, kemikleri saymazsak. Oysa hatırat ruhu biçimlendiriyor. Hatırat da kökende gizli. Bahsi geçen alıntın göç var mıdır, yok mudur, diye tartışmak isteyen bir öyküden (Dargın Bir Sürgün). Göçümenliğin ikinci üçüncü nesli şehirlerde tutunmaya çalışıyor günümüzde. Tasman alamayan bir yapı göç. Yani yapı bittikten bir müddet sonra toprağa oturur, çöker, iner. Projesinden daha aşağı kayar, oturur. Ruhun varlığı, arzuları ve unutamaması göçü imkânsız kılıyor. Bu unutmayış genlerle de aktarılıyor. Başıma gerçeküstü bir olay geldi. Bir gün bir kitap fuarında yerel bir dergi gördüm adı “Çveneburi”. Anlamını hiç bilmiyorum o zamanlar. Bu sözcük beni bir çuval gibi içine aldı. Ben dergiyi aldım, okudum, bu sözcüğü günlerce tekrar ettim. Sonradan fark ettim ki Gürcülerin çıkardığı bu derginin kapısına bir sözcükle beni çağıran, atalarımdı. Anneannem Batum göçmeni. Çveneburi sözcüğü benim aynamdı. (Anlamı: “bizden olan”, Türkiyeli Gürcülere verilen isim.)
Funda Dörtkaş: Sesini duymayalım diye üzerini farklı renklerle boyadığımız kalın duvarları aşıp içimize olanca ağırlığıyla oturan geçmiş, her köşe başında eğreti bir selam veriyor, Varlığına içkin, geçip gitmişliğine kırgın, “insan acıda yaşadıktan sonra her yerde yaşar” mı?

Simlâ Sunay: Bunu bize Munzur söyleyecek, Sivas’ın Yeliz Dağları söyleyecek, Fırat ve Dicle, Kilis, Sur söyleyecek. Ne yazık ki hiç bitmeyen bir öykü bu. Biz hepimiz esmeriz sonra, sarışınlar bile, çünkü acıyla kavrulduk. Maraş’ta hayat devam ediyor. Madımak restoran oldu, et pişirildi içinde. Kendi kendini yakan, acısını içine kusan bir millet olarak bugün hâlâ yaşıyorsak, evet her yerde yaşarız biz Anadolulular. Göçer bir toplum olduğumuzdan sanırım; acı hep bizimle ilerliyor. Ve biz acıyı taşıdığımız için de hiçbir yere ulaşmıyoruz. Yası olmayan bir toplumuz. Onca ağıt koparabilen gelenek aslında yası gerçek kılmıyor. Ne kadar bağrımızı dövsek de, acı keçi yünü bir bez gibi sırtımızda. 
Funda Dörtkaş: Şehirleri parçalayan, insan ruhlarını törpüleyen gürültünün içinde keder, çerçeveletip duvara astığımız fotoğraf gibi.  “ur kadar tedirgin” insani ilişkilerin, bir ağacın dalına bile hürmet etmeyen şehirlerin içinde “lacivert bir huzur” bulmak mümkün mü?
Simlâ Sunay: Lacivert bir huzur, Manzara öyküsünde, Özgür’ün annesinin bulup bulacağı tek huzur. Erken ölen kocasının eski ceketinin artık solmuş olan rengi, şimdi oğlunun sırtında. Lacivert aynı zamanda Haliç’in olamadığı bir renk. Haliç’ın tedirgin edici bir durgunluğu var. Sığ. Sıkışmış. Bir kulağa benziyor gerçekten. Duyuyor mu bilinmez. İnanılmaz farklı bir sosyolojik yapısı var. Çoğu göçmen, her gelirden, her kültürden insan yaşıyor orada. Öyle de güzel ki. Pis ama huzurludur Haliç. Lacivert olmayan bir huzuru var. Bence hiçbir metropolde huzur bulunamaz. Londra’da da, New Yok’ta da, Mumbai’de de, İstanbul’da da… Şehirler kimseye yuva değil çünkü. Çünkü insan ancak sancılı da olsa bir tek yuvasında huzur bulabilir ve evet bir de doğada. Doğadan uzaklaştıkça huzur da aynı oranda yitiyor. 
