“Fethedildim yağmalandım nice donanma demir attı sularımda gelen giden bayrak dikti topraklarıma bayrağım yok, dinim yok, sadakat aramayın bende, biri gider, öteki gelir, ben kalırım.”
Gündüz Vassaf
Tarihçiler 16. yüzyılın sonu, 17. yüzyıl başını, büyük icatların yapıldığı, deniz aşırı ülkelere keşiflerin başlandığı, dünyanın “gölgelerinin” ortadan kalkmaya başladığı, haritalanabilmeye başlandığı çağ olarak tarif ederler. Dünya artık bu haliyle “büyülü” bir yer olmaktan çıkmıştır. Bunun sonucu olarak da, uzak diyarlara seyahatler artmış. Modern dünya daha önce hiç karşılaşmadığı yeni kültürlerle tanışmaya başlamıştır.
Bu dönem aynı zamanda seyyahlar çağı olarak nitelendirilmektedir. Seyyahlar, resmi bir görev taşımadan, özgürce ülkeden ülkeye, uzak kıtalar arasında tek başlarına uzun seyahate çıkmaya başlamışlardır. Kuşkusuz, 16. Yüzyıl öncesinde de gezginler vardır hiç şüphesiz, lakin bu çağdaki gezginci popülasyonun o dönem hızla ilerleyen ulaşım imkânlarına bağlı olduğu söylenebilir. Özellikle Avrupalı seyyahlar, hızla modern dünyaya adapte olan Avrupa’nın aksine, otantikliğini ve gizemini koruyan diyarlara yolculuklar edip, buraların hikâyelerini anlatıya dönüştürmüşlerdir. Seyyahlar sadece deniz aşırı ülkelere yolculuk yapmazlar. Onlar yaşadıkları kenti veya ülkenin için de gezintilere çıkarlar, anlatılmamış hikâyeleri toplarlar, gezdikleri, gördükleri yerlerdeki ilginç detaylarına sayfalarına nakşederler. Bu gezginlik biçimini, daha sonra Walter Benjamin, Charles Baudelaire’den hareketle “düşünür-gezer” manasına gelen flanör kavramıyla açıklayacaktır.
Modern dünyada zaman ekonomi-politiğe göre büründüğünden çalışma ve boş zaman gibi kavram ortaya çıkmış. Mesaisi olmayan ve kentin içerisinden zamansız bir yolculuğa çıkan flanör, yeni kent hayatını, insan tipolojilerini satırlarına nakşetmiştir. Henüz flanör bir kavrama dönüşmemişken Evliya Çelebi gibi gezginler kent ve şehirlerarası gezintilere çıkıp, yaşadıklarını, gördüklerini kitaplaştırmışlardır. Bu gezginler, kentin içerisinde dolaşırken, geçmişle, bugünü birleştirir, mitoslara karışmış hikâyeleri bir araya getirir, binaların, mekanların, dini yapıların öyküsünü satırlara taşırlar. Dolayısıyla onlar, gündelik hayat içerisinde gözden kaçan, unutulan bir geçmişi tekrardan hatırlatırlar bir nevi. Tarihçi Cemal Kafadar, bu dönem için “Çelebiler Çağı” adlandırması yapar. Kafadar, Çelebilerin önemli bir kesiminin bir mesleklerinin olduğu, bazılarının varlıklı ailelerden geldiğini ama onlar tüm hayatlarını okuma ve yazmaya adadıklarından bahseder. Okuma ve yazmanın haricinde gezgincilik de buna dâhildir. En nihayetinde gezgin olmak meraklı olmayı imler tıpkı okur-yazar olabilmenin ilk şartının meraklı olmaya dayanması gibi. Dolayısıyla onlar da bir nevi aylak gezer, düşünür gezerdir. Cemal Kafadar’ın tarif ettiği Çelebiler Çağı’nda karşımıza çıkan Katip Çelebi, Eremya Çelebi Kömürciyan ve Evliya Çelebi’yi öne çıkarır. Bu üç gezgin de büyük bir entelektüel iştahla, yeni dünyayı, kentleri anlatıp, bu büyük mavi topu avuçlarının içerisine almaya çalışmışlardır. Bu yazarları, sadece seyyah olarak değil, aynı zamanda ilk “modernler” olarak da tarifleyebiliriz sanki. Özellikle, Eremya Çelebi Kömürciyan’ın İstanbul Tarihi kitabındaki, kent tarihini anlatırken mitoslara yönelmesi, onların gündelik hayat içerisinde eskisi kadar bir ağırlığının olmadığı vurgusu, gelecek olanın habercisi gibi. Eremya, kitabı yazarken dünyeviliğin ağırlık kazanacağı yeni dünya düzenini hissetmiş gibi. Mitoslar, artık dünyayı açıklamaya yarayan anlatılar olmaktan çıkmaya başlamaktadır çünkü. İlk modernlerin edebiyatçılar olması, modern kelimesini kitaplarında kullanmaları da onları bir nevi akraba kılıyor sanki.
