Tamer Durak: Bir süredir Ayvalık Mutluköy’de yaşıyorsunuz üstelik burada bir düzen kurarken de “Konukevi” isimli bir de proje başlattınız. Birşeyler yazmak, yapmak, hazırlamak isteyen insanlara evinizin kapılarını açıyorsunuz, o insanlara yeme, içme, her türlü barınma desteğini veriyorsunuz ve onların bir eser, bir çalışma ortaya koymasına destek veriyorsunuz. Bu nereden aklınıza geldi? Bugüne kadarki süreçte siz neler öğrendiniz?
Defne Koryürek: Şimdi ben çok modern ve şehirli bir kadınım, öyle çat kapı bana gelinmesini seven biri değilim. Önceden haberleşeceğiz, ona göre düzen olacak, ben evet veya hayır diyeceğim falan… Şimdi hayat böyle akmıyor. Bir miktar aktivizme bulaştıysanız aslında işbirliklerinin de bu kadar programlı oluşmadığını biliyor olmanız gerekiyor. Biraz çat kapıya alanınızın olması gerekiyor, anında kurulan masalarla ilişkinizin daha kolay olması gerekiyor. O anlamda sıklıkla gayet dikenli ve snop kalan bir taraftayım, sevimsiz bir taraftayım. Köye geldiğimizde bildiklerimden biri buydu, yani böyle bir sıkıntı olacak. İkincisi galiba yetmişlerde büyümüş olmanın, seksenlerin başında büyümüş olmanın getirdiği bir şey, evdeki iyi bir şeyi paylaşmak diye bir özen vardı. Çok zamandır yapmadığınız bir şey yaptıysanız bir tabak komşunuza gönderirdiniz. Koktuysa hele, kesinlikle gönderirdiniz. Eve gelen iyi bir şey varsa işte ondan bir kısmı ayırıp, toruna, kuzene ayrı verilmesini sağlardınız. Benim gibi çat kapı yapamayan birinin bunları yapması da çok kolay değil ama bunun hissinin bende olmadığı değil. Buraya geldiğimiz zaman bu ikisi birleşti. Burası cennet bir yer, çok şanslıydık, İstanbul’da büyüklerimizin bize aldığı, kesinlikle bizim becerebildiğimiz değil ama zamanında büyüklerimizin becerip kenara koydukları ile alınmış bir evimiz vardı, onu sattığımız zaman, köyde hayal etsem artık yapamayız herhalde diyeceğim bir şeyin sahibi olduk. Burası eski bir sıkımhane. Biz bu sıkımhanenin içinde oturuyoruz. Alçakgönüllü şartlarımız var aslında, topu topu bir tane soba ile ısınıyoruz, yani o anlamda şehir düzeni getirmedik ama şehir tırnak içinde görgüsü ile gustosu ile döşediğimiz için de dergilik bir de görseli var. Bahçeye çıktığınız an 4 dönüm bir araziden bahsediyoruz. Bir tarafta perma kültür yapabilirsiniz, öteki tarafta ayağınızı uzatıp oturabilirsiniz. Şu tarafta gün batımı deyip, bir bardak bir şey de içebilirsiniz, koca bir parti de verebilirsiniz. Bunların her biri aslında şık şeyler ve bu şıklıklarda bir kibir de var. Bu kibir tabii ki beni rahatsız ediyor. Böyle yaşamayı sevmiyor değilim, çok seviyorum. Beyaz kanepelerim, onlara bayılıyorum, leş oluyorlar köy koşullarında ama ne yaparsınız, bunlarda benim geri planımdan gelen bir zaaf. Bunu ben nasıl paylaşırsam hak ederime çok düştüm sanıyorum. Nasıl paylaşabilirim diye dört bakıyorum. Ayvalık içerisinde iş birliği yaptığım insanlar da yaratmaya çalışıyorum, arkadaşlarım var. Badem hasadını beraber yaptığımız, nar hasadını beraber yaptığımız, ondan sonra nar sıkımını ve -bizimki tatlı bir nar dolayısı ile ekşi olmuyor, pekmez yapıyoruz- o pekmezi beraber yaptığımız geniş bir grup arkadaşımız var ama bu yetmedi. Biz burada, dünyada da çok örneğini göremediğim, ekoloji, tarım ve gastronomi ile bağlantılı düşünen, çalışan, proje üreten – proje deyince herkesin aklına hemen fonlar geliyor- illa öyle bir proje değil. İnsanın kendi gönlündeki bir proje de olabilir ama bu aynı zamanda bir doktora da olabilir, bir tez yazım süreci de olabilir. Bununla ilgilenen insanlara biz bu alanı açacak olsak- yine kibir var tabii, benle ve Vasıf ile burada zaman geçirmesini de ciddi bir şey olarak biz buraya artı olarak koyuyoruz.