Funda Dörtkaş: Bir virgül gibi sonsuz bir uzam, bir nokta gibi muktedir bir zaman, insan neresinde kalmalı, araf sancılı değil mi?
Simlâ Sunay: Evet, virgül sonsuzluğu imliyor. İlhan Berk zaten yazılacak her şeyi yazmış onun üstüne. Virgülü yüceltmiş. Ben onun izinde bunu uygulamaya kalkışıyorum. Ve giderek metnin tümünü ele geçiyor virgül. En son okumada italikleri de kaldırdık. Gerek yoktu çünkü. Öykü doğası gereği bir araftır. Ara kesittir. Nokta sanki daha çok romana yakışıyor. Bilemiyorum. Sartre’a göre, görünmeyen, hayatın dile gelme isteğidir. Ömür de araf değil midir? Bu insanlı veya insansız hayatın dile gelme isteğinin işçileridir edebiyatçılar. Vâr olan her şey dile gelir. Ve her şey bu yüzden iki kere sancılıdır. Bir; vâr olduğu için, iki; dile geldiği için. Aslında nokta da direniyor belki de. O da zamana direniyor. 
Funda Dörtkaş: Öykülerinizin her birinde yarattığınız deneysel dünyayı geniş bir yazı tahtası biçimine dönüştürmüşsünüz aynı zamanda. Okur, cümleleri birbirine bağlarken aralara kendi cümlelerini yazabiliyor, bu okura “sözün isyanı kendisi” dir dedirtebilmenin bir başka yolu mu, yazarken ve okurken özgürlüğü olanaklı kılmanın tezahürü mü?
Simlâ Sunay: Bence edebiyatın tek bir derdi var, özgürlük. Sartre’a göre, yazar yazarken, okur da okurken özgürleşir ve edebiyat bu karşılıklı özgürleşme eyleminden doğandır. Bir şeyi adlandırmak olabilecek en büyük zalimliktir bana göre. Her sözcük biraz zalimdir bu yüzden. Sözcük daha oluşurken isyanın bir parçasıdır. Doktora ağrıyan yerini söylemek zorundasındır. Bir şikâyetin olmalı, her ne kadar görüntüleme teknolojisi olsa da. Yani ağrının tanımı aynı zamanda bir teşhis ve devâdır aynı zamanda. Bu yüzden insan anlatan bir varlık bana göre. 
Funda Dörtkaş: Öykülerinizdeki anlam ve arayış sorgulaması bir babanın fasulyeleri için köye gitme isteğinde, karşı kaldırımdan aslında değişen şehre bakan insanın çaresizliğinde, Haydarpaşa Garı’nı özne alan niteliksel insanı dönüşümde, bir çocuğun yalnızlığında, bekleyişinde, tedirginliğinde, bir pazar yerinde şehrin ötekisi kılınan insanların utangaçlığında, bir evi eşya olarak dolduran öksürüğün kırçıllı sesinde, ölümde, acıda, göçte cisimleşiyor. “sanki önceden verilmiş bir söz gibi” unuttuklarımızla yaşamak hayata üstü kalsın demek mi?
Simlâ Sunay: Yok tam tersi aslında. Masalların hepsi öçtür. Unutmak büyük cezâdır, bir eylemdir. Unutmak var mıdır bilmiyorum. Unutmak yoktur belki de. Anahtarını, gözlüğünü unutursun sadece. Haydarpaşa Garı’nda ve “Cer Dairesi” öyküsünde duralım biraz. Bugün şehirde yaşayan aklıselim her mimarın acısıdır Haydarpaşa. Edebiyat seven mimarların belki de biraz daha fazla. Bana göre Nazım’la yeniden inşa edilmiştir mesela. Eklektik yapısı beni çok etkiler. Hiçbir pencere diğerine benzemeden tekrar eder, her türden süs ve zamanın izini taşır. Eski motifleri kendi zamanında yeniden yorumlar. Bu yüzen o öyküde çok fazla eski sözcük kullandım. Garın eklektik mimarisini öyküde biçimsel olarak denemeye çalıştım. Çok tekrar var metinde bu sebeple. Unutuş yoktur. Hasret vardır. Hasret her şeyin sebebidir. İstanbulluların büyük hasreti olarak bir cer dairesidir (bir demir yolu deyimi; vagonların çekim odası) Haydarpaşa Garı. 