Çelebiler Çağı’nın anlatıları arasında İstanbul önemli bir yer tutar. Özellikle 18. Yüzyıla doğru, oryantalist seyyahlar için İstanbul vazgeçilmez bir durak olmuştur. Dünyanın en eski yerleşim yerlerinden biri olan İstanbul, yüzyıllardır “bereketli topraklar” üzerine farklı dinlerin, kültürlerin, toplulukların ayak izlerini bıraktığı bir şehirdir. Karmaşık tarihi, iç içe geçmiş farklı kültürüyle İstanbul, yeryüzünün en ihtişamlı kentleri arasında yer almaktadır. Dolayısıyla, İstanbul’un her bir sokağına, binasına birer hikâye sinmiştir. Seyyahların çağının başladığı 16.yüzyıl sonu 17. yüzyıl başlarında, gezginler bu hikâyelerin peşine düşmüş ve İstanbul’un anlatılmayan, fark edilmeyen yönlerini anlatmaya çalışmışlardır. Eremya Çelebi Kömürciyan’ın yazdığı 17. Asırda İstanbul Tarihi kitabı, İstanbul’u en iyi anlatan gezi kitapları arasında gösterilmektedir. Eremya Çelebi, kitabında İstanbul’u sokak, sokak gezerek hem tarihini, hem hikâyesini anlatmış hem de kenti bir nevi haritalamıştır. Kitap, 8 Fasıldan oluşmaktadır. Her bölüm İstanbul’un farklı bir bölgesini, tarihi olayları anlatıyor. Eremya, yolculuğunu önemli bir kısmını sandalla İstanbul tarihi surlar arasında gerçekleştirip, kalan kısmını yaya olarak devam ediyor. Yazarın, kitap boyunca Galata, Beyoğlu, Boğaziçi, Kadıköy, Fenerbahçe, Adalar üzerinde dolaşıp, en sonunda da okuyuculara İstanbul’un şehir hayatı hakkında bilgiler sunuyor. Çelebi, kitabını Papaz Vardapet Vardan’a ithaf etmiş. Gezintisi süresince onunla hasbihal edip, olayları ona anlatıyor.
Eremya Çelebi’nin İstanbul Tarihi kitabının, aşina olduğumuz kent anlatılarının dışına çıkartan ilginç bir yanı var; o da, yazarın kenti neredeyse sine-göz bakışıyla, bir perspektifle sunması. Kayık üzerinde hareket ederken, kenti siluetinin, imgesinin değişiminin onda bir nevi kamera etkisi yarattığını söyleyebiliriz. Cemal Kafadar da onun kente bakış açısında bir kamera perspektifi olduğundan bahseder. Kitabın hemen başında karşılaştığımız bu cümlede neredeyse kamera hareketi var gibidir: “Garpta, şehrin sol müntehası olan Yedikule görülmektedir. Kayıktan çıkmayalım. Sahili takiben şarka doğru yavaş yavaş ilerleyerek dikkatle etrafı temaşa edelim”.
Anlat İstanbul!
Zeynep Dadak, yakın zamanda Eremya Çelebi’nin sinematografik bir atmosfere sahip İstanbul anlatısını, “Ah Gözel İstanbul” ismiyle, sinemaya uyarladı. Yönetmen, belgesel ve kurguyu harmanlayarak, tıpkı Eremya’nın yaptığı gibi kenti temaşa ederek, yazarın 17. Yüzyılda yaptığı İstanbul gezintisini, günümüze uyarlayıp seyirciyi bir yolculuğa çıkarıyor. Oyuncu Sezgi Mengi’nin peşinde Eremya’nın satırları arasında geziniyoruz. Tarihçi Cemal Kafadar, Suna Kafadar, Çiğdem Kafesçioğlu, yazar Pakrat Estukyan da anlattıkları anekdotlarla bize eşlik ediyorlar.
Film boyunca bir üst anlatıcı, Eremya’nın kitabından parçalar okuyor, Zeynep Dadak’ın da kamera – gözü de günümüz İstanbul sokaklarında geziniyor. Eremya’nın satırların not ettiği mekânlar, yapılar, günümüzün siluetiyle karşılaşıyor. Elbette, bu karşılaşmalarda tarihe direnen yapılarla, “tarih” olanlar yan yana geliyor. Dolayısıyla burada iki bakış ortaya çıkıyor, bir tarafta Kömürciyan’ın etnografik gözlemleri ve kentin tarihinden topladığı mitoslar, diğer taraftan da bizim payımıza düşen kaybolup gitmiş, bir medeniyetin, tek bir anlatı ve hikâye üzerinden unutturulmuş çok kültürlü, çok dinli bir tarihin, yıkık, dökük surlar arasından sızan melankoli. Kentin içerisinde dolaşırken, ister istemez farkı duygulanımlara kapılırız. Karşılaştığımız farklı insan tipleri, bizde bir hatırası olan ve yıkılmış bir bina, kesilmiş ağaç, inşası taze tamamlanmış tuhaf yapılar başta nostalji ve melankoli olmak üzere farklı duygular hissettirir. Yüzyıllardır, farklı sebeplerden ötürü yıkılıp, yeniden yapılan İstanbul, bu anlamda böylesine duyguları insanda yaşatan kentlerin başında gelmektedir.
Umut Tümay Arslan bu melankolik bakışı Abdülhak Şinasi, Ahmet Hamdi Tanpınar’da da yakalar. Cumhuriyet’le beraber Ankara’nın başkent olması, İstanbul’un öneminin yitmesine sebep olmuş, kent neredeyse unutulur hale gelmişti. Arslan, Şinasi ve Tanpınar’ın Bizans ve Osmanlı gibi iki büyük imparatorluğa ev sahipliği yapmış kentin çöküşüne dair melankoli hissine kapıldıklarını anlatır (2010, s.170). Yıkık dökük binalar, yanmış ahşap evler, ilgisizliğe terk edilmiş tarihi binalar arasında temaşa ettikleri kent artık nostalji ve melankoli arasında bir yere sıkışmış durumdaydı. İstanbul’un bu kadim geçmişi günümüze gelindikçe, kırık dökük ahşap evlerin, akmayan çeşmelerin, bakımsız tarihi binaların arasında tarihin tozu dumanı arasına karışmış hale dönmüştür artık. Bunun sonuncunda bizim sokaklar arasında karşılaştığımız bu yapılar bizde ihtişamlı bir geçmişten çok, yitip gitmiş bir medeniyetin kalıntılarının melankolisi hissini uyandırıyor. Zeynep Dadak’ın ve görüntü yönetmenleri, Merve Kavan&Florent Henry’nin kamerasının temaşa ettiği İstanbul’da ise Eremya’nın not ettiği kentin ardında kalan tarihin tozun bulanmış bir kayıp kent imgesi öne çıkıyor. Film boyunca, etkileyici bir görsel anlatımla hatta Walter Benjamin’in Tarih Meleği’nin hatırlatırcasına, bir hayalet gibi şehrin arasına sızıp, artık sadece Eremya’nın satırlarında kalmış İstanbul’u hatırlamaya çalışıyor. İstanbul’un şantiyeye dönmüş, yüksek katlı binaların doğa silueti bozduğu, karmaşanın, kaosun hâkim olduğu, kendi kimliğini arayan bir kente dönüştüğünü vurgulamaya çalışmış sanki. Eremya’nın kitabında çizdiği karnavelesk İstanbul yerini korna ve inşaat seslerine yenik düşmüştür bir nevi. Bununla beraber kolektif hafızayı oluşturan mekânların, bir bir yok olması da İstanbul’un hafızasının sürekliliğinin kaybına neden olmuş vaziyette. Zeynep Dadak da film boyuna, kentin sürekli değişimi, tahrip olması ve yitik gitmiş bir medeniyete dair hafızasızlık yönetmenin kadrajının hâkim duygusu olmuş. Ayrıca, her ne kadar Eremya’nın İstanbul’u ve günümüz İstanbul’u arasında büyük farklar olsa da kentin tarihsel geçmişinde bir süreklilik olduğu söylenebilir. Örneğin Kumkapı’nın Fatih Sultan Mehmet devrinden beri göçmenlere ev sahipliği yapması ve semtin bu geleneğinin günümüze kadar gelmesi bu duruma işaret ettir.
Mitolojik İstanbul
Mitoslar, toplumun ortak kültürel ve yaşayışına dair hafızasını oluşturur. Mitoslara bakarak, bir toplumun kültürel kodları hakkında bilgi sahibi olunabilir. Dolayısıyla onlara sıradan masalsı anlatılar olarak bakamayız. Tam aksine mitoslar, gündelik hayatta bir karşılığı olan hikâyelerdir. Bununla beraber mitoslar, modern dünya karşısında artık hükmü kalmadıysa da, gündelik hayat içerisinde bir karşılıkları her daim ola gelmiştir.
İstanbul’un da tarihi arasında gezinirken, mitosların, destanların kentin tarihinde çok önemli bir rol oynadığı film boyunca bir kez daha vurgulanıyor. Bu noktada, yönetmen İstanbul’un bu gizemli mitoslarını filmde etkileyici bir görsel anlatımla yeniden canlandırdığı söylenebilir. İstanbul’a dair anlatılar da, hem kentin çok kültürlü, farklı medeniyete ev sahipliği yaptığını anlatıyor hem de böylesine bir dünyevilik arayışının günümüzde de sürdüğünü gösteriyor. Filmde gördüğümüz gibi, Eyüp Sultan ve Cafer Baba Türbesi’nin, toplum içerisinde bir karşılıklarının olması da bu duruma işaret etmektedir. Dolayısıyla burada ilginç bir kültürel süreklilik söz konusu; yönetmen de bu devamlılığı yer yer ironik bir biçimde yeniden hatırlatmış. Boğazda balık tutarken, denize düşüp, akıntıya kapılanlar hem Eremya’nın anlatısının hem de Zeynep Dadak’ın anlatış içinde buluşmuş.
İstanbul yüzyıllardır, güzelliğine dış görünüşüne methiyeler düzülen, şiirlere, romanlara, filmlere konu edinilen bir kent. Bu aşırı romantize edilmiş bakışta, İstanbul’un tarihi, çok kültürlü geçmişi, yapıları biraz göz ardı ediliyor sanırım. Zeynep Dadak, filminde böylesine romantik bakıştan uzak kalmaya çalışmış. Onun kadrajında kayıp kentin nostaljisi de var, yıkıntılar arasına düşmüş medeniyetin bıraktığı melankoli de var, her şeye rağmen İstanbul’un zengin tarihi de var. Bu anlamda Ah Gözel İstanbul, bilindik İstanbul anlatılarını dışında kalan, ezberleri bozan bir anlatıya sahip. Bununla beraber yönetmen, Asiye Sultan’ın rüyaları, güçlü Sultan eşlerinin, kent içerisinde yaptırdıkları camiiler, çeşmeler gibi detayları da vurgulayarak, kentteki kadın ağırlığını da hatırlatmış. Ah Gözel İstanbul, etkileyici görsel ve işitsel dünyası, Eremya’nın metnine sadakatiyle, geçmiş ve gelecek arasında kurduğu ustalıklı paralellikle son zamanların en başarılı belgeselleri arasında yer alıyor.
Bitirirken, küreselleşme ve kentlerin ekonomik olarak dönüşümü, kadim geçmişe sahip olan yerleşim yerlerinin giderek kimliksizleşmesine yol açmıştı. Büyük gökdelenler, alışveriş merkezleri, otoparkalar, neon aydınlatmalı caddelerle her kent her yer gibi görünmektedir artık. İstanbul’da bu durumdan en çok etkilenen kentlerin başında geliyor. Hoyratça yıkılan tarihi mekanlar, bostanlar, yeşillikler, silueti bozan dev yapılarla İstanbul artık tanınmaz bir halde. Üstelik bu hoyratlığın İstanbul’un doğasına ve son zamanlarda gördüğümüz gibi denizin de geri dönüşü olmaz bir şekilde kirlenmesine yol açtı. Gündüz Vassaf, Bizans İmparatoru’nun vaktinde Marmara Denizi’nin bereketini göstermek için altın sikkelerin üzerine palamut nakşettiğini anlatır. Bugün ise denizde yaşamın geleceği tehdit altında. İstanbul’u en çok sevdiğini iddia edenler İstanbul’un sonunu getirmek üzereler. Dolayısıyla İstanbul’un acil eylem planıyla, ekolojik ve tarihsel geçmişine uygun bir şekilde yeniden yapılması gerekiyor belli ki… Kökleri neredeyse 8bin yıl öncesine dayanan İstanbul yüzyıllardır farklı medeniyetlere, uygarlıklara ev sahipliği yaptı. Görünen o ki ev sahipliğini de en iyi şekilde yapmış. İnsanoğlunun tüm hoyratlığına da direnmeyi başarmış. Politikacılar, tüccarlar herkes gelip geçer, bir tek İstanbul kalır.
Can Öktemer
Yararlanılan kaynaklar:
Gündüz Vassaf, Boğaziçi’nde Balık, Yapı Kredi Yayınları (2015)
Murat Belge, İstanbul Gezi Rehberi İletişim Yayınları (2016)
Umut Tümay Arslan, Mazi Kabrinin Hortlakları, Metis Yayınları (2010)
Cemal Kafadar’la söyleşi: Cemal Kafadar ile 17. yy. Çelebiler Çağı, Kültür&Tarih Sohbetleri, Medyascope: https://www.youtube.com/watch?v=wxuZn0MjeFQ Not:
Not: Bu yazı, 21 Eylül 2021 yılında Turquazz’da İngilizce olarak yayımlanmıştır.