- Yani bir evi olacak, bir düzeni olacak, çocuğumuz böyle bir süreçten geçiyor olsa, nasıl bakarsak ona, sırtın iyi mi çocuğum? İyi misin çocuğum, kahve içer misin çocuğum diye aynı şeyi yapacağız ama aynı zamanda çocuğumuza yapacağımız gibi akşam Defne ve Vasıf olarak ve bizi ziyarete gelen kim varsa o dönemde onunla beraber geçirilecek, etrafında yemek muhabbeti, artık iki üç saate kadar uzayarak akşam, öyle zamanlarda, bunu verecek olsak, buradaki o şık, “kibirli şıklığı” daha şehre mahsus daha statü ifade eden, hiyerarşik basınç ihtiva eden şıklığı kabul edilebilir kılabilir miyiz? Sanıyorum aslında biraz buradan çıktı ama eğer bunu bir başkasına anlatacak olsam, böyle anlatmamayı tercih edebilirim, bu da doğru, yalan değil işin bu tarafı da var. Tohumlamaya her zaman çok inandım. Etrafa bir şeyler serp, bir kısmı kendiliğinden tutuyor. Buraya gelenlere de biraz öyle bakıyorum. Eğer bizim buradaki sürecimizi izleyen sayısı artarsa, geri planları bizimle benzeşmeyen, bize bir zorunluklukları olmayan, bizimle buradan ayrıldıktan sonra görüşme mecburiyeti olmayan, bambaşka yerlere gidebilecek, bambaşka yerlerden zaten gelmiş oan insanlarla, bir aylığına, dört aylığına, vaktimizi, zamanımızı, çakıştıcak olursak, buradan çıkacak metis tohumu acaba nasıl bir şey olur? Bunun karmasından nereye doğru, neler çıkabilir? Bu tohumlamanın acaba yarına etkisi nasıl olur? Biraz da galiba, bunun merakı, bunun deneyi var. İkisi bir arada. Yani çok temiz değil, çok pis de değil sanırım. (gülüyor).
Tamer Durak: Peki, köyle geçiminiz nasıl köy halkıyla? Şehirden köye gelmiş bir insan olarak köylülerle ilişkiniz nasıl gidiyor?
Defne Koryürek: Şimdi biz niye buraya geldik ile başlamakta fayda var, çünkü bizimki bir tersine göç değil, ne Vasıf’ın ne benim ailemizde köy yok. Evet ben Emirgan’ı boğaz köyü olarak tarif ediyorum ama biz boğaz köylüsü olarak en fazla balıkla ilişki içindeydik. Birisi balık tuttuğu zaman bir iki kişiye geçerken bir iki tanesini bırakır, geçerken kapıya asar, gibi bir ilişki vardı. Bostan olan yerler vardı ama insanlar bütün bahçelerini onları bunları ekiyorlardı, köy hayatıydı demeyeceğim. Öyle bir iddiam yok. Biz manava gidip alış veriş yapıyorduk. Hatta haftanın bir günü dolmuşa binilir, taa Eminönü’ne gidilir, oralardan toplanacaklar toplanılır, geri dönülürdü. Dolayısı ile bizimki köklere bir geri dönüş değil. İlla doğaya geri dönüş olduğunu da düşünmüyorum. Küçülmek olduğunu iddia edemem, bu gayet grand bir yaşam biçimi ama bir anlamda da küçülmek yani bizim elektriğe ihtiyacımız, bizim ısınmaya ihtiyacımız şehirle kıyaslandığında olağanüstü düşük noktada. Dolayısı ile biz burada kendimizi şehre kıyaslamayla daha kolay koruyabiliriz. Bahçeden de beslenebiliyoruz zira. Örneğin bu pandamı döneminde aylarca pazar inmeden, erzak dolabımda olan ve bahçede olanlarla, gayet güzel beselenebildim, en ufak bir problemim olmadı. Benzer bir şekilde çamaşır makinemize 2,5 ay boyunca bakıcı çağıramadık pandamı koşullarında, ne kadar doğru emin olamadık çünkü. Dışarıda güneşin altında çamaşırımızı yıkamak ile ilgili en ufak bir sıkıntımız olmadı. İstanbul’da olsaydık bunların her biri dev birer problemdi büyük ihtimalle ama biz bunu bilerek de gelmedik tam anlamıyla buraya. İstanbul’un var olduğu haliyle, İstanbul deyince sadece İstanbul olarak düşünmemek lazım. Benzer problemler ihtiva eden megapoller olarak değerlendirmeli. İzmir de değil hala, Ankara hala çok öyle değil ama İstanbul’a benzeyen çok şehir var dünyanın üzerinde. Buralarda özellikle iklim krizi ile hızlanan krizlerle beraber, şartların ağırlaşması ile beraber, siyasi koşulların da bunun beraberinde çatlayacağı, patlayacağı öngörüsü ile yaşamanın çok da iyi olamayacağı. Bizim şimdi 27 yaşında çocuğumuz, eğer ona böyle bir olanak hazırlayabilirsek, onun bizi izlemesini, gözlemlemesini sağlayabilirsek, daha kolay bir sonraki 50 yılı ona