Funda Dörtkaş: Hüsran duygumuzu ikircikli bir kibirle örtmeye çalışırken kendi ironimizi bizzat kendimiz mi yaratıyoruz?
Simlâ Sunay: Bizde kol kırılır yen içinde kalır. İroni yaratılabilen bir şey midir bilmiyorum. Kendimiz bunu yapsaydık kibirli olmazdık ki. İroni büyük bir cevaptır çünkü. 
Funda Dörtkaş: Zamana direnmeye çalışırken bellek bir kurmaca dünyaya karışıyor, puslanıyor. Bir garın bekleme salonunda durup bekliyormuş gibi geçip giden her şeyi kayıtsızca izlemek yeni hakikatimiz mi?

Simlâ Sunay: İzleyen de var, her pazar günü Haydarpaşa Garı’na gidip nöbet tutan da. Ben duyarlılığı ölçmeyi bıraktım. Fark ettim ki duyarlı tek bir kişi, duyarsız milyonlardan daha etkili olabiliyor, Gezi Parkı Direnişi’ndeki duran adam gibi. Kızamayacak kadar kızgınım artık. 
Funda Dörtkaş: Öyküleriniz bağlamını kendi özgürlükleriyle kuruyorlar ve fakat diğer yandan her öyküyü birbiriyle hatırlatacak imgeleri noktayla sonlanmayan kelimelerle anlamın askısına takıyorlar, Benliği ve belleği bir varlık gibi güçlendirmek her şeye “bir resim gibiydi” dememiz için mi?
Simlâ Sunay: Cadde öyküsünde, ara ara kendini inkâr eden bir ses devreye giriyor ve “… yok bu resimde” diyor. E var ama. Diyor işte. İnkârla meşruluk mümkün kılınabiliyor. İçbahçe’de vardı, “Bana kim olduğumu söyleme inkâr ederim.” 
Funda Dörtkaş: Yeni kitabınızda farklı bir deneysel dünya yaratıp yaratmayacağınızı merak ediyorum açıkçası. Her yeni edebi biçim ya da anlam evreni gölgeli dünyaya tahammül için direnç sağlayan bir etkiye mi sahip?
Simlâ Sunay: Kahraman Çayırlı farklı bir şey söyledi, cinsiyetsiz bir dil ancak deneysel bir biçimle yaratılabilir diye, bunu çok önemsiyorum. Ustalaşmaya karşıyım. Hep yeni olmalı metin. Acemilik değil söylediğim. Ustalaşmak büyük tehlike yazar için. Bedri Rahmi, sanat bir oyundur demiş. Hepsi bir oyun. Deneysellik kolay dışlanıyor ancak. Riskli bir alan. Dili ve biçimi önemsemek bir kusur gibi algılanıyor. Kapalı-açık anlatım gibi tanımlar duyuyorum. Edebiyat musluk mu Allah aşkına! Sözcük kullandığımız sürece anlaşılmaz olabilir miyiz ki? Sadelik, yalınlık hep karşı duracağım tutumlar olarak kalacak. Ne yazacağımı bilemem tabii. Sıradanlık beni öldürüyor. Evet, bu hayata tahammül edeceksem bu da oyuncul deneysellikle devam edecek. Çocuk edebiyatından gelen bir cesaret de olabilir, bilemiyorum.
Funda Dörtkaş: “Doğada nokta yoktur” ve insan kendi arafına çizilmiş ucu eğreti bir virgüldür. Nokta hükmettikçe kırılmamamız adına anlattığınız her bir öykü için teşekkür ederim.
Simlâ Sunay: Noktanın iktidarı düşsün isterim. Osmanlının noktası mı Cumhuriyet? Ya da bugün yaşadığımız muhafazakârlaşma Cumhuriyet’in noktası mı? İnsan söz konusu olduğu için, hayır elbette. Ben teşekkür ederim, bu ortası; müzikli-mürekkepli-güzel gelincik tarlası içinde beni dolaştırdığın için. Gökova tamamen gelincikle kaplanıyor bu mevsim, ah nasıldır şimdi, gitmiş kadar oldum.