Kendimiz Olmayı Emeklilik Sonrasına Erteleyemeyiz!

0
273

Leyla Alp: Kitapta hapishane metaforu var. Bu kadar insan hapishaneye girmeye neden bu kadar gönüllü?

Erdem Aksakal: Çünkü daha iyi bir seçenekleri yok. Benim de daha iyi bir seçeneğim yoktu, hâlâ da yok. Kırsal kesim kökenli bir ailenin üyesiyim ama orta yaşlı biri olarak sıfırdan bir tarım hayatı kurabileceğimi düşünmüyorum. Benim hem mesleğim, hem aldığım eğitim, hem de kabiliyetlerim ofis işi yapmamı mümkün kılıyor. Şimdiki gençler için de aynı şey geçerli.  Araştırmalarda okuyoruz, gençlerin olmak istediği bir numaralı meslek influencerlık. Bunu hem şöhrete hem paraya erişmek olarak görüyorlar, fakat kapasitesi hepimizi almaz. Hepimiz günde iki Instagram hikâyesiyle hayatın dönmesini isteriz ama bu çok sayıda insanın istihdam edilebileceği bir alan değil. O yüzden bu seçenekler içinde “Bir üniversite okuyayım, mesleğim cebimde olsun, kent hayatında kendime iş bulayım” düşüncesiyle beyaz yakalı olmaya yöneliyoruz. Ben de gençken yöneldim binlerce arkadaşım da. Fakat biz oyundayken kurallar değişti.

Leyla Alp: Peki o değişen kurallar ne?

Erdem Aksakal: Türkiye’nin ekonomi politiğini sabaha kadar konuşabiliriz ama her şeyi ona yaslamak istemiyorum. Dünya ölçeğinde baktığımızda üniversiteler, şirketlerin hızından geri kalıyor. Mühendislik üreten üniversiteler halen çok kıymetli ve köklü bilgi birikimine sahip ama teknoloji şirketleri o üniversitelerden daha hızlı bilgi üretiyor. Bu da şu anlama geliyor; mühendislik okuyan bir öğrenci 4 yılda üniversite edindiği bilginin daha güncelini kısa sürede piyasada öğrenebiliyor. Yani siz piyasaya çıktığınızda okuldakinden çok daha hızlı öğreniyorsunuz. Ne güzel görünüyor değil mi? Yalnız piyasa o kadar hızlı dönüşüyor ki çok hızlı bir sürede bilgisiz kalıyorsunuz. Bir mühendis, tasarımcı eğer bilgilerini güncel tutmazsa iki sene içinde bildiği her şey çöp olabiliyor. 2020 yılında yeni mezun bir genç kendini bu hızla dönüşen piyasaya adapte edemiyorsa hızla mesleksiz kalıyor,  hızla işsiz kalıyor ve bir sonraki işimizde bulmakta çok zorlanıyor.

Leyla Alp: İşveren her şeyi çok iyi bilen ama genç olan kalifiye insan arıyor. Gençlerin ise kalifiye olmak için deneyime ihtiyacı var. Diğer yandan kalifiye çalışanına da gerekli özeni göstermiyor. Ve kalifiye eleman açığı da gittikçe artıyor

Erdem Aksakal: Dediğiniz çok doğru. Bugün tüm dünyayı etkisi altına iki büyük akım var. Great Resignation yani “büyük istifa akımı”. Dünyanın her yerinde insanlar canına tak ediyor ve diyor ki “ben artık çalışmak istemiyorum” deyip istifa ediyor. Aile evine taşınıyor, paylaşımlı eve geçiyor. Ve “ben istifa etmek için istifa ediyorum” diyor. Bu benim kitabı yazdığım sırada olmayan bir akımdı. Pandemi sonrasında genç nesilden birçok insan “ben dayanamam diyor istifa ediyorum” dedi ve kalifiye eleman açığını çok büyüktü şu an tarihte bir ilk yaşanıyor. Amerika’da aranan eleman sayısının yarısı kadar insan iş arıyor. Yani 10 milyon tane iş pozisyonu varsa 5 milyon kişi aktif iş alıyor ve bu kalifiye eleman açığı büyüyecek demektir. Kısaca işverenler beklentilerini küçültmek zorunda kalacak. İkinci akımsa buna çok benzeyen “sessiz istifa akımı”. İnsanlar beyaz yakalı dünyada hırslı bir kariyer mücadelesi içinde olurdu. Sürekli daha başarılı olmak, terfi etmek, zam almak gibi bir hırs rüzgârı içinde olurdu. Şimdi gençler ben sadece işimi yaparım diyor. Ve buna “sessiz istifa” adı verildi. Aslında bu bir istifa değildi. İnsanlar hala görevini ve sorumluluğunu yapıyor fakat şirketler canını dişine takan çalışanlara o kadar alıştı ki bunların olmayışına ‘bu istifa sayılır’ diyor. Hayır bu istifa sayılmaz. Bu sadece işverenlerin çok alıştığı konfor alanından feragat etmesini gerektiriyor. Gelin görün ki bu aslında zamanın dayatmasıyla oldu. Bir sınıf mücadelesiyle ya da bir toplu iş sözleşmesiyle olmadığı için biraz keyfiyete kalmış durumda. Kimi işveren gençlere hak veriyor, gençleri kucaklamak istiyor, kimi umursamıyor.

Leyla Alp: Beyaz yakalıların örgütlenmesi ilgili ne dersiniz? Girişimler var ama tam bir başarı söz konusu değil neden?

Erdem Aksakal: Beyaz yakalıların örgütlenmesi birkaç sebepten şu ana dek mümkün olmadı birincisi bizi hem kurum içinde hem de kurum dışında birbirimize düşman ettiler. Ne demek bu? X bankasındaki çalışan beyaz yakalayınca Y Bankasına çalışan beyaz yakalı aslında birbirinin kader arkadaşı. Fakat iki banka arasındaki rekabet yüzünden çalışanlar birbirini rakip görmeye başladı. Biz rakip değil kardeşiz. Fakat bu bilince ne yazık ki eremedik. İkincisi aynı şirketin finans departmanında, insan kaynakları departmanında çalışanlar da birbirinin kader arkadaşı. Fakat biz bu kader arkadaşlığını da idrak edemedik. Halbuki biz emeğini o şirkete kiralamış kader arkadaşlarıyız. Bizim birbirimizi anlamamız, dinlememiz gerekiyor. Beyaz yakalı hayatı bütün pazarlıklar kapalı odalarda dönüyor. Bu da beyaz yakalıların örgütlenmesini engelleyen şeylerden biri. Yan yana çalıştığımız arkadaşımızın ne kadar maaş aldığını bilmiyoruz.  Maaş zamları, pazarlıklar kapalı odalarda yapıldığı ve “aman kimseye söyleme”  zokasıyla susturulduğumuz için biraraya gelemiyoruz.

Leyla Alp: Bundan sonra mümkün olur mu?

Erdem Aksakal: Teknolojinin ve şeffaflaşmanın etkisiyle bence mümkün. Şirketler aslında gerçekleri okumak istedikten sonra okuyor, çalışanlar bunu dile getirmek istediklerinde dile getiriyor. Buradan sonrası ise bir müzakare süreci. Düne kadar Marksist teori “bu bir sınıf savaşımı süreci” derdi. Ben bugünü sınıf savaşımından ziyade  sınıflar arası müzakerenin daha iyi tanımladığını düşünüyorum. Çalışanlar “bizim çalışma şartlarımız iyi değil, binlerce çalışan şikâyetçi” diye harekete geçtiği anda kazanımlar elde edebiliyor. Mesela kuryeler biraraya gelip kazanımlar elde etti.  Beyaz yakalı çalışanlar da böyle adımlar atabilmeli. İkincisi  maaşlar eskisi gibi gizli değil. Şeffaflığa doğru bir gidiş var. Üçüncüsü de eleman açığı var. Yani kurumlar elemanlarına daha fazla değer vermek zorunda.

Leyla Alp: Bir yandan da işsizlik var.

Erdem Aksakal: Bir ekonomi uzmanı değilim, ancak kalifiye eleman açığı da işsizlikte eş zamanlı olmaya devam edecek. İşverenler yeni mezunların mevcut kabiliyetlerine göre iş icat etmek zorunda kalacaklar. Bundan birkaç sene önce yani pandemi öncesi Biz çıkıp “biz evden çalışmak istiyoruz” desek büyük ölçüde red yiyecektik. Şu an işverenler dünyanın bu dönüşümüne mecbur bir şekilde kabul ettiler. Yakın zamanda da eski mevcut meziyetlerle iş ihtiyaçları arasındaki boşluğun kapanması yönünde bir akış olmak zorunda.

Leyla Alp: Belki dünyada böyle örnekler daha fazla ama Türkiye’de özellikle az çalışanın olduğu şirketlerde bu saydıklarınız yaşanmıyor. İşverenin işten atma sopasını elinde tuttuğu sistem sürüyor. Buradaki beyaz yakalı ne yapsın?

Erdem Aksakal: Türkiye özelinde şu parantezi açmamız gerekiyor. Türkiye’de siyasi yönetim ve onun tercihleri sebebiyle akla mantığa aykırı bir çok şey yaşanıyor. Böyle olduğu için emeğin de değeri giderek düşüyor. Son ekonomik krizle sermayenin aldığı pay artarken emeğin aldığı pay azalıyor. Ama şunu söylemeye de devam edeceğim; gelecekte şirketler var olmak istiyorsa dünyadaki trendleri yakalamak zorunda. Eğer yakalayamazlarsa dünya liginden geride kalacaklar. Özellikle teknolojiyle doğan gençlik kendini ifade edemediği, anlam bulmadığı sürece o kurumda kalmıyor. Eskiden üniversite yaşlarına gelen bir genç ailesiyle yaşamak istemezdi. Şimdi insanlar 30-35 yaşlarına kadar ailesiyle yaşamayı olası bir seçenek olarak görüyor. Ailesiyle yaşayan bir beyaz yakalı iş dünyasına şunu söylemiş oluyor; “Ben senle çalışmak zorunda değilim, İyi kötü bir tas çorbamı evde de ben elde edebiliyordum. Bana kötü davranamazsın. Benim değerlerim de alay edemezsin. Beni insanlık dışı şartlarda çalıştıramazsın. “ İşverenler  bunu dikkate almak zorunda kalacak.

Leyla Alp: İşsizlik korkusunu ne yapacağız?

Erdem Aksakal: İşsizlik korkusu emeğin var olduğu çağda her zaman var olacak. Ve bu olmaya da devam edecek. Yarın da sihirli bir şekilde çözülmeyecek. Ancak işçi ile işveren arasındaki müzakere döngüsünü çalışanların da ses çıkardığı noktaya getirebilirsek bir sonraki dalgadaki işsizlik korkusu daha az olur. Biraz ‘susma sustukça sıra sana gelecek’ döngüsünün içinde yaşıyoruz. Öte yandan işverenler de her gün iflas korkusu yaşıyor ve onlar da o korkuyla sonsuza dek yaşamak zorunda. Biz de ne yazık ki çalışan olarak işsizlik korkusunu yaşamak zorundayız. Denge noktasını nerede kurduğumuz önemli. Denge noktasını tek kişilik müzakere odalarında değil de birbirimizi tanıyıp, birarada durarak işverene karşı konuşma platformlarını yarattığımızda bulacağız. Bunu yaratmadığımız, patronun iki dudağı arasına mahkum kaldığımız günlerde ne yazık ki işsizlik korkusunu daha şiddetli yaşayacağız.

Leyla Alp: Kitapta beyaz yakalının ruhunu kaybetmesi var. Beyaz yakalı ruhunu nerede, nasıl kaybediyor?

Erdem Aksakal: Milyonlarca genç umutla bir yolculuğa çıkıyor. Bu arada aslında makineleşiyoruz, emeğimize yabancılaşıyoruz.  Öyle olduğu için de gerçekten de bir emek mi veriyoruz yoksa başka seçeneğimiz olmayan maratonda makine gibi koşuyor muyuz sıkışmışlığı yaşıyoruz. İlk kitapta bahsettiğim gibi bu sıkışmışlıktan ancak mezeleri güzel meyhanelere giderek kurtuluyorduk ama orada da birbirinin benzeri klişe hayatlar yaşıyorduk. Şimdi artık ekonomik gerçeklikle birlikte ancak kahveleri güzel kafelere gidebiliyoruz. Mezeleri güzel meyhane de hayal oldu.  Birçok beyaz yakalı arkadaşımız artık eskisi gibi dışarıda sosyalleşemiyor. Ruhun kaybedilmesiyle  hem emeğine yabancılaşmayı hem de emek sonrası sosyal hayata yabancılaşmayı kastettim.

Leyla Alp: Son zamanlarda çokça duyduğumuz beyaz yakalının depresyonu ile ilgili ne düşünüyorsunuz?

Erdem Aksakal: Çalıştığı yer maksimum karlılık üzerine dizayn edilmiş, giysileri maksimum müşteri memnuniyeti sağlayacak şıklıkta olan, yüzündeki güleryüz dahi dizayn edilmiş olan, öğle yemeğinde hangi restoranda yiyeceği, hangi kafede içeceği, tatillerde nereye gideceği belli olan, bir yıl sonra nereye terfi edeceği belli olan bir insan nasıl depresyona girmez?  Bu hiç kolay bir hayat değil ve elbette bunun psikolojik sonuçları olacaktır.  Ben bu kitapla şu çığlık olmaya çalışıyorum; bizim birçok kurtuluşumuz olabilir ama kurtuluşlarımız içindeki en güçlü gövde bu dünyada kendi rengimiz ve kendi sesimizle var olma hakkımızı savunmaktan geçiyor. Biz emeğimizi kiralıyoruz, bütün hayatımızı ipotek altına vermiyoruz. Biz tatil formatımızı, öğle yemeğini, ne giyeceğinizi o şirkete kiralamıyoruz. Özgür ve özgün olmak bizi bu olası psikolojik yani etkilerden koruyacaktır.