sağlayabiliriz diye bir denemeydi. Ama bunun da nüvesi, ilk kıvılcımı diyelim daha doğru olacak, Gezi sırasında atıldı Vasıf’la benim aramda. Gezi sırasında 2013’te baktım baktım, biz oraya sahiden bir bostan yaptık ve aynı gece toplamak zorunda kaldık, nasıl ki aşevimiz vardı, nasıl ki revirimiz vardı, bostan yapalım. Bostanın ömrü 24 saat tutmadı çünkü herkesin kaçış yolu üzerindeydi. Divan oteli tarafında, kaldırmak zorunda kaldık, birdenbire şeyi nasan idrak ediyor, yani biz burayı bahçe olarak korumak istiyorsak, buraya hiç bir şey yapılmasın ama park olarak hiç kimse kullanmıyordu. Sonuçta şimdi kullanılmaya başlanıldı, daha iyi kullanıyoruz artık parklarımızı ama o tarihte kullanmıyorduk. Bostan yapalım diye konuşuyoruz, Yedikule bostanları hatırlayacaksınız hemen arkasından ilk bostan üzerine moloz yığılmasıda 2013’te yaz aylarında galiba haziran ayında gerçekleşti. O zaman buraya bostan yapmanın koşulları olmuyor, bir düşününce orayı tahayyül edeceğimiz bir şehir bahçesi olarak, biz oranın etrafındakiler yani müşterek kimsek, o bahçenin o parkın, bir arada bir şeye karar verecek olsak bile koruma kapasitemiz ne kadar mümkün? Bir, hepimizin böyle neredeyse merkez kaç sistemiyle kollarımızı böyle kenara yapıştırmış, bir yerden bir yere gitmeye çalışırken, şehir düzeni içerisinde, hiç bir şey vakit bulamaz, enerji bulamaz, orayı nasıl yapacağımızı düşünürken bir farkettim ki aslında burası Zorlu’da yapıldığı gibi bir AVM olsa, Zorlu’nun da üçte ikisi kaçak değil mi? Herkes de gidiyor mu ama gidiyor. Yapılan yolların önemli bir kısmı istediğimizin dışında, Tarlabaşı en büyük kavgalarımızdan bir tanesi, çatır çatır geçiyoruz, hepimiz kullanıyoruz. Gün sonunda buraya da bir AVM yapılacak olsa, bir yıl sürecek girmeyişimiz, iki yıl sürecek girmeyişimiz… Benim girmemeyi becerebildiğim tek yer Süzer Plaza, onun dışında her yere ben kendimden biliyorum, girdim veya geçmek zorunda kaldım, geçiyorum. Bir zaman sonra da – Sadece Süzer değil, Demirören’e de girmedim onun yanındaki o öteki korkunçluğa da girmedim- ama sonuç olarak giriliyor. Siz girmiyorsunuz başkaları giriyor. Haklı onun üzerine tabii RTE onun üzerine dönüp bize “istemezükçüler” dediği zaman. Peki istemediğini göstermenin başka bir yolu yok mu? Biz o zaman idrak ettik şehirden çıkmamız gerekiyor. Biz şehirde kaldığımız sürece, eninde sonunda bunları kullanıyor ve onaylıyor olacağız. Ne kadar direnirsek direnelim, eninde sonunda bizim hayatımızın parçası durumuna dönüşecekler ve kahrola kahrola tarihini aşındıracağız. Eminim tarihi hatırlamayacak bir on yıl sonra oraya gelenler. Bir on yıl sonra oradan geçenler Demirören’in üzerindeki o saçma sapan kovboy filmi, western filmi fasadının yalan olduğunu, arkasını görmemiş olacak. Onu bir gerçeklik zannedecek. Hep böyleydi zannedecek. Saçma sapan şekerlemecileri gibi Beyoğlu’nun, sanki yüzlerce yıldır öyle şekerlemeciler var gibi, yalan hiçbiri de düzgün şeker de kullanmıyor. Bunu dahi konuşamayacağız. O zaman bizim buradan çıkmamız gerekiyor. Bizim ölçeklerin daha tartışılabilir bir boyuta gitmemiz gerekiyor. Ayvalık o anlamda bana iyi geldi. Köylülüğün tarifi üretimse, burada üretim çok ciddi. Zeytin, zeytinyağı üretimi hem önemli boyutta yapılıyor, hem de beldenin gurur konusu. Bununla ilgili hasat günlerini yapıyorlar, işte herhangi bir yasa değişikliği durumunda örgütlenmeyi beceriyorlar. Biz ürettiği ürün ile gurur duyan bir beldede olmanın, köy demeyelim burası bir kasaba boyutunda, finansal olarak da köyden daha ileride bir yerde, yirmi küsur yıllık bir müzik akademisi var mesela burada. O anlamda daha burjuva değerleri de var. Tam köy diyemem. Böyle bir yerde daha tartışmanın içerisinde olabileceğimiz bir ölçeğe kendimizi getirebileceğimizi düşündük. Biraz köye gelişimiz böyle